İstanbul seçimlerinin kazananı
Yinelenen İstanbul seçiminin basitçe bir belediye başkanlığı seçimi olmadığı, dinci-faşist iktidarın geleceği açısından kritik bir önem taşıdığı gerçeği bütün bir seçim sürecine damgasını vurdu.
Bu süreçte gerçekte karşı karşıya gelen güçler iktidardaki gerici blok ile düzen muhalefeti değildi. Temelde toplumun çok değişik katmanlarının dinci-faşist iktidara karşı biriken tepki ve hoşnutsuzluğu sürece yön verdi. Son derece kaba bir gaspla muhalif kitlelerin iradesinin çiğnenmesi, moral ve politik açıdan bir zayıflama, bir yenilgi ruh hali yaratmadı. Tersine, İstanbul gibi bir kent üzerinden sağlanacak başarıyla dinci-faşist gericiliğe büyük bir darbe vurulabileceği inancı güç kazandı.
Düzen muhalefetini sürükleyen, sınırlarını çok da aşmayan bir iddia ile öne çıkmasını sağlayan da bu olgu oldu. Her zaman olduğu gibi, tüm avantajlarına rağmen cepheden bir meydan okuma değil, iktidarın suyuna gitme tutumunun yön verdiği yumuşak bir muhalefetle yol alınmaya çalışıldı. Bir kez daha dinci-gerici iktidarın onu sürdüğü alanda politika yapmanın ötesine geçilmedi. İmamoğlu’nun profili de buna fazlasıyla uygundu.
Muhalefet cephesindeki kitlelerin küçümsenemeyecek bir kesimi için önemli olan kimin kazanacağından çok kimin kaybedeceği idi. Toplumun çok değişik kesimlerinin “tepki oyları” ile Kürt hareketinin kendi çizgisindeki kararlı tutumu, elde edilen sonuçta önemli bir rol oynadı. Seçimlere iki gün kala Abdullah Öcalan üzerinden oynanmaya çalışılan kirli oyun da ters tepti. Bu son hamle dinci-faşist iktidarın aczini sergilemekle kalmadı, onu kendi tabanı nezdinde de tartışmalı hale getirdi.
Dolayısıyla, gerçekte kazanan CHP-İmamoğlu değil, dinci-faşist koalisyonun adeta nefes alamaz hale getirdiği çok değişik kesimlerden halk kitleleri oldu. Kaybeden ise tartışmasız bir biçimde Tayyip Erdoğan liderliğindeki dinci-faşist iktidar kliğidir. Kaybedilen sadece iktidar için pek çok açıdan önem taşıyan İstanbul seçimi değildir. Asıl sorun politik ve moral açıdan alınan ağır siyasal darbedir. Seçim sonuçlarıyla birlikte, AKP-Erdoğan yönetiminin bugüne kadar hep siyasal meşruiyet kaynağı olarak kullandığı seçmen tabanındaki erime açığa çıkmıştır. Aynı şekilde, bu süreci geriye çevirme imkanlarının artık tükendiği de…
AKP herhangi bir düzen partisi değil, bir iktidar gücüdür. Bu gücü yitirmemek için baskı, terör ve zorbalığın yanı sıra her türlü kirli yol ve yöntemi kullanmış, iktidarda kalmanın güvencesi saydığı keyfi tek adam diktatörlüğünü topluma dayatabilmiştir. Ancak toplumun küçümsenmeyecek bir kesiminin onayını alamamış, direncini kırmayı başaramamıştır.
Kendi düzenini kurabilmek için hukuk ve devlet düzeni adına ortada bir şey bırakmayarak, toplumu kutuplaştırıp düşmanlaştırarak, etnik-mezhepsel ayrımları kışkırtarak, dinci-şoven söylemlerle gerilimi tırmandırarak, Kürt halkına dönük saldırganlığı yeni bir düzeye çıkararak vb., tüm bunlar üzerinden elde edilen başarının sınırları, son yerel seçimler ve yinelenen İstanbul seçimi ile çok daha açık bir biçimde ortaya çıkmıştır.
Toplumu bir arada tutacak zemini dinamitleyen politikalarla yol almaya çalışmak dinci-faşist gericiliğin yapısal bir zaafiyetidir ve aldığı yenilgide önemli bir rol oynamıştır.
Tüm cephelerde derinleşen sorunlar ve açmazlar
Yükseliş döneminde sahip olduğu güç ve imkanları önemli ölçüde yitirmiş bulanan ve İstanbul seçimleri ile ağır bir siyasal yenilgi alan AKP-Erdoğan iktidarı, önümüzdeki süreçte tüm cephelerde daha da derinleşecek sorunlar ve açmazlarla yüz yüze kalacaktır.
Yıllardır aşılamayan rejim krizi yeni boyutlar kazanacaktır. Eski rejimin yıkılmış fakat yerine yenisinin inşa edilememiş olması, dinci-faşist iktidarın bir diğer temel bir zaafiyet alanıdır. “Tek adam diktatörlüğü”, kontr-gerilla uzantılarının da söz sahibi olduğu dinci-faşist koalisyon sayesinde hüküm sürebilmektedir. Bunun kendisi başlı başına bir siyasal istikrarsızlık etkenidir. İstanbul yenilgisinin ardından bu gerici koalisyon içindeki güçlerin çatışan eğilim ve beklentilerini uyumlulaştırmak kolay olmayacaktır.
