Korona pandemisinin ortaya çıkışından bu yana iki yılı aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen, pandemi tüm dünyanın en önemli gündemi olmaya, ekonomileri felç