Halk müziği sanatçısı Kahtalı Mıçı (Mustafa Aslan) bir TV sunucusunun uzattığı mikrofona “Adıyaman artık yok, Acıyaman var” diyor ve ekliyordu: “Acılarımızı güce dönüştürürsek Adıyaman’ı yeniden kurarız.”
Yüzünün bütün hatları acı ile kaplı bir anne o anda yüzünü Kahtalı Mıçı’ya dönerek “varımızı yoğumuzu tek çocuğumuz için aldığımız eve yatırmıştık. Umutlarım da çocuğumla birlikte enkaz altında kaldı. ‘Dua okuyarak depremin etkisini hafiflettik’ diyen vicdansızlığa lanet olsun! Ömrümüz politikacıların, hacı-hoca geçinen dolandırıcıların bize anlattıklarına inanarak geçti. Sonuç ortada. Herşeyi kaybettik. Bari başkaları aynı kaderi paylaşmasın diyeceğim ama kime güveneceğiz?”
İki kardeşinden birini depremde kaybeden, kendisi de üç gün sonra enkazın altından çıkartılan, kolu askıda bir emekçi ise onların dediklerini tamamlıyordu: “Devletimiz olsaydı Adıyaman’da kaybettiğimiz 30 bin kişinin yarısı enkazların altından sağ çıkartılırdı. Bunu dile getirdiğimiz zaman kızıyorlar. Ama gerçek bu!”
Sadece Adıyaman’da kaybedilen 30 bin can! Ama hayat devam ediyor. Gerekli önlemler alınmazsa sırada başka yerler var. İçi boş ve aldatıcı vaatlere aldanılırsa daha çok can yanacak, sayısız çocuk göçük altında kalacak.
Yalan limitini doldurdu!
Bütün burjuva politikacılar 6 Şubat 2023’ten bu yana televizyonlarda ve bölgeye yaptıkları ziyaretlerde aynı vaatlerde bulunuyorlar: “Yaraları saracağız, yıkılanı yeniden yapacağız!”
Türkiye halkları bu vaatleri daha önce de duydu; Erzincan’da, Varto’da, Lice’de, Biga’da, Gölcük’te, Yalova’da, Elazığ’da... Acılı annenin dediği gibi “sonuç ortada!”
Bugünkü devlet yöneticileri “yüzyılın felaketi” diyerek kaderciliğe teslim olmanın devam etmesini istiyorlar. Fetvalarına göre Allah'tan geleni kul engelleyemezmiş. Şükredip duaya durmak lazımmış. Devlete dil uzatmamak, 23 yıldır “deprem fonu” adı altında toplanan paraların sözünü etmemek gerekirmiş. Aksi halde polisi kapınızda bulursunuz.
Başını CHP’nin çektiği burjuva muhalefet partileri, mevcut iktidarın bütün engelleme çabalarına rağmen, deprem mağdurlarına yardım etmek için çalıştılar, bu doğru. Kılıçdaroğlu’nun “gerekirse tutuklanın ama yapabileceklerinizi esirgemeyin” diye partililerine çağrı yapması elbette bir samimiyet ifadesiydi. Bu partiler, deprem bir doğa olayı olarak kaçınılmazdır ama depremlerde kayıplar engellenebilir; bugünün bilimsel ve teknolojik gelişme koşulları bunu mümkün kılıyor dediklerinde de doğruyu dile getiriyorlar.
Fakat onların da itinayla ifade etmekten kaçındıkları bir gerçek var: Adıyaman’ı Acıyaman yapan burjuva özel mülkiyet düzeni, onun aşırı kâr hırsıdır. Türkiye’nin düzeninde konut edinme ve barınma politikaları yurttaşların sağlıklı ve dayanıklı konut ihtiyacına göre değil, kapitalistlerin ve burjuva yöneticilerin karlarını artırma hesaplarına göre düzenlenmiştir. Bütün depremler büyük can kayıpları yanında emekçilerin aşırı yoksullaşmasına yol açarken, yeni türedi zenginler yaratıyor. İnşaat tekelleri, bankalar, sigorta şirketleri doğa olaylarının yol açtığı felaketleri yeni kârlar elde etmenin fırsatlarına çeviriyor. Bütün hükümetler, bürokrasinin yönetici kademeleri depremleri ve doğa olaylarını kendilerini ve çevrelerini zenginleştirmenin fırsatı olarak görüyorlar. Şimdi yine aynı uğursuz hesaplarla karşı karşıyayız. Cehalet abidesi “dünya lideri” hiçbir araştırma, bilimsel tetkik yaptırmadan, bilim çevrelerinin ve kurumlarının görüşlerini almadan “ilk elde 150 bin konut projesini başlatıyoruz” deyiverdi. Yıkımlar belli ki Saray ve şürekâsının yeni kâr iştahlarını kabartmış.
