Son genel seçimlerde yaşadığı zayıflamanın ardından Sol Parti’de (Die Linke) başlayan kriz giderek derinleşiyor. Yaşadığı “kimlik yitimi”ne paralel olarak tabanını yarı yarıya kaybeden Sol Parti, son günlerde yaşanan skandalla da sarsılıyor. Burjuva düzen partileri arasında bir parça “sol”da durmaya çalışan bir parti konumundan hızla uzaklaşarak liberal sosyal demokrat bir parti haline gelen Sol Parti, böylece magazin gazeteciliğinin gündemine de girmiş bulunuyor.
Son günlerde Almanya’nın Hessen Eyaleti’nde Sol Parti içinde yaşanan cinsel saldırı iddialarının ardından milletvekili Renner, meclis grubunda cinsel istismar konusunda koca bir skandalı deşifre etti. Parti içinde görmezden gelinen skandala tepki gösteren genel başkan Hennig-Wellsow’un istifa etmesi ise, partinin bir çöküşe doğru gittiğinin işareti olarak değerlendiriliyor.
Almanya genelinde yapılan son anketlere göre Sol Parti’nin oy desteği yüzde 4’lere kadar gerilemiş. Giderek eriyen toplumsal desteğini doldurabileceği bir alan bulunmuyor. Ülkede köklü bir burjuva sosyal demokrat parti (SPD) varken ve aralarındaki ayrım çizgileri silikleşmişken, Sol Parti’nin çöküşü kaçınılmazdı. Son seçimlerde de görüldü ki, kendi parti programını dahi savunamaz hale gelmiş bir partinin “sol” adına söyleyebileceği sözü de kalmamıştır.
Saarland Eyaleti'nde Mart ayında gerçekleşen seçimler, Sol Parti’nin bu ülkenin emekçileri adına yapabileceği bir şey olmadığını bir kez daha gösterdi. Yüzde 12.8 oy oranıyla Eyalet Parlamentosu’nda temsil gücü olan Sol Parti’nin bu seçimlerde aldığı oy oranının yüzde 2.6’ya düşmesi, yaşadığı erimenin boyutu hakkında fikir veriyor.
Sol Parti’de neler oluyor?
Berlin duvarının yıkılıp Almanya’nın birleşmesinin ardından PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) ve daha sonraki adıyla Die Linke, sosyalizm söylemiyle ortaya çıktığı o zaman ne idi, ne yaşandı ve ve akıbeti ne olacak sorusuna yanıt vermeye çalışacağız. Partiyi gerçek manada çöküşe götüren sebeplerin masaya yatırılması yerine kişisel suçlamalar ve cinsel istismar gibi skandallar ile geçiştirilmeye çalışılması ise, ancak magazin gazeteciliğinin sorunu olabilir.
PDS/Die Linke’nin sosyalist ideallere sahip olduğu iddiası baştan beri bir aldatmacaydı. PDS, 1989 yılı Aralık ayında Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nden (SED) geri kalan kadrolarla inşa edildi. Kuruluşundan beri gerici muhafazakar hükümetler tarafından kriminalize edilmiş, Anayasa Koruma Örgütü raporlarında sistem karşıtı bir örgüt olarak yer almış ve partiye ait birçok taşınmaza el konulmuştu. Gerici Alman sermaye devletinin bütün bu saldırılarına rağmen Almanya’nın doğu eyaletlerinde gücünü korumayı ve bütün Doğu Eyalet Meclisleri’nde en güçlü parti olmayı yine de başarmıştı. Almanya’nın birleşmesinden sonra eski Doğu Alman toplumunu tanıyor olması sayesinde, parti başkanı Gregor Gysi ile bu süreci başarılı bir şekilde yönetebilmişti.
