ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma vaadi, onlarca yıldan beri Amerikan başkanlık seçimlerinin “temcit pilavı” oldu. Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul etmek anlamına gelen bu karar 1995 yılında alınmıştı. Ancak önceki başkanlar tarafından altı ayda bir erteleniyordu. Filistin halkının onuruna kaba bir saldırı anlamına gelen bu küstahça karar, geçen hafta Donald Trump tarafından onaylandı.
Gırtlağına kadar yolsuzluk ve rüşvet batağına saplanmış bulunan İsrail’in ultra-sağcı Başbakanı Benyamin Netanyahu başta olmak üzere, Tel Aviv’deki ırkçı-siyonist şefler Trump’ın kararını sevinçle karşıladılar. Trump’ın attığı bu adım, “Filistinlilerden arınmış bir Filistin” yaratmak için zaten vahşette sınır tanımayan siyonist devleti daha da pervasızlaştıracaktır.
Emperyalist-siyonist-şeriatçı cephe
ABD, İsrail, Suudi Arabistan üçlüsünün oluşturduğu saldırgan cephe Suriye, Irak, Lübnan, Yemen gibi çatışmalı bölgelerde hezimet üstüne hezimet yaşadı. Suriye’yi ve İran’ı dize getirme, Lübnan ve Filistin direnişlerini tasfiye etme çabaları ters tepti. Saldırgan cepheye karşı duran “direniş ekseni” halen pek çok sorunla boğuşsa da geçmiş yıllarla kıyaslanmayacak derecede güçlendi.
Durumu tersine çevirmek için “esas düşman İsrail değil İran’dır” tezini ortaya atan saldırgan cephe, ne pahasına olursa olsun Filistin davasını tasfiye etmek istiyor. Bu haklı, onurlu, direngen davayı “çözüm” adı altında tasfiye ederek, siyonist devlete Arap halkları nezdinde meşruluk kazandırılabileceğini var sayıyor. Nitekim Kudüs’ü işgalci İsrail’e “bahşeden” Trump, aynı anda Filistin sorununun çözümünden de pişkince söz etti. Elbette “çözüm” dediği şey, Filistin halkının onur kırıcı bir köleliğe boyun eğmesini dayatmaktan ibarettir.
Trump’ın aldığı küstahça karar, aylar süren bir ön çalışmanın ardından geldi. Bu uğursuz çalışmayı siyonizmin baş destekçilerinden biri olan Trump’ın Yahudi asıllı damadı Jared Kushner ile İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Suudi prensi Muhammed bin Selman gerçekleştirdiler. Biri emperyalizmi, biri ırkçı-siyonizmi, biri Vahabi şeriatçılığını temsil eden bu üçlünün ortak özelliği, Filistin başta olmak üzere direnen halklardan nefret etmeleridir. Nitekim bu aynı üçlünün temsil ettikleri güçler Nikaragua Devrimi’ni yıkmak için faşist kontraları finanse etmiş, eğitmiş, silahlandırmış ve Amerikancı Somoza diktatörlüğünü yıkan Nikaragua halkına saldırtmıştı.
Küstahlığın doruğu
Birinci İntifada’nın basıncıyla “Oslo Süreci”ni başlatan ABD emperyalizmi, güya Filistin sorununu çözmek için çaba sarf ediyordu. Elbette ABD her zaman işgalci İsrail’i destekledi. Bununla birlikte şekli de olsa Filistin yönetimini de muhatap alıyor, “sus payı” olarak “mali yardım” sağlıyordu. Bu “mali yardım”ın diyeti, Mahmut Abbas liderliğindeki yönetimin Filistin direnişine karşı tutum alması ve İsrail istihbaratıyla işbirliği yapmasıyla ödeniyordu.
Söylemde “iki devletli çözüm” öneren ABD, siyonist İsrail’in toprak gaspı, sürgün, katliam ile Filistin halkını topraklarından söküp atma politikasını desteklemiştir. Yani ABD, önerdiği çözümü imkansız hale getiren İsrail’in tüm gaddarlıklarını destekledi. Aldığı kararla bir adım ileriye giden Trump yönetimi, Filistin halkının başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız devlet kurma, mültecilerin geri dönüş hakkı, Yahudi yerleşimlerinin yıkılması, İsrail zindanlarındaki esirlerin serbest bırakılması gibi temel taleplerini terk etmesini dayatıyor. Filistin halkına tarihinden, kültüründen, topraklarından, direnişinden, onurundan vazgeçip etrafı tel örgülerle çevrilmiş “Bantustan”larda yaşamayı kabul etmesini dayatan Trump’un kararı emperyalist küstahlığın doruk noktasını oluşturuyor.
Arap gericiliğinin sefaleti
Arap egemen sınıflarını temsil eden Arap Birliği Örgütü, Trump’un kararını ilan etmesinden sonra toplandı. “Trump’ın aldığı kararın tehlikeli olduğu, barış sürecini sekteye uğratacağı, BM kararlarını boşa düşürdüğü, geri alınması gerektiği vb.” ifadelerle sorunu geçiştiren Arap Birliği, ne ABD’ye ne İsrail’e karşı açık bir tutum alabildi. Örgüt, Lübnan Dışişleri Bakanı’nın ABD-İsrail ikilisine karşı somut yaptırımlara başvurulması gerektiği yönündeki önerisini dikkate bile almadı.
Oysa bu utanç abidesi örgüt, geçen ay düzenlediği toplantıda, neredeyse oy birliği ile aldığı (Suriye’nin katılmadığı, Lübnan, Irak ve Cezayir’in karşı oy kullandığı) bir kararla işgalci İsrail’e karşı direnen Lübnan Hizbullahı ile Hamas’ı “terör örgütleri” listesine eklemişti. Bu alçaltıcı karar, Amerikancı Körfez şeyhlerinin örgüte egemen olduklarını ve direnişe karşı siyonist İsrail’le aynı safta yer aldıklarını gözler önüne sermişti. Bu tutum, Arap egemenlerinin dini veya ulusal değil, sınıfsal hassasiyetlerle hareket etmesinden kaynaklanıyor.
Din bezirganları bir kez daha iş başında
Trump’ın kararının üstüne adeta balıklama atlayan AKP şefi Tayyip Erdoğan, Filistin davasını istismar etme fırsatını yeniden yakalamış olmaktan çok memnun görünüyor. Man adaları dosyaları ortalığa saçılmışken, Reza Zarrab’ın itiraflarıyla din istismarcısı AKP şeflerinin nasıl da yolsuzluk ve rüşvet batağına saplandıkları canlı yayınla yeniden dünyaya ilan edilirken, “Kudüs kahramanlığı”na soyunma fırsatını yakalamayı “tanrının lütfu” saydıklarından kuşku duymamak gerek.
Yıllarca Filistin halkının acılarını utanmazca kullanan siyasal İslamcılar, bu sürede siyonist İsrail’le işbirliğini geliştirmeye de devam ettiler. Filistin halkının üzerine bomba yağdıran İsrailli pilotları Konya ovasında eğiterek işe başlayan bu din bezirganları, İsrail’e yağlı silah ihaleleri verdiler, siyonistlerle ticaret hacmini de kat kat arttırdılar. Ucuza kapattıkları IŞİD petrolünü sarayın damadı aracılığıyla İsrail’e sevk eden de onlardan başkası değildi. “One minute” efelenmelerinden sonra Mavi Marmara Davası’nı 20 milyon dolara satanlar, ne zaman ABD’ye adım atsalar, İsrail’in hamisi olan Yahudi lobisinin huzuruna çıkmayı “kutsal vazife” diye ifa ediyorlar. Geçen günlerde ABD’ye giden AKP’li başbakan da bu vazifeyi ifa etti.
