Bertold Brecht’in 57. ölüm yıldönümü vesilesiyle Kızıl Bayrak’ın 19 Ağustos 2000 tarihli 30. sayısında yer alan “Bertold Brecht: Proleter sanatın çalışkan işçisi...” yazısını okurlarımıza sunuyoruz…
“Savaşta biraz yorulmuş, ama siperinden ayrılmamış bir asker”, devrimci bir sanatçı, materyalist bir sanat kuramcısı...
Sanat sözkonusu olduğunda, kendisini Marksizm’e, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine yakın gören aydın ve sanatçılar, bizzat bu politik kimliği taşıyanlar içinde yüz ağartıcı isimlerin başında gelir Bertold Brecht. Yalnızca yaşamıyla değil, eylemiyle, sanatsal pratiğiyle ve bizzat sanat kuramı alanında Marksizm’e yaptığı katkıyla Brecht, pek çok çağdaşı arasında öne çıkan, kolay aşılamayacak bir düzeyin ve kişiliğin temsilcisidir. Yazık ki, onun marksist sanata yapmaya çalıştığı kuramsal katkı yarım kalmış, yeterince geliştirilememiştir.
Burjuvazi ve burjuva sanatçılar-eleştirmenler tarafından onunki kadar sistemli bir baskıya maruz kalan ve sanatsal çabası kuşatma altına alınan bir sanatçı örneği pek azdır. Öyle ki, Brecht’e, onun sanat anlayışına ve eserlerine dönük burjuva kuşatma ve tahrifat, ölümünden sonra da devam etmiştir ve halen de devam etmektedir. Bu burjuva “ilgi”nin yalnızca onun politik kimliğinden dolayı olduğunu düşünmek son derece yanıltıcı olur. Aksine, yaşadığı dönemde Alman faşizmi onun eserlerine kendisinden daha fazla kin beslemiş, bir süre için sığınmak zorunda kaldığı ABD emperyalizmi diğer sığınmacılara gösterdiği ilgiyi ondan esirgemiş, eserlerinin yayınlanmasına ve sahnelemesine güçlükler çıkarmıştır. Kuşkusuz diğerleri gibi mülteciliği benimsememiş olmasının da bunda bir payı var. Ancak asıl neden, Brecht’in orada ve o koşullarda da burjuvaziye teslim olmaması, ısrarla yürüttüğü savaşa devam etmesidir. Ve şimdi “yüksek sanat anlayışı”nın temsilcileri tarafından, bu düşmanlık sinsi bir tahrifat biçiminde sürdürülmektedir. Burjuvazi, yıllardır reklamından propagandasına kadar Brecht’in anlayışının devrimci yanını budayarak kendine mal etme yüzsüzlüğünü sürdürmektedir.
Burjuvazinin gösterdiği bu tarihsel ilginin işçi sınıfı ve sosyalistler tarafından gösterildiğini, olduğu kadarıyla sürdürüldüğünü söylemek ise zor. Bu, onun ürünlerinin ya da sanat kuramının ve sanatsal pratiğinin anlaşılmaz olmasından kaynaklanmıyor. Aksine, Brecht’in eserleri ve Brechtyen sanat anlayışı, yaşadığı dönemde en çok işçiler ve sıradan halk tarafından ilgi görmüş, dahası anlaşılabilmiştir. Çünkü, bir cümlede özetlemek gerekirse Brecht, eylemin sanatını, dünyayı değiştirmenin ve dönüştürmenin sanatını yapmaya çalışmıştır. Kelimenin yalnızca politik anlamıyla değil, sanatsal anlamıyla da o, proleter sanatın çalışkan bir işçisidir. Sürekli bir araştırma içerisindedir. Yanılmayı da içeren denemelerde bulunmaktan kaçınmaz. Kalıplarla, doğmalarla istediği sonuca ulaşamayacağını bilir. Bu yüzden o, devrimciliği politik angajmanlardan, sanat anlayışını ise burjuva ideolojisinden ödünç alan pek çok sanatçının karşısında gerçek bir devrimcidir, sanatı ise kuramsal arka planı ve sınıfsal özü ile devrimci bir sanattır. Onun eserleri son derece yalın ve halk tarafından kolay anlaşılan özelliğiyle dünyanın dört bir yanında ilgiyle karşılanmıştır. Bu aynı zamanda onun eserlerinin evrensel değerine de bir kanıttır.
