12 Eylül: Tarihin kendinden utandığı gün

12 Eylül’ün bozucu ve yozlaştırıcı etkileri sadece ekonomik ve siyasal alanda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da ciddi anlamda görülmektedir. Bu gerici kuşatmayı parçalayacak olan güç ise işçi sınıfının örgütlü birliği ve sermaye sınıfının egemenliğine karşı geliştirilecek devrimci sınıf hareketidir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 12 Eylül 2024
  • 12:30

Cumhuriyetin kuruluş tarihini izleyen yıllardan 1960’lara kadar Türkiye işçi sınıfı ve sol hareket, belli çıkışlar yapsa da nispeten zayıf ve örgütsüzdü. İstanbul Saraçhane’de 1961 yılının son gününde İstanbul İşçi Sendikaları Birliği (İİSB) tarafından düzenlenen mitinge yaklaşık 150 bin kişi katılır. 1950’li yılların birikiminin bir sonucu olan Saraçhane mitingi, işçi sınıfı üzerinde bir buz kıran etkisi yaratarak ölü toprağını atmış ve altmışlı yıllar boyunca yükselecek olan sınıf hareketinin fitilini ateşlemişti. Saraçhane mitinginin ardından 1963’te gerçekleşen Kavel Kablo direnişi ile grev ve lokavt yasağı fiili olarak kaldırıldı. Ardından grevler, direnişler ve işgallerde belirgin bir yükseliş başladı. 60’lı yıllarda gelişen işçi sınıfı hareketinin bir ürünü olarak TİP (Türkiye İşçi Partisi) sendikacılar tarafından kurulmuş, bir süre sonra yönetim dönemin ilerici aydınlarına devredilmiştir. Sınıf mücadelesinin gelişimi Türk-İş Konfederasyonu’nun çatlamasına ve mücadelede kararlı sendikaların DİSK’i (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) kurmasına da zemin hazırlamıştır.

Hızla gelişen işçi sınıfı ve emekçi hareketi sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda da önemli sıçramalara yol açtı. Ekonomik, sosyal ve siyasal istemler üzerinden radikalleşen işçi sınıfı, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ile zirve noktasına ulaştı. Bu on yıllık süreç, sınıf hareketinin bilinç ve örgütlülük düzeyinde belirgin bir yükselişe yol açtı. Böylece sol-sosyalist hareketlerin gelişmesine muazzam bir dayanak sağlamış oldu. İşçi sınıfı ve devrimci hareketin yükselişini önleyemeyen sermaye devleti, 12 Eylül’ün bir ön ve açık provası olan 12 Mart darbesi ile hem yükselen dalgayı hem kitleselleşen ve devrimcileşen gençlik hareketini boğmak istedi.

12 Mart darbesine ve devrimci önderlerin katledilmesine rağmen 1974’te devrimci yükseliş yeniden başladı, devrimci kitle hareketlerinin yeniden büyümesi ve militanlaşarak yaygınlaşması 12 Eylül darbesine kadar muazzam bir gelişim gösterdi. 12 Mart’tan 12 Eylül’e kadar geçen süreç pek çok grev, direniş, protesto, miting ve eylemlere sahne oldu. Kitle eylemlerine paralel olarak devrimci-demokrat hareket de büyük bir sıçrama yaşadı. Bu büyük yükseliş devlet ve “sivil” faşistler tarafından organize edilen faili “meçhul” cinayetler, tutuklamalar, işkenceler, kitlesel katliamlar, polis provokasyonları vb. yöntemlerle ezilmeye çalışıldı. 12 Eylül darbesi işte bütünlüğü üzerinden böylesi bir dönemde, emperyalizmin ve sermayenin çıkarları doğrultusunda CIA-NATO desteğiyle gerçekleştirildi.

12 Eylül ve gençlik

Gençlik hareketi tarihinde anti-emperyalist mücadele önemli bir yer tutar. Bu durum sadece Türkiye gençlik hareketine özgü değildir. Tersine dünya çapında gelişen anti-emperyalist devrimci dalganın Türkiye’ye dönük bir yansımasıdır.

Tüm altmışlı yıllar boyunca gelişen toplumsal mücadele, genç ve militan bir devrimci kuşak yarattı. Üniversite sıralarından kalkıp meydanları dolduran bu genç kuşak, hafızalara kazınan pek çok eyleme öncülük etti. 1969’da ABD büyükelçisi Robert Komer’ın arabasının ODTÜ’de yakılması, 6. Filo karşıtı eylemde Amerikan askerlerinin Dolmabahçe’de denize dökülmesi, kitlesel NATO karşıtı eylemler vb… O süreçte pek çok eylem ve direniş yapılmış, emperyalizmin vahşi saldırganlığına karşı Vietnam ve Küba; İsrail işgaline karşı Filistin gibi ülkelerin direnen halkları desteklenmiştir.