Dinsel gericilik cephesindeki iç parçalanma bir diğer sorun alanıdır. AKP uzun bir dönemdir kadrosal planda ciddi bir güç kaybı yaşamaktadır. Yerel seçimlerdeki başarısızlığın ardından dışa vurmuş olan dinci-gerici cephedeki iç çözülme süreci İstanbul’un da kaybedilmesiyle yeni bir ivme kazanacak ve daha da derinleşecektir.
Dış politika cephesinde son yıllarda ağırlaşan sorunlar yumağına, F-35 ve S-400’ler ile Doğu Akdeniz krizleri eklenmiştir. Ekonomik krizi daha da derinleştirecek bu sorunların üstesinden içerde kitlelere dönük sözde “milli” söylemlerle gelinemeyeceği yeterince açıktır.
Ekonomik cephe ise dinci-faşist iktidarı zorlayacak sorun alanlarının en önemlisidir. Son bir yıl içerisinde üç seçime gidilmesi nedeniyle ekonomik krizin etkilerini öteleyecek birtakım önlemler alınmış, buna rağmen krizin emekçi kitlelere faturası oldukça ağır olmuştur. Emekçilerin alım gücü belirgin bir biçimde düşmüş, yoksulluk derinleşmiş ve yaygınlaşmış, gerçek işsizlik oranı yüzde 20’lere tırmanmıştır.
Tüm ekonomik veriler, önümüzdeki süreçte emekçilere çok daha ağır bir faturanın ödettirileceğini göstermektedir. Ekonomide daralma sürmekte, sanayi üretimi gerilemektedir. 450 milyar doları aşmış bulunan dış borç ödemelerine kaynak bulmak için IMF’li ya da IMF’siz bir “kemer sıkma” programını uygulamak dışında bir çıkış yolu bulunmamaktadır.
Dolayısıyla, dinci-faşist iktidar aldığı yenilgiye rağmen seçim sonrasına ertelediği saldırı politikalarını uygulamak, kıdem tazminatı ve emeklilik başta olmak üzere bir dizi yeni saldırıyı hayata geçirmek zorundadır. Nitekim seçimler öncesinde Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği eliyle çalışma yaşamında kölelik düzenini ağırlaştırmayı hedefleyen bir “öneriler paketi” hazırlanmıştır. Esnek ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmayı hedefleyen bu paket hükümet temsilcileri ile DİSK dışındaki sendikaların katıldığı bir toplantıda görüşülmüş, bir takım kararlar alınmış ancak henüz bir açıklama yapılmamıştır.
Dinci-faşist iktidarın İstanbul yenilgisinde ekonomik kriz kuşkusuz çok önemli bir rol oynamıştır. Fakat krizin ağır sonuçları asıl önümüzdeki süreçte kendini ortaya koyacak, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde mücadele eğilimine ve örgütlenme arayışına ivme kazandıracaktır. Tek adam diktatörlüğüne asıl darbeyi, işçi ve emekçi kitlelerin büyüyecek mücadeleleri vuracaktır.
Gerçek çıkış yolu için!
Toplumda dinci-faşist gericiliğinin üstesinden gelinebileceği inancının güç kazanması, toplumsal muhalefetin ve sınıf hareketinin geleceği açısından son derece önemli bir gelişmedir. Toplumsal atmosferin değişmesi sosyal durgunluk ortamının aşılmasını, sınıf ve kitle hareketinin gelişmesini kolaylaştıracaktır.
Ancak bugün yaşanan kutuplaşmanın özgünlüğü unutulmamalıdır. “Ezici ağırlığını toplumun ilerici, yurtsever, laik ve cumhuriyetçi kesimlerinin oluşturduğu” çok farklı sınıf ve katmanları kendilerine özgü duyarlılıklar üzerinden tek adam rejimine karşı birleşmişlerdir. Söz konusu olan, bu farklı sınıf ve katmanları dikey olarak kesen politik bir kutuplaşmadır. Tek adam rejimine karşı muhalefetin içeriğini ve sınırlarını da doğal olarak bu olgu belirlemektedir.
Oysa dinci-faşist gericiliğin tek adam diktatörlüğüyle kurmaya yöneldiği siyasal düzen, herşeyden önce işçi sınıfı ve emekçiler için kuralsız ve keyfi bir yönetim, sermaye için ise dizginsiz bir sömürü cenneti anlamına gelmektedir. Tayin edici önemdeki bu sınıfsal-siyasal gerçeklerin rejim krizinin ve onun bir yansıması olarak ortaya çıkan laiklik, cumhuriyet değerleri, yaşam tarzı türünden ikincil önemde sorun ve söylemlerin gölgesinde kalması, devrimci siyasal mücadelenin en önemli handikabı olmuştur.
Bugünkü gündem geride kalıp, ekonomik kriz tüm yıkıcı sonuçlarıyla kendini ortaya koyduğunda, yeni bir boyut kazanacak ekonomik-sosyal yıkım saldırıları bu sınıfsal niteliği çok daha görünür hale getirecek, toplumsal mücadelenin sınıfsal eksene oturmasını kolaylaştıracaktır.
Sınıf devrimcileri, bugünün Türkiye’sinde gerçek çıkış yolunun, kutuplaşmanın asıl eksenine oturması, diğer toplumsal mücadele dinamiklerini de sürükleyebilecek devrimci bir sınıf hareketinin gelişmesi ile açılacağı bakışıyla hareket edeceklerdir. Devrimci bir sınıf hareketi demek, işçi sınıfının sermayenin karşısına bağımsız devrimci politik güç olarak çıkabilmesi demektir. Tüm güç ve imkanlarını yöntemli ve inisiyatifli bir çalışmayla bu hedef doğrultusunda seferber edecekler, ısrarlı ve sonuç alıcı bir sınıf çalışmasına yükleneceklerdir.