Brecht, “halkın düzeyine inmek” bahanesinin arkasına gizlenen halk dalkavukluğundan da, “burjuvazinin yüksek sanatı”ndan da nefret eder. Dahası, onun sanatsal ve kuramsal hasımlarından biri (başta geleni) burjuvazi ve burjuva sanatı (tarihsel kökleriyle klasik sanat anlayışı) ise, bir diğeri, çeşitli kılıklara bürünen halk dalkavukluğu, burjuva etkilerden sıyrılamamış sosyalist sanat ve sanatçılardır. Evet, Brecht saf proleter sanat olmayacağını da söyler, ama bu asla onun burjuvaziye ve onun toplumsal yaşamda, kültürde, sanattaki hakimiyetine karşı savaş yürütmesinin, bunları bir bir ayıklamasının önünde engel değildir.
İşte Brecht’in ve Brechtyen sanat anlayışının sosyalistler cephesinde hak ettiği ilgiyi yeterince görememesinin bir nedeni de, onun sanat anlayışının ve eserlerinin komünist partilerin resmi güvencesini arkasına alan sözde kuramcılarının ortaya koyduğu sanat anlayışıyla açık ya da örtülü bir çatışma halinde olmasıdır. Hazır kalıplara, klişelere, sözde reçetelere olan uzaklığıdır. Belirtmeliyiz ki, bu çatışma esnasında kuramsal alanda sürdüğü ve Brecht, savaş sonrasında yalnızca aydın-sanatçı kimliğiyle değil, bir komünist olarak da sorumluluklarını yerine getirmeye çabaladığı için geri döndüğü ülkesinde dışlanmamış, kuramsal alandaki gerilim ilişkilere yansımamış, Berliner Ensemle Tiyatrosu’nu kurup çalışmalarına orada devam edebilmiştir.
Brecht’in kuramsal çabası ve klasik gelenekle savaş
Brecht’i marksist sanat kuramcıları içinde farklı kılan, herşeyden önce, onun sanata, sanat ve kültür alanındaki sınıf egemenliğine tarihsel materyalist yöntemin eleştirel silahıyla yaklaşabilmesidir. Devrimci sanatsal pratiğinde gösterdiği ısrar ve titizliktir. O, bir bakıma Marks’ın iktisat alanında uyguladığı yöntemi, benzer bir biçimde sanat alanına uygulamaya çalışmıştır. Onun için sanatta proletaryadan yana taraf olmanın bilinci ve temel koşulu budur. Ancak bu gözle bakıdığında, sanat alanında sürmekte olan sınıf savaşının ideolojik-politik görevleri, herhangi bir kabalığa, biçimciliğe düşülmeden anlaşılabilir. Brecht, en köklü sanat dalı olan tiyatroyu kendisine örneklem seçerek kuramsal ve deneysel çalışmalarına başlar. Fakat şiirde de bunu dener.
Ona göre, burjuva sanatının esası-özü, antik Yunan tiyatrosunun klasik temalarının, figürlerinin ve tarzının bugüne uyarlanmış çağdaş bir versiyonuna dayanmaktadır. Kostümler değişmekte, isimler değişmekte, oyuncular değişmekte, fakat temel amaç ve bu amacın temsilcisi olan tiplemeler-roller aynı kalmaktadır. Hatta içerikte bile çok fazla bir değişim olmamaktadır. Devrimci sanat anlayışını (“Epik tiyatro” olarak ün salsa da, aslında “epik”i ve “tiyatro”yu aşmaktadır) buradaki çözümlemeye borçludur.