12 Eylül’de hem emperyalizm hem de onun yerli işbirlikçileri gençliğe karşı amansız bir saldırıya geçerek bu devrimci dinamiği ezebilmek için her şeyi yaptılar. Erdal Eren’i henüz 17 yaşındayken idam sehpasına gönderen bu faşist zihniyet, devrimci gençliğe yönelik saldırıların devam edeceğini daha en başından ilan etti. Darbe ile tüm toplumsal muhalefeti bastırmayı hedefleyen sermaye iktidarı, gençlik hareketini çok yönlü olarak kuşatarak onun devrimci-militan yönünü dizginlemek istedi. 1981 yılında, sermayenin direktifleri doğrultusunda kurulan Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK), bu bağlamda gençliğe yönelik saldırganlığın kurumsallaştırılması idi. Faşist askeri cuntanın eliyle organize edilen bu kurumla laik ve bilimsellikten uzak, dinci-gerici öğretim sisteminin önü açıldı. Bu gerici kurum, gençlik hareketini kontrol altında tutarak biriken enerjinin devrimci kanallara akmasını engellemenin bir aracı olarak kullanıldı.

Bugünkü eğitim-öğretim sisteminin içler acısı durumu, 12 Eylül düzeninin olduğu gibi devam ettiğinin somut kanıtlarından biridir. AKP’li yıllar boyunca dokuz kere Eğitim Bakanı değiştiği. Her gelen bakan defalarca müfredat değişikliği yaptı. Sonuç olarak laik ve bilimsellikten tamamen uzaklaşmış bir eğitim-öğretim modeli oluşturuldu. 12 Eylül’ün bir ürünü olan imam hatiplerin yanı sıra, “ÇEDES projesi” vb. uygulamalar ile tarikat ve cemaat mensupları “öğretmen vasfı” ile ilk ve orta okullarda dahi fink atmaya başladı. Öte yandan binlerce öğretmen atanmayı bekliyor ya da atanmadığı için farklı sektörlerde çalışmak zorunda kalıyor, iş cinayetlerine kurban gidiyor. Kimileri ise intihara sürükleniyor.

AKP şefi Erdoğan’ın “Türkiye’de üniversitesi olmayan ilimiz yok” diyerek övünmesi, üniversiteyi dört duvardan ibaret gören bir zihniyetin de açık göstergesidir. Bugün pek çok okulda nitelikli öğretmen/akademisyen olmaması, ortaöğretim ve yükseköğretim giriş sınavlarındaki başarı ortalamasının oldukça düşük olması, Erdoğan’ın o çok övdüğü eğitim sisteminin yarattığı enkazı gözler önüne sermektedir. 23 yıllık AKP gericiliğinin yıkıcı rolü belirgin olsa da tahribatın başlama süreci 12 Eylül’e kadar uzanıyor.  

Özet olarak, 12 Eylül askeri faşist darbesinin yarattığı bu boğucu atmosfer, pek çok açıdan gençliği kuşatarak kötürümleştirdi. Bunun esas nedenlerinden biri, mücadeleci genç bir kuşağın politikleşmesinin ve tekrardan sokaklara inmesinin egemenlerde yarattığı korkudur. Pek çok defa ifade ettikleri gibi; okuyan, düşünen, araştıran, sorgulayan ve harekete geçen bir gençlik, liberal ya da muhafazakar hangi sosa bulanmış olursa olsun sermaye iktidarları için tehdit sayılmaktadır. Onlar zorbalara biat eden “dindar/kindar” bir gençlik yaratmak istiyorlar. Hem 12 Eylül’ün mimarları hem onun zihniyetini devam ettiren iktidarlar için, gençliği kontrol altına alabilmek ve sosyalist düşüncelerden uzak tutabilmek en önemli sorunlardan biri olagelmiştir.

12 Eylül ve sınıf hareketi

Emperyalistlerin, darbe için “Bizim çocuklar başardı!” demesi, savaş aygıtı NATO’nun Brüksel’deki karargahında bunun için kadeh tokuşturulması, 12 Eylül faşist darbesinin esas amacının toplumsal muhalefeti boğarak devrimci hareketi tasfiye etmek olduğunu kanıtlamaktadır. Darbenin yaşandığı dönemi izleyen günlerde, dönemin TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Refik Baydur'un, “Bugüne kadar hep onlar (işçiler) güldü, artık gülme sırası bizde!” demesi de darbenin kime hizmet ettiği hakkında net bir fikir verir. Bu söylemler, faşist darbenin sınıfsal niteliğine de ışık tutmaktadır.