PDS’in o dönem yarattığı basınç SPD’de “sol kanat” olarak tanımlanan bir kesimi partiden koparmıştı. 2005’te SPD’den Oskar Lafontaine öncülüğünden ayrılan bir grup ve sendikacılar tarafından kurulan Emek ve Toplumsal Adalet Partisi WASG’nin 2007’de PDS ile birleşmesiyle bugünkü Sol Parti kurulmuştu.
Süreç içinde PDS’in DDR’den (Demokratik Alman Cumhuriyeti) kalma değer ve alışkanlıkları hızla aşınmış, parti liberal bir çizgiye oturmuştur. Öyle ki, Sol Parti’nin hükümeti oluşturduğu eyaletlerde, sosyal kısıtlamalar, mültecilerin yoğun bir şekilde sınır dışı edilmesi ve polis teşkilatının silahlandırılmasına varan uygulamalar rutin bir hal almıştır. Bu uygulamaların parti içinde kabul görmesi için de Sahra Wagenknecht ile Oscar Lafontaine “özel görevli”ler olarak rol üstlenmişlerdir.
2011’den itibaren Sahra Wagenknecht-Oskar Lafontaine ikilisi burjuva basın tarafından ‘Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg” olarak lanse edilmeye başlandı. Almanya’nın en önden gelen burjuva gazetesi Die Welt işi, “Sahra ve Oskar, Rosa ve Karl’ın izindeler” manşeti atma noktasına vardırdı. Neredeyse her akşam bir televizyon kanalında konuk ediliyorlardı.
Yarım asra yakın süre SPD’de görev yapmış, parti başkanlığından maliye bakanlığına kadar yükselmiş bir düzen politikacısı, “eski kurt” olarak tanımlanan Lafontaine, bu görevlerinden istifa ederken, gerekçesini SPD’nin “toplumsal barışı koruma görevini yapamadığı”na dayandırmıştı. Böylece WASG ile PDS’in birleşerek kurduğu Sol Parti sosyal demokrasinin misyonunu üstleniyordu.
2004-2009 yılları arasında Sol Parti Avrupa Parlamentosu milletvekilliği, 2010-2014 yıllarında partinin genel başkan yardımcılığı ve 2015 yılında ise Federal Meclis’te Sol Parti Grup Başkanlığı yapmış olan Sahra Wagenknecht, “Açgözlü Olmadan Zenginlik” başlıklı bir kitap kaleme almıştı. Kitabın tanıtımında, “Yeni mülkiyet biçimleri ve aydınlanmanın unutulmuş idealleri” hakkında siyasi bir tartışma başlatan, “farklı bir ekonomik mülkiyet yapısına ve sermayeye giden yolların demokratikleştirilmesi”ni talep eden Wagenknecht, dikkatleri üzerine çekmişti. 2021’de yayımlanan “Kendini Haklı Görenler-Benim Karşı Programım -Topluluk Ruhu ve Birliktelik” kitabıyla da kendinden söz ettirmeye devam etti. Bu kitabında serbest ticarete karşı olduğunu belirtiyor, “bu kuralları o denli değiştirilmeliyiz ki, her ülke kendi ekonomi politikasını yeniden şekillendirmek için daha fazla özgürlüğe sahip olsun” diyor ve Almanya “kendi standartlarını baltalayarak ithalata karşı korumasız kalıyor... Ucuz ithalattan ve düşmanca devralmalardan korumak demokratik bir görevdir...” demekten de çekinmiyordu. Açıkça “Alman milli ekonomisini koruma”yı hedefliyor, Alman tekellerinin dünya ölçüsündeki vurgunlarından ise hiç söz etmiyordu, vb... Sermaye düzenine hayranlığını, Almanya’nın 1950’li-1970’li dönemine ayırdığı bölümde daha açık dışa vuruyordu. Bu dönemde “artık göze çarpan toplumsal çelişkilerin olmadığı, çaba harcayan ve kurallara uyan herkesin toplumsal ilerleme ve refah içinde yaşama şansına sahip olduğu... Başarı, çalışkanlık, disiplin, düzen, güvenlik, istikrar gibi değerlerin işçi sınıfının yanı sıra geleneksel burjuva ve küçük-burjuva kesimler tarafından da paylaşıldığı” gibi argümanlarla, sol adına sağda nasıl konumlanabileceği ortaya konuluyordu.