Çözümlemesini iki kritik kavramla ifade etmek mümkündür: Özdeşleşme ve Katharsis (boşalma-sağaltım). Ona göre klasik sanatın bu iki temel öğesi, burjuvazinin sanattaki hegemonyasının da araçlarıdır.
Amaç ise, seyirciyi (halkı) sanatta (sahnede) yaratılan yanılsamaya ortak ederek onu rahatlatmak ve tiyatrodan (sanatın etki alanından) çıktığından normal hayatına normal işine rahatlamış biçimde devam etmesini sağlamaktır. Bir işçi ya da bir köle olarak gelen izleyici, “doymuş”, duygularını tiyatroda “boşaltmış” (katharsise olmuş) bir şekilde hayata devam etmesi, kurulu düzenin devamı demektir zira.
Bu sanat anlayışı (sahne düzeni ve bizzat oyun yoluyla) daha tiyatrodayken seyirciyi dışlar, onu pasif izleyici bir konumunda tutar. İzlediği şeyi anlaması ve eleştirmesi değil, onunla (iyi karakterler, kahramanlarla) özdeşleşmesi istenir izleyiciden. Oyun (sanat) uyaran, bilgilendiren değil, uyuşturan olmalıdır. Kahramanlar, “nesne”leştirilmiş birer özdeşleşme “özne”si olarak, herkesin yüce duygularını, bir takım toplumsal ideallerini temsil etmelidir. (Bu idealler, oyunda olduğu gibi gerçek hayatta da egemen sınıfın damgasını taşır, doğal olarak) İzleyici adına, onun duygulanım dünyası içinden yapılması gerekeni yapmalı, oyun olması gereken şekilde bitirilmeli, dışarıda-gerçek hayatta tartışılacak-gerçekleştirilecek hiçbir şey kalmamalıdır. Açıkta hiçbir şey kalmamalıdır, bir tek soru işareti bile! Sahne öyle düzenlenmelidir ki, seyirciye bunun içinde bir takım olayların geçtiği gerçek dünyanın bir “temsil”i olduğunu unutturabilsin ve yanılsama katsayısını-oyunun etkisini artırabilsin. Oyuncular da, rollerini öylesine sahici oynamalıdırlar ki, hayattaki herhangi bir gerçek toplumsal karakteri en eksiksiz biçimde verebilsinler. Rollerin, gerçek toplumsal varlıkları (efendiyi oynayan bir “efendi”, köleyi oynayan bir “köle”yi) “temsil” ettikleri anlaşılmasın. Bunun için de oyuncu oynadığı rolle mümkün olduğu ölçüde özdeşleşmelidir. Bu başarılırsa, seyirci de kendisine verilen “seyirci” rolünü daha iyi benimser. Böylece, toplamda, sahne, roller, tema (yani sanatın temsil ettiği gerçekler) gerçekle, gerçek sınıfsal ilişkilerle yer değiştirmeye hizmet eder. Asıl gerçek tiyatronun dışında bırakılır, oyunun yanılsamalı gerçeği seyirciye dayatılır. Varılan yer, oyunun-rollerin bir temsil olduğunun unutturulması yoluyla, izleyicinin gerçek hayata ve ilişkilere müdahalesini ortadan kaldırmaktır. İşte, Brecht için sanatta burjuva gericiliği kendisini bu temel üzerinden, kuşkusuz Antikçağ tiyatrosuna eklenmiş bir dizi yenilikleri de katarak üretmektedir.