Kendi gücümüze ve kuracağımız sisteme güveneceğiz!
Acılı annenin sorduğu “kime güveneceğiz?” sorusuna dönersek...
Yalan ve talan düzeninin sözcülerine, tarikat ve cemaat şeflerine, tekellerin mülkiyetini kutsayan burjuva politikacılarına, kalemlerini satan yazar-çizer takımına, beyinlerini rehin veren ya da para babalarına kiralayan sözümona akademisyenlere güvenilemeyeceği açık.
Kimileri de sosyalizm adına çözüm öneriyorlar: İkinci ve daha fazla evlerin vergilerini kademeli olarak yükseltelim! Bu, mülkiyet düzenini kutsamak dışında bir işlev görmeyecektir. Konut sorununun sağlıklı, dayanıklı ve hakkaniyetli çözümüne esaslı bir katkı da sağlamayacaktır. Adil, işlevsel ve insani tek köklü çözümün formülü çok açık: Türkiye halklarının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Deprem süreci Türkiye’de yaşayan halklarda inanılmaz bir dayanışma kültürü olduğunu ortaya çıkardı. Bu halkların kaderlerinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu da... Böl ve yönet politikası güden yönetici güruhun her türlü oyunu, demagojisi, yalanı ve küfrü bu gerçeklerin üstünü örtemedi. Düşünün! Bir milyondan fazla emekçi çocuğunun istihdam edildiği ordu devre dışı bırakılmıştı. Oysa bu bir milyon genç, ordunun araç ve gereciyle birlikte, gönüllüler ordusuyla ele ele vererek can kayıplarını minimuma indirebilirdi. Türkiye toplumunun bugüne dek övündüğü Kızılay işi alenen ticarete dönüştürmüştü. Tek adam rejimi sivil toplum kuruluşlarını işlevsiz hale getirmişti. AFAD denilen kurumun bir arpalık olduğu bütün çıplaklığı ile görünmüştü. İmdada yetişmeye çalışanlar, özellikle ilk üç gün için, yine de Ahbap gibi sivil toplum kuruluşları, muhalif belediyeler, devrimci ve ilerici parti ve çevreler olmuştu. Emekçi bir kadının “ya devrimciler, biz sizi unutmuştuk ama siz bizi unutmamışsınız” demesi bile tabloyu yeterince tanımlıyor. Bütün bunlardan çıkan tek sonuç işçi sınıfı ve emekçilerin kendi örgütlü güçlerine güvenmek dışında bir seçeneklerinin olmadığıdır. Örgütsüz ve bölünmüş haliyle yapılanları başaran çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçi halklar, birleşik ve örgütlü güçleriyle bütün zorlukları yenebilirler. Büyük felaket izlenmesi gereken yolu gösterdi. İşçiler ve emekçiler gerici partilerin ve önyargıların etkisinden kurtularak sırt sırta vermek zorundadır. Hiçbir burjuva partisi ve hükümeti, hiçbir tarikat ve cemaat işçiye gerçek dost olmamıştır, olmayacaktır.
Çocuğuna ev bırakmak tasasından kurtulmak için!
Konut sorununun insani ve akılcı çözümü kapitalist özel mülkiyet koşullarında olanaksızdır. Çünkü bu sistemde konut yurttaş sağlığı ve güvenliğine değil, kâr amacına dayanır. Asıl amaç kâr olunca, inşaat malzemelerinden çalmak, arsa zemininin elverişliliğine dikkat etmemek, deneyimli uzmanlarla çalışmak yerine ucuz ücretle çalışacak elemanlar bulmak, bilim çevrelerinin uyarılarına kulak tıkamak, denetimlerden kaçmak için rüşvet vermek, “imar affı” adı altında ölüm yasaları çıkarmak gibi her türlü melanet yaşam alanı bulur.