12 Eylül’ün ardından 650 bin kişi gözaltına alınmış, 1 milyon 683 bin kişi fişlenmiş, 517 kişi idam cezasına çarptırılmış, 50 kişi asılarak idam edilmiş, yüz binlerce kişi gözaltında ve cezaevlerinde işkenceye maruz kalmış, yüzlerce kişi o vahşi işkencelerde katledilmiştir. Böylece darbenin yarattığı gerici atmosferin boğucu koşullarında ilerici-devrimci hareket postalla ezilmiş, sınıf hareketi ise bütün cephelerinde olabildiğince etkisizleştirilmiştir.

Sermaye sınıfı için can simidi olan 12 Eylül darbesi, sadece sosyal, kültürel, sınıfsal olarak değil, ekonomik olarak ta büyük bir yıkıma yol açmıştır. Sermayenin çıkarları çerçevesinde bir dizi saldırı gerçekleştirilmiş ve bu sayede neo-liberal ekonominin yolu düzlenmiştir. Bu saldırıların bir ilk adımı olarak, işçi sınıfının dişe diş mücadelesiyle kazandığı pek çok hak tırpanlanmış, DİSK kapatılmış, 52 sendikacı idamla yargılanmış, grevler yasaklanmıştır. Öte yandan, sermayedarların çıkarları doğrultusunda işçi sınıfı ve emekçiler için ağır bir yıkım anlamına gelen “24 Ocak Kararları” Kenan Evren’in başını çektiği faşist generaller tarafından devreye sokulmuştur. 24 Ocak Kararları ile birlikte vahşi neo-liberal politikalar uygulanmaya başlamış, sömürü ve baskı had safhaya ulaşmış, sendikal örgütlenmenin fiili olarak önüne geçilmiş, esnek ve güvencesiz çalışma yaygınlaşmış, ücretler düşürülmüş ve bir bütün olarak sermayenin önündeki tüm engeller kaldırılmaya çalışılmıştır. Faşist yönetim “82 Anayasası” olarak bilinen cunta anayasası ile sınıfa yönelik tüm saldırıları yasalaştırarak garanti altına almıştır. Ancak cuntanın yoğun baskılarına rağmen ne işçi sınıfının yeniden harekete geçmesi engellenebilmiş ne gençlik hareketinin yeniden yükselişi önlenebilmiştir.

***

1990’lı yılların başından itibaren yüksek enflasyon, cari açık ve sermaye açısından finansal istikrarsızlığın olduğu Türkiye ekonomisinde, krizin faturasını bir kez daha işçi ve emekçilerin sırtına yüklenmek için “5 Nisan Kararları” alınmıştır. 24 Ocak Kararları’nın bir benzeri olan bu paketin içinden kamu harcamalarının kısılması, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, dolaylı vergi oranlarının artırılması, memur maşlarının sınırlandırılması gibi kapsamlı saldırılar yer alıyordu. Elbette bu kararlar gelişigüzel oluşturulmuş ekonomi paketleri değildi. Sermayenin çıkarları doğrultusunda İMF ile birlikte hazırlanan sistematik soygun ve sömürü programı idi söz konusu olan.

Bu saldırılar tüm 90’lı yıllar boyunca sürecek olan kapsamlı devlet terörünün de bir parçası idi. 90’lı yıllar boyunca, sermaye iktidarı ilerici-devrimci güçlere yönelik yeni bir karşı saldırı başlattı. Bu saldırı silsilesi ile başta yükselen Kürt özgürlük hareketi olmak üzere, devrimci-demokrat örgüt ve kurumlara, öğrenci ve gençlik hareketlerine, ayrımcılığa maruz kalan Alevi emekçilere, zindanlarda tutulan siyasi tutsaklara kadar bir bütün olarak toplumsal muhalefete karşı tekrar azgın bir devlet terörü estirildi. Emperyalizmin desteğiyle kurulan kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, JİTEM gibi gayri resmi militarist oluşumlar ile binlerce faili meşhur cinayet işlenmiş, sol-sosyalist hareket ve Kürt halkına yönelik sistemli bir imha politikası uygulanmıştır. 1999’da Ulucanlar’da ve 19 Aralık 2000’de bir çok hapishanede gerçekleştirilen katliamlar ise bu saldırıların zirvesini oluşturmuştur.