Sol Parti ve Ukrayna savaşı
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, emperyalistler arasındaki hegemonya savaşlarının kızışması, kendisini sol ve ilerici gösteren eğilimleri gerçek renklerini belli etmeye zorladı. Bu süreç Sol Parti içinde olup bitenlere de ayna tuttu.
PDS ve Sol Parti’nin kurucusu Gregor Gysi, 2022 Şubat’ında Federal Hükümetin silahlanma programını desteklemek için seferber olduğunda, parti içinde buna karşı çıkanları, eskimiş ideolojilerini ve konumlarını kurtarmaya çabalamakla suçladı ve savaş aygıtı NATO ile ABD’ye destek verdi. Silahlanmaya karşı çıkanları ise yaşananların müsebbibi ilan etti.
Gysi’nin Sol Parti içinde suçladığı bu “sol” kesimin başında Wagenknecht ve altı milletvekili bulunuyor. Sol Parti içindeki bu tartışma, Wagenknecht ve diğer altı milletvekilinin federal hükümetin Ukrayna’ya silah verme ve Rusya’ya yaptırım uygulama kararı ile alevlendi. Wagenknecht ve diğerlerinin tutumu NATO ve ABD’yle ilgiliydi. Rusya’nın saldırılarını kınıyor fakat yaptırımları eleştiriyorlardı. Alınan kararı, federal hükümetin “ABD tarafından son yıllarda izlenen politikaları eleştirmeden kabullenme”si olarak değerlendiriyor ve Ukrayna savaşında NATO’yu da suçluyorlardı.
Kitaplarında kapitalist sisteme hayranlığını gizlememesi, Wagenknecht’in savaş aygıtı NATO’ya karşı aldığı tutumun “samimiyeti” hakkında fikir veriyor. Bir saldırı ve savaş örgütü olan NATO’dan çıkılmasını -programlarında olmasına rağmen- genel seçimler öncesinde sesli söyleme cesareti bulamayanlar, bugün sadece ABD üzerinden ilişkilendirerek ve Alman sermayesinin çıkarlarını zedelediğini iddia ederek dile getirebiliyorlar.
Emperyalistler arasındaki savaş karşısında alınması gereken tutum bellidir. Bu tutumun gereklerini yerine getiremediği için SPD’nin bugünkü duruşu tarihiyle barışıktır. Savaş konusundaki korkakça açıklamalar bir kez daha göstermiştir ki, Sol Parti’nin de, sosyalizm bir yana, sol ve ilericilik adına söyleyecek sözü kalmamıştır.
“Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir!”
Şayet “savaş politikanın başka araçlarla devamı” ise, bu savaş karşısında tüm sınıfların kendilerine göre bir duruşu olmalıdır. Yukarıda sözünü ettiklerimizin bir duruşu var ve bu duruş ve konumlanış, yine “anavatanları” adına sermaye sınıfının yanında durmaktır.
Oysa tarih, Mayıs 1915’te şunu diyenleri doğrulamıştır ve yine doğrulayacaktır: “Her halkın ana düşmanı kendi ülkesindedir! Alman halkının ana düşmanı Almanya’dadır: Alman emperyalizmi, savaştan yana olan Alman partisi, Alman gizli diplomasisi. İşte Alman halkı için, mücadelesi kendi ülkesindeki emperyalistlere doğru yönelmiş olan, başka ülkelerin proletaryasıyla işbirliği yaparak siyasal bir mücadelede savaşması gereken düşman, işte kendi ülkesindeki bu düşmandır.” (Karl Liebknecht)