“Hasretinden prangalar eskittim” diyerek bitirilen karanfil kokulu cigara... Görüşçünün getirdiği yeşil soğan ile dağılan burukluk... “Sevdalınız komünisttir, on yıldan beridir yatar Bursa kalesinde” ve terk etmez sevdası aç kalsa da susuz kalsa da... Gözler takılıverir haberlerle yüklü geçen bulutlara ve “Buruşuyor hala gelmeyen mektubun avucumda...”
Zindanlar her dönem zulme karşı direnenlerin olduğu kadar düşünenlerin, sorgulayanların, kalemi ile mücadele edenlerin de adresi olmuştur. Hatta kimilerinin en bilinen adresleridir zindanlar. Nazım örneğinde olduğu gibi. Nazım Hikmet 1901’de Selanik’te; Orhan Kemal 1914’te Adana’da; Ahmed Arif 1927 yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Ama sorsalar kütüğünü, “dört duvar arasıdır” denir.
Derdi, düşünceyi anlatmak için kaleme sarılmayı erken yaşlarda öğrendiler. Nazım Hikmet ortaokul yıllarında yazmaya başlamış, ilk şiirleri cumhuriyet dönemi öncesinde yayınlanmıştır. Ahmed Arif’in lise sıralarında yazmaya başladığı şiirleri dergide düzenli olarak çıkıyordu. Orhan Kemal’in hayatına yazma ve gazete babası ile girmiştir. Kastamonu vekili olan babası Abdülkadir Kemali Bey’in siyasi faaliyetleri kapsamında gazete çıkarması üzerine tutuklanma tehdidi altında kalınca Suriye’ye kaçmışlardır. Ve yazmak Orhan Kemal’in de hayatının parçası olmuştur. Eşitsizliğe, sömürüye, savaşlara karşı yaşamları boyunca yazarak eylemde olmuşlardır. Sürgün, zindan, vatandaşlıktan çıkarılmak da hayatlarının parçası olmuştur. Örgütlü mücadele de…
1939 yılında askerdeyken komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle beş yıl hapis cezası almış olan Orhan Kemal’in şansı yaver gider, Bursa zindanında Nazım Hikmet ile yan yana bulur kendini. Orhan Kemal’in Nazım Hikmet ile yollarının kesişmesiyle kurulan dostluk hızla pekişir. Bu süreçte Nazım’ın, öykü ile anlatımının şiirden daha güçlü olduğunu fark etmesi ve yol göstermesiyle, Orhan Kemal edebiyattaki yönünü değiştirir. Şiirden çok öykü ve roman yazmaya başlar.
Zindanın yanı sıra sürgün hayatını da yaşamıştır Nazım. Ölüm tehdidi altındayken Sovyetler Birliği’ne gitti. Köklerini aldığı Anadolu’nun bir köy mezarlığına gömülmeği ve başına bir çınar ağacının dikilmesini vasiyet etmiş fakat sürgünde yaşadığı Moskova’da toprağa verilmiştir. Çünkü 1951 yılında dönemin DP hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Bir dünya şairi olmasına rağmen “vatansız şair” diye tarihe geçen Nazım Hikmet, asıl adı Konstantin Borzecki olan büyük dedesi Mustafa Celaleddin Paşa’nın memleketi olan Polonya’nın vatandaşlığına geçerek Borzecki soyadını almıştır.
Ahmet Arif’in ise bir kitap içinde yayınlanmadan elden ele dilden dile dolaşarak hızla duyulan 33 Kurşun şiiri, yargılanıp tutuklanmasına neden olur. Eğer kendince hesapladığı gün dönümleri onu yanıltmıyorsa kapatıldığı işkencehanede bulduğu kibrit çöpüyle tuttuğu çetelede, işkencede 128 gün kaldığını anlatmıştır.
Bu topraklardan beslenen ve bu toprakları besleyen üç kalem emekçisinden Nazım Hikmet 3 Haziran 1963’te; Orhan Kemal 2 Haziran 1970’te; Ahmed Arif 2 Haziran 1991’de hayata gözlerini yumsalar da dirençleri, kitapları, dizeleri, cümleleriyle kalıcılaştılar. Hayatın aynı yerinden esinlenen gür sesleri aradan geçen zamana rağmen bizlere ulaşmaya devam ediyor. 2 ve 3 Haziran tarihlerine geldiğimizde Ahmed Arif, Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’in aynı yılın aynı günü yan yana yaşamlarının sonlandığını hissettiren, anmalarını birlikte yaptıran temel nokta işçi sınıfından, ezilenden yana tavırları ile ortaya koydukları mücadeledir. Ki tercih ettikleri bu mücadele yollarını zindanlara çıkartmıştır.
Ölüm yıldönümlerinin birleşmesinin temel nedenlerinden biri mücadeleci kimlikleriyle bilinmeleri ve aynı zamanda bu üç kalem emekçisinin tutsaklıkları ile de hafızalara kazınmış olmalarıdır. Yaşamları boyunca egemener tarafından susturulmaya, engellenmeye, yasaklanmaya çalışılsa da mücadelenin, sevdanın, umudun şiir ve öykülerinde her daim konuşmaya, anlatmaya ve her şeye inat onurlu yaşamanın yolunu göstermeye devam ediyorlar.
Orhan Kemal’in Grev öyküsünde bir işçinin ağzından patrona karşı yükselen isyan alınterinin çalınmasını anlatır: “Sen? Bana ekmek veriyorsun ha? Sen kimsin de bana ekmek vereceksin? Çalışıyorum ben, alnımın teriyle kazanıyorum onu... Bana ekmek veriyormuş. Ben çalışmayayım da sen bana ekmek ver. Ulan siz değil ekmek, günahınızı bile vermezsiniz bedavadan!”
Kendimizi yıkmamamız, dirençle/umutla durmamız gerektiğini söyleyen Ahmet Arif’in öğüdüdür unutmamamız gereken: “Nerede olursan ol... İçeride, dışarıda, derste, sırada... Yürü üstüne üstüne, tükür yüzüne celladın, fırsatçının, fesatçının, hayının...”
Tüm yaşananlara ve yaşatılanlara karşı direnmenin yaşamak, yaşadım diyebilmek için direnmek gerektiğine işaret eden Nazım Hikmet’in çağrısıdır kulak verilmesi gereken: “Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak... Unutma! Aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak...”