12 Eylül düzeni sürüyor

AKP’nin iktidarda olduğu 23 yıllık sürece bakıldığında görülecektir ki, 12 Eylül düzeni her alanda devam etmektedir. Dinci-gerici eğitim sistemi ile okullar gerici dernek, tarikat ve cemaatlerin yuvaları haline getirildi. Müfredatta din derslerinin saat sayısı arttırılırken, başta “evrim teorisi” olmak üzere fen derslerinden pek çok konu kaldırıldı. Öte yandan, MESEM projesi ile staj ve uygulamalı eğitim, sermayenin ucuz iş-gücü ihtiyacına göre şekillendirildi. Böylece çocuklar okul sıralarından kalkıp fabrikaların yolunu tutmak zorunda bırakıldı. Ağır çalışma koşulları ve alınmayan önlemler yüzünden pek çok çocuk iş cinayetlerine kurban gitti ya da sakat kaldı.

AKP iktidarı boyunca demokratik hak ve özgürlükler olabildiğince tırpanlandı. Kendi iktidarına yönelik en ufak muhalefete dahi tahammül göstermeyen dinci-faşist iktidar, muhalif sesleri yargı sopasıyla susturmaya çalıştı/ çalışıyor. Öte yandan sermaye iktidarı toplumu din, dil, ırk, cins ayrımları üzerinden kutuplaştıran politik bir hat izleyerek şoven-milliyetçiliği körüklüyor. Kürt halkına yönelik azgınca gerçekleştirilen inkar ve imha politikaları ile 12 Eylül generallerine taş çıkaracak yöntemlere başvuruyor.

17-25 Aralık olaylarına kadar ikiz kardeş olan AKP ile Fethullah Gülen cemaatinin yolları çıkar çatışmaları sonucunda ayrılmıştı. 15 Temmuz’daki başarısız şaibeli darbe girişiminin ardından OHAL ilan edilerek, Erdoğan’ın yetkileri alabildiğine genişletildi. Bu yetkileri pervasızca kullanan Erdoğan, 15 Temmuz için “Allah’ın lütfu” yorumunu yapmıştı. Pek çok kez darbe demagojisi üzerinden uzatılan OHAL ile hiçbir hak, hukuk, yasa vb. takılmadan bir dizi saldırı hayata geçirildi. Devrimci-ilerici kamu emekçilerine kitlesel olarak tasfiye edildi, pek çok devrimci-ilerici muhalif demokratik kitle örgütü, dernek, gazete, dergi, televizyon, radyo vb. mühürlendi. Üniversitelere kayyım yoluyla Saray kuklası rektörler atandı. Kürt halkının seçtiği belediye başkanlarının yerine kayyım yönetimler getirildi, Kürt dili yasaklandı vb…

Erdoğan’ın OHAL dönemi için hafızalara kazınan aşağıdaki açıklaması dinci-faşist iktidarın sınıfsal karakterine ayna tutmaktadır:

“Olağanüstü hali biz iş dünyamız daha iyi çalışsın diye yapıyoruz. Soruyorum, iş dünyanızda herhangi bir sıkıntınız, aksamanız var mı? Biz göreve geldiğimizde OHAL vardı. Ama bütün fabrikalar grev tehdidi altındaydı. Hatırlayın o günleri. Şimdi böyle bir şey var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifadeyle anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız”

“Her şey sermaye için” mottosu ile hareket eden iktidar, bugün içinde bulunduğumuz krizin faturasını da (tıpkı 24 Ocak ve 5 Nisan kararlarında olduğu gibi) işçi-emekçilerin sırtına yüklüyor. Orta Vadeli Program’a (OVP) bakıldığında 5 Nisan kararları ile olan benzerliği dikkat çekiyor. Sermaye için can simidi olarak hazırlanan OVP ile yapılmak istenen de budur zaten.

Sonuç olarak tüm bu olgular dikkate alındığında, dönemin faşist parti şeflerinin 12 Eylül için “Biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda” sözünü boşa söylememiş olduğunu görüyoruz. 12 Eylül generalleri öldü ama faşist zihniyetleri iktidardaki hakimiyetini sürdürmeye devam ediyor. 12 Eylül’ün bozucu ve yozlaştırıcı etkileri sadece ekonomik ve siyasal alanda değil, sosyal ve kültürel alanlarda da ciddi anlamda görülmektedir. Bu gerici kuşatmayı parçalayacak olan güç ise işçi sınıfının örgütlü birliği ve sermaye sınıfının egemenliğine karşı geliştirilecek devrimci sınıf hareketidir.

K. Torlak