İki parça ekmeğin tek parçadan fazla olduğunu
Okumadan da anlayabilirsin sen.
Bertolt Brecht
Bir sürgünün öyküsüdür Bertolt Brecht'in yaşamı. Nazi Almanyası’nı kendine mesken edinemeyen bir yurtsuz... Faşizmin kan kokulu nefesi hep ensesi üzerinde ve saçlarında soğuk savaşın rüzgârları ile diyar diyar dolaşan bir özgürlük sevdalısı. Yasaklı bir yazar, kalemine pranga vurulmaya çalışılan. Uyumsuz, isyankâr ve dudağında hep muzip bir gülümseme... Yuvarlak gözlükleri ile elli yaşında bile çocuksu, uçarı bir delikanlı. Evet, bu yüzden yüzü emekten, yüzü sokak çocuklarından, yüzü kuşlardan yana dönük her değer gibi o da hayata gözlerini kapayınca yitirilmeyenlerimizden.
Brecht yitmedi! Devrimci sanatın yapı ustası Brecht, yüzü yoksul mahallelerine dönük her şiirde, senaryoda, emekçilere sanatın taşındığı her mütevazı sahnede yaşıyor! Tiyatro sahnelerinden halkın arasına, ekmek kuyruklarına, vardiya çıkışlarında işçilerin arasına, patlak toplarıyla futbol oynayan çocukların koşturduğu çamurlu toprak sahalara indi bir kere Brecht ve bir daha çekip alınamadı oradan. Burjuvazinin eli boş kalsın! Brecht bizim, biz komünistlerin ve işçi sınıfınındır!
Nazilerin katlettiği Çingene kadınların kınalı ellerinde, atom bombası ile kül olup da yanıveren Japon çocukların çekik gözlerinde, evlatları kurşunlara dizilen Kürt anaların zılgıtlarında ve kendisi gibi bu bozuk düzenden hesap sorup da düşmanın yüzüne tükürmekten çekinmeyen devrimcilerin hapsedilmeye çalışıldığı zindanlarda saklıdır Brecht'in gizi. Fabrikalarda işleyen makinelerin türküsünde...
Hani Ekim Devrimi'nin sıcak günlerinde bir işçi öne atılıp diyor ya arkadaşına "Tarafını seç! Ya onlardansın ya bizden! Ya proletaryadan yanasın ya burjuvaziden!" diye “Sanat da seçimini yapmalıdır" diyordu Brecht işte tam da bu sınıf bilinciyle. Emekçi sınıftan yana bir seçimdi onunkisi. Sanatın her dalını, bu dallarda üretilen her eseri ve her bir sanatçıyı o kaçınılmaz çelişki ile yüzleşmeye zorluyordu. Marksizm’in edebiyata, oyuncusundan izleyicisine tiyatroya ve sahnede duran bir koltuğa bile nasıl uyarlanabileceğini bize en iyi Brecht gösterdi. Bu konuda inatçıydı. Hatta birileri için, örneğin Nazi Almanyası için, örneğin Amerika için, sinir bozucuydu.
Bir tehditti Brecht. Kuramda devrimci, pratikte üretkendi. Yoksulluğu, fakirliği kendine malzeme edip insanları ağlatan duygusal işler onun harcı değildi. Ve sürekli sanatın ne kadar da yüce bir mefhum olduğundan bahsedip durarak sanat eserini sadece estetikten, güzellikten, bir grup üst sınıfın ince zevki olmaktan ibaret sayan sözüm ona "sanat duayenlerinden" hiç değildi! Bir keresinde izleyicisi olduğu bir oyunda kötü oynayan bir oyuncuya oyun sırasında kalkıp küfrediyor ve para cezasına çarptırılıyordu. Bütün hayatı da hemen hemen böyle oldu. Burjuvazinin sanatına küfretmekten çekinmedi.
Kalemi de çalışan, elleri de çalışan, her daim bu dünyanın itilmişlerine dönük gözleri de çalışan… Ama hepsinden çok uğruna ömrünü adadığı marksist sanat kuramını sahneye, oyunlara taşıyarak ezilen milyonlarla devrimci sanatı buluşturmak için çarpan yüreği de çalışan! Bu yönüyle hep üretken, hep emekçi olduğu kadar kuramdan zerre ödün vermeyen sağlam bir düşünür, hayatı boyunca pusulasını Marksizm’den saptırmamış bir komünistti.