Biçim ve içerikte ne denli zenginleştirilme yoluna gidilirse gidilsin, üzerinde ne kadar oynanırsa oynansın, bu tarz ve anlayış esasta gericidir. Devrimci bir anlayış ve niyetle bile olsa, kopya edilmesi değil, savaşılması gerekir. Zira, yanılsama yaratmak, kitleleri pasifizme sürüklemek, işçi ve emekçilere egemen anlayışın köhnemiş araçlarıyla seslenmek, bu yolla onların salt duygularına hitap etmek, devrimci sanatın, devrimci sanatçının işi olamaz. Sanatın, üretimden, hayatın kendisinden koparılıp “yüce” hegemonyasının kalıplarını parçalamalı, sahneyi hayatın içinde kurmalıdır. Resimler tuvallere, resim galerilerine değil, geniş duvarlarda da çizilmeli, caddelerde sergilenmelidir. Boyacıyla ressam, taş yontucusuyla heykeltraş arasındaki yeteneksel ve sınıfsal ayrım, duvarcılar ve taş ustaları lehine bozulmalı, sermayenin büyümesi esasına göre oluşturulan işbölümü ortadan kaldırılmalı, sanat ayrıcalıklı bir işe değil, iş eğlenceli sanatsal ve kollektif bir niteliğe dönüştürülmelidir. Verili üstün yetenekli sanatçı kimliği reddedilmelidir. Sanat bir ayrıcalık, sanatçı ayrıcalıklı bir üst kimlik olmaktan çıkarılmalıdır. Sanat ürünleri ve sanatsal üretim kitlelerin önünde diz çöküp tapınacakları değil, gündelik yaşamda etkileşime girecekleri, dokunacakları, eleştirecekleri, katılacakları, kendilerince yorumlayıp yeniden üretecekleri bir faaliyet haline getirilmeli, buna uygun bir biçim ve içeriğe kavuşturulmalıdır. Sanat, kitlelerin dünyayı dönüştürme pratiğini geliştiriyor, buna hizmet ediyorsa, ezilenlerin elinde gerçek bir silaha dönüşür.
Sonradan bir parça geliştirilmiş biçimiyle bu çerçevede özetlenebilecek Brecht’in sanatsal anlayışının o günkü koşullarda ürettiği kilit kavram “yabancılaştırma”dır. Sanatın bir temsil olduğu gerçeğini karartmaya çalışan egemen klasik anlayışın karşısına Brecht, yabancılaştırmayı, yaratılmaya çalışılan yanılsamayı kırıcı-devrimci bir araç olarak çıkarır. Burjuva sanatsal düzeneğe ve yaratılmaya çalışılan ideolojik manipülasyona bir çomak gibi sokulan bu kavram, basit bir tiyatrol teknik düzenleme değil, son derece güçlü bir ideolojik silahtır. İzleyen (seyirci) ve oynayan (oyuncu), oynanan oyun (sanatsal ürün) ve gerçeklik arasına çekilmiş ve yüzyıllardır kanıksanan bir tarihsel duvarı-bir ayrımı parçalayarak, işçi ve emekçileri devrimci teorinin devrimci sanatının silahlarıyla donatır, onları gerçek yaşamda da seyirci koltuğundan siyasal sahneye çıkarır, sahneyi (sanatı) dünyayı dönüştürmek üzere devrimci müdahalenin bilinciyle ve devrimci eylemin yaratıcılığıyla donatır. Brecht’in eserlerinde bu devrimci tarzın yarattığı etkiyi R. Wintzen, şu coşku dolu kelimelerle ifade ediyor:
“Tiyatro sahnesinde o, ateşli bir tutkuydu sanki, halkın ağzıydı, şiirsel bir şimşek ve yıldırım sesiydi, tatlı bir aşk ezgisiydi.”
Brecht’in sanatsal anlayışı ve eserleri insanları eğlendirmeye, bu dünyayı boş gözlerle izlemeye yönelten değil, kavga meydanına davet eden, onları kışkırtan bir savaş çağrısıdır.
Brecht hem bir anlayış geliştirme hem buna uygun ürünler sunabilme anlamında bir “buz kıran” rolünü hakkıyla yerine getirmiştir. Sanatı mücadelenin ateşinde sınanmış, geriye anlamlı bir miras bırakmıştır. Yarım kalan eserini, eksik kalan çabasını tamamlamak proletaryanın genç neferlerinin görevidir.