Depremin yol açtığı maddi yıkımın devlet tarafından karşılanması elbette bir zorunluluktur. Ama unutmayalım: Yine çok şey yarım yamalak, iğreti yapılacak, vaatlerin çoğu yine unutturulacaktır. Yeni felaketleri yaşamamanın, evlatlarına iyi bir gelecek hazırlama kaygısı taşımak zorunda kalmamanın tek yolu, toplumsal zenginlikleri üreten ve hizmete sunan sınıfın, işçi ve emekçilerin iktidar erkini ele almasıdır.
Böyle bir iktidarın çıkartacağı ilk kanunlardan biri şu olacaktır: Toprak, doğal kaynaklar, sular, ormanlar, fabrikalar, madenler, demiryolları, su ve hava taşımacılığı, bankalar, posta, telgraf ve telefon kurumları, büyük tarım işletmeleri (büyük çiftlikler, makine ve traktör istasyonları vd.) ile belediye işletmeleri, kentlerdeki konut işletmeleri ve sınai bölgeler kamu mülkiyetidir.
Bütün büyük mülkler kamu malıdır artık. Mülk alım satımı yasaktır. Yurttaşın iş, eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, elektrik, yakacak, su gibi ihtiyaçları işçi iktidarı tarafından planlanmıştır. Bu saydıklarımızın önemli bir kısmı parasızdır. Giderleri işçi devletinin oluşturduğu fonlardan karşılanır çünkü. Bu fonların yöneticilerin çocuklarınca kurulan paravan şirketlerce hortumlanması olanaksızdır. İşçi konseylerinin denetim aygıtları kolektif birikimin toplumun gerçek ihtiyaçları için kullanılmasının da güvenceleridir. İşçi sınıfı tepeden tırnağa örgütlü bir güçtür. Karar mercileri kişiler değil, işçi konseyleri ya da meclisleridir.
Böyle bir düzende hiçbir emekçi yemesinden, içmesinden, tatilinden, eğlenmesinden ve yetkinleşme ihtiyacından kısarak çocuğuna bir ev bırakma derdine düşmez. Buna ihtiyaç kalmaz. Çünkü Diyarbakır’da görev yapan yurttaş Mersin’e taşındığında Diyarbakır’daki evi aldığı koşullarda teslim ederken, Mersin’de temiz ve sağlıklı bir konut onu beklemektedir. Konut, gelir durumuna bakılmaksızın tüm yurttaşların temel hakkıdır çünkü, tıpkı iş, eğitim, sağlık vb. gibi. Kira bedeli elektrik, su, ısınma giderleri ile birlikte, işçi ücretinin küçük bir yüzdesi üzerinden hesaplanır.
Kimse bu boş bir ütopyadır demesin. Bolşevikler bunu geçtiğimiz yüzyılın başında ve üstelik en uygunsuz koşullarda denediler. İlk birkaç yıl çok zorlandılar. Çünkü geri ve yıkık bir ülke devralmışlardı. Ama sonrasında 65 yıl boyunca söylediklerini uyguladılar. Bundan rahatsız olanlar batılı emperyalistler ile onların Sovyetler içindeki uzantıları oldu. Sosyalizmi de onlar yıktı. Dünün yoldaşları olarak Nazi belasını dünyanın başından defeden Sovyet yurttaşları şimdiki kapitalist toplumda bölünmüş ve düşmanlaştırılmış bulunmaktadır. Yine kapitalist kâr için!
Bolşevikler o zaman pek çok şeyi deneyerek öğrendiler. Önlerinde bir deneyim yoktu. Bu elbette hata ve eksikliklere yol açacaktı. Şimdi dünyada sosyalizm için koşullar çok daha uygundur. İşçiler daha eğitimli, bilim daha ileri ve teknoloji muhteşem gelişmişlik düzeyindedir. İşçi sınıf bir de 70 yıllık Sovyet deneyiminin derslerine sahiptir. Neler yapılmaması gerektiği artık bellidir.
Geriye tek şey kalıyor: Kan emicileri işçi sınıfının sırtından atmak. Akıl ve bilimle bütünleşerek toplumun kaderine el koymak. İktidarı işçi konseylerinin eline vermek. İşte o zaman her şey çok güzel olacak!