Brecht tüm insanlık için fırsat eşitliğinin, adaletin olduğu bir dünyanın nasıl yaratılabileceğini, Marksizm’in bu yola ışık tutabileceğini çağrıştırıyordu eserlerinde. Hayatı boyunca emperyalist savaş karşıtıydı. Paylaşım savaşları sadece zenginleri daha zengin etmeye yarıyordu. Biliyordu ki bu savaşta masumlar, halklar, çocuklar ölecekti. Emperyalistlerin yeni sömürge arayışları içinde istila ettiği toprakların özgürlüğe susamışlığını, isyanını ve ağıtlarını taşıdı eserlerine. İlk evliliğinden olan oğlu Frank büyüdüğünde 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda görevlendirilen bir asker olup bir bombardıman sonucu Rusya'da yaşamını yitirdi.
Baba Brecht oğlunu kucağına aldığında yıllar sonra onu bir savaşta yitireceğini bilmiyordu… O henüz lise yıllarındayken Horatius’un “Dulce et decorum est pro patria mori” (Anavatan için ölmek hoş ve onurludur) sözü üzerine yazdığı bir yazıda sözü geçen vatanın kimlerin vatanı, ölenlerin kimler olduğunu sorguladı. Çünkü biliyordu, bebeklerin büyüyüp asker olacağı bir dünyaydı bu ve savaşlar sürdüğü sürece elbette kendi çocuğu dâhil milyonlarca insan birilerinin çıkarları uğruna ölüme gönderilecekti.
Kölelerinden imdat isteyen efendilere düşman oldu. Öyleydi ya kitapların her sayfasında bir zafer yazılı, ama pişiren kim zafer aşını? Sordu Brecht! Sordukça komünist oldu, sorularını eserlerine yansıttıkça da komünist bir yazar. Komünist bir yazar olduğu kadar sakıncalıydı. Kendisini sakıncalı ilan edenler baktılar ki Brecht’i sahiplenen milyonlar var, o halde onlar da Brecht’in “sakıncasız” taraflarını kitlelere mal etmeye çalıştılar. Onlar Brecht’in karşı olduğu savaşın hangi savaş olduğunu, istediği türden bir barışın nasıl gerçekleşebileceğini anlamayı tercih etmediler. Fakat Brecht, onların kapıları sadece cepleri para dolu burjuva budalalarına açık festivallerine sığmayarak işçilere, emekçilere onun mücadelesini sahiplenenler tarafından taşınmaya devam etti.
Bizim topraklarda Nazım ne kadar "vatan haini" ise, o da Almanya'da o kadar vatan haini oldu! Öyle ki 1933 yılında Alman vatandaşlığından çıkarıldı. Nazilerin vatanında “vatan haini” olmayı başardığı için kendi yüzyılında bizlerin safında olmayı başardığını kanıtladı. Sade karşı durmak değildi onunkisi. O yol gösteriyor, yöntem gösteriyor, sanatı da dünya gibi değiştirme işinin nasıl olacağını anlamaya çalışıyordu. Marksizm'i kendine makas eden bir terzi gibi işliyordu sanat kumaşına yeni biçimleri. Tiyatroyu yatırıyordu overlok masasına sonra. Onu böyle kesiyor, böyle bozuyordu verili biçimini. İzleyici ile oyuncu arasına çekili büyülü perdeyi kaldırıyor, uyuyanların uykularını kaçırıyor, oyuncularına absürt hareketler, sesler, çığlıklar öğütlüyordu. Brecht sahnesi diğer sahnelere hiç benzemiyordu.
Çünkü diğer sahneler lüks kıyafetli hanımlar ve beyler içindi, Brecht'inki varoş yoksulları...
Çünkü diğer sahneler düzeni, uyumu, güzel şeyleri anlatmak içindi, Brecht'inki devrimi, çelişkiyi, uzlaşmayan şeyleri...
Çünkü diğer sahneler hayatın gerçeklerinden insanı kaçırıp dinlendirmek içindi, Brecht'inki insanı hayatın orta yerine atıp yormak için...
Çünkü diğer sahneler "cüzi fiyatlara" cevaplar, öğütler, akıllar veriyordu, Brecht'inki sadece sorular, sorular, sorular... Hem de bedavaya!
Çünkü diğer sahneler sahne değil düpedüz "sahte" idi, Brecht ise bu sahneyi yıkarken sahteyi yıkıyor, yerine gerçeği koyuyordu. Bu yüzden sahte yaşayanlar sevmediler Brecht'i. Brecht de onları hiç sevmedi. O, yaşadığı yüzyılda, bizim safımızda, varoşların ve devrimin Brecht’i olarak yer almaktan onur duydu, Nazım gibi!