Bu arada Kürt halkının mahalle ve köylerini yakıp yıkan, binlerce insanı katleden, Kürt gençlerinin cesetlerini kurda/kuşa yem edenlerin, Filistin halkı için ancak timsah gözyaşları dökebileceklerini de vurgulamak gerekiyor. Tıpkı Filistin halkının celladı Netanyahu’nun Kürt halkı için yaptığı gibi…
Sorun dini değil siyasidir
Kudüs kenti tek tanrılı üç din (Hıristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik) için kutsal kabul ediliyor. Tarihten günümüze bu kente egemen olmak isteyen güçler, hedeflerini “dini bir dava” diye sundular. Oysa esas sorun ne geçmişte ne günümüzde dinseldi. Sorun siyasidir, ekonomiktir, stratejiktir. Şimdi ise her zamankinden daha çok öyledir.
Filistin davası için sembolik önemi olan Kudüs’ü işgalci İsrail’e teslim etmek için çalışanların önde geleni “Hıristiyan” Trump, yardımcıları “Yahudi” Netanyahu ve “Sünni/Vahabi Müslüman” bin Selman’dır. Görüldüğü üzere her üç dinin temsilcisi olmakla iftihar eden bu üçlü, Filistin davasını tasfiye etmek için Kudüs’ü işgalci İsrail’e altın tepside sunuyorlar.
Hal böyleyken “Kudüs Müslümanların ‘kırmızı çizgisidir’” söylemi safsatadan öte bir anlam taşımamaktadır. Nitekim bunu söyleyenler hem ABD emperyalizminin hem İsrail siyonizminin işbirlikçileridir. Kudüs’ün işgalci İsrail’e teslim edilmesine gerçekten karşı olanlar, sadece ve sadece Filistin halkının direnişini samimiyetle destekleyenlerdir. Filistin direnişini desteklemek ise, ancak emperyalizme ve siyonizme karşı net bir duruş sergilemekle mümkündür ki, bu duruştan en uzak olanlar bizzat siyasal İslamcılardır.
Filistin’i halkların birleşik direnişi özgürleştirecektir!
Filistin halkı elbette Trump-Netanyahu-bin Selman “cellat üçlüsü”nün dayatmalarını reddediyor. Kararın alınmasının hemen ardından Kudüs başta olmak üzere Filistin kentlerinde başlayan eylemler, bunu şimdiden kanıtlamıştır. İşgalci ordunun eylemleri engellemek için her zamanki gibi Filistinli gençleri katletmesi, direnişin gelişip yayılmasını engelleyemeyecektir. Filistin’in direnişçi örgütleri yeni bir boyuta taşınan emperyalist/siyonist saldırıya karşı izlenecek mücadele hattını oluşturmak için acil toplanma kararı aldılar. Başta Arap ülkeleri olmak üzere Filistin halkıyla dayanışma eylemleri de devam ediyor.
Filistin halkı ödediği ağır bedellere rağmen işgale ve ırkçı-siyonizme karşı direnme kararlılığını sürdürüyor. Trump’ın kararına karşı üçüncü intifada çağrılarının gündeme gelmesi, bu kararlılığın sağlam olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Ancak saldırgan cephenin bileşimi, saldırının hedefi ve kapsamı göz önüne alındığında emperyalizme, siyonizme ve gericiliğe karşı bölgesel bir direniş geliştirmenin hayati bir önem taşıdığı da görülecektir.
Filistin halkının direnişini ve özgür bir gelecek yaratma mücadelesini hedef alan saldırı, tüm bölge halklarını karanlık bir çıkmaza sürüklemeyi de amaçlıyor. Zira “cellat üçlüsü”nün hedefine ulaşması sadece Filistin halkına değil, tüm bölge halklarına da yeni felaketler getirecektir. Bunu önleyebilmenin tek yolu emperyalizme, siyonizme ve gericiliğe karşı bölgesel/enternasyonal bir direniş örgütlemektir.