Ülke gündemi İstanbul seçimlerine kilitlenmişken, AKP Türkiye’sinin dış politikada girmiş olduğu çıkmaz da giderek derinleşmektedir. Türkiye’nin F-35 ve S-400 konusunda ABD ve Rusya’ya yönelik ikili politikasının artık sonuna gelindi. Belli bir süredir süren bu tartışma, son olarak Türkiye’nin S-400 sistemlerinin eğitimi için Rusya’ya personel göndermesi ile daha belirgin hal alarak kriz aşamasına sıçradı.
Son olarak ABD Savunma Bakanı Vekili Patrick Shanahan’ın Savunma Bakanı Hulusi Akar’a hitaben yazdığı mektup basına sızdırıldı. Türkiye’nin açıkça tehdit edildiği söz konusu mektupta, Türkiye’nin S-400 almaktan vazgeçmemesi halinde F-35 programından tamamen çıkarılacağı, “Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşıkoyma Yasası” (CAATSA) kapsamında ekonomik yaptırımlara uğrayacağı belirtiliyor. Bunun “istihdamda, milli gelirde ve uluslararası ticarette kayıplara neden olacağı” vurgulanarak, “S -400 tutumunuzu değiştirme seçeneğiniz halen bulunmaktadır” sözleriyle son bir uyarı yapılıyor. Bu arada ABD’nin Türkiye’ye 31 Temmuz’a kadar süre tanındığını ise Savunma Bakan Yardımcısı Ellen Lord açıkladı.
ABD mektupta ayrıca, “Türkiye’nin S-400 tedariki ulusunuzun Birleşik Devletlerle ve NATO bünyesinde iş birliğini geliştirme ve koruma imkânlarını aksatacak, Türkiye’nin Rusya’ya stratejik ve ekonomik aşırı bağımlılığına yol açacak ve Türkiye’nin savunma sanayi ve iddialı ekonomik kalkınma hedeflerini baltalayacaktır” diyerek, durumun kendisi için ciddiyetini net olarak belirtti. Zira böylesi bir füze sistemi askeri anlamda bu sefer Türkiye’nin Rusya’ya stratejik bağımlılığının önünü açacağı için basit bir silah ticareti meselesi değildir.
ABD açıkça, “Birine veya ötekine sahip olabilirsiniz, ikisine birden değil” diyerek Türkiye’yi uyarırken, AKP S-400 alımının bitmiş bir anlaşma olduğunu söyleyerek, geri adım atamayacağını söylemektedir.
AKP aklı şimdiye dek “batı ülkelerine karşı bir tedbir olarak” konuşlanmış S-400 füze sistemi ile NATO bünyesindeki silahların aynı depoda olmasının mümkün olacağına inanmış görünüyor. İktidar temsilcileri bu şekilde iki emperyalist güç arasında bir nevi denge politikası güttüklerinden ve buna da bağımsız bir ülke olarak haklarının olduğundan dem vuruyorlardı. İçte çokça propaganda edilen “büyük ve güçlü” Türkiye’nin kendi güvenliği için S-400 almasında ne gibi bir sorun var diye kendilerini avutsalar da, ABD’ye uzlaşı adına pek çok öneri de götürdüler. Hatta “alıp kullanmayız” minvalinde trajikomik açıklamalar bile yapıldı.
Bu ikili oynama tutumu AKP iktidarına Ortadoğu’da neo-Osmanlı hevesler ve özellikle Kürt düşmanı politikalar çerçevesinde belli bir manevra alanı da sağladı. Ancak çoktandır yolun sonuna gelinmişti. Erdoğan’ın şu an içinde olduğu çıkmazın gerisinde bu değişken pragmatik politikalar var. AKP, iki emperyalist efendi arasında cambazlık yapmayı, kimi pazarlıklarla politik manevralara girişmeyi içeride de “dünya lideri” pozuyla propaganda malzemesi olarak çokça kullandı. Gelinen yerde artık hareket alanı kalmamıştır ve somut bir tercihle karşı karşıyadır. Şimdiye dek efendilerine yaptıkları hizmetler gereği bir ayrıcalığa sahip olacaklarını sanıyorlardı. Şimdi “stratejik ortaklarının” yaptıklarına serzenişte bulunmaları ve “ittifak ruhuna aykırı” davranmakla suçlamalarını ise kimse ciddiye almamaktadır.
Öte yandan AKP ile birlikte son dönem koalisyon halindeki Avrasyacı klik ise bu süreci kendi çizgisinin yaşam bulma vesilesi haline getirerek, S-400 alımına daha farklı bir anlam yüklüyor. Türkiye’nin batı emperyalizminden koparak “yeni bir jeopolitik konum ve kimlik edinmesi” gerektiğini işliyor. Hatta şimdiden Türkiye’nin kamp değiştirdiğini düşünen Perinçek, “Türkiye Avrasya’daki şerefli yerini alıyor” diyerek bol keseden atıyor!
Kuşkusuz S-400 alımının sembolik bir yanı vardır. Ancak, içinde farklı eğilimler barındırsa da gerçekte Türk sermaye devletinin bir kamp değiştirme seçeneği yoktur. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye, sadece askeri anlamda değil, ekonomik vb. çok yönlü iplerle batılı emperyalistlere bağlıdır. Daha geçtiğimiz mayıs ayında yapılan Reform Eylem Grubu (REG) toplantısında Türkiye AB üyeliği hedeflerine sıkı sıkıya bağlı olduğunu belirtmiştir.
Şimdiye dek olduğu gibi kuyruğu dik tutma çabasıyla sergilenen kimi çıkışlara, istediğimizi yaparız efelenmelerine “bağımsızlık” anlamı ithaf etmenin hiçbir karşılığı yoktur. Bunun sermaye düzeni gerçekliğinde iç politikaya hizmet eden içi boş söylemlerden ibaret olduğunu, neredeyse mütemadiyen yinelenen çark etme ve yaltaklanmalar yeterli açıklıkta göstermektedir. Yer yer hâlâ da edilen büyük lafların pek yakında yutulacağına da kuşku duyulmamalıdır.
Japonya’da yapılacak G20 zirvesinde Erdoğan hem Trump’la hem de Putin’le görüşerek bir formül arayışında olacaktır. Şu an düğümlenmiş hale gelen bu karmaşık tablodan ciddi bedeller ödeyerek çıkış formülleri bulunabilir. Bunun biçimi, zamanı için önden bir şeyler söylemek gereksiz olsa da kesin olan şu ki bu ikili cambazlığın, hele de derinleşen ekonomik kriz koşullarında ciddi sonuçları olacaktır. Bunun tüm olumsuz sonuçlarını ise işçi ve emekçiler ödemeye devam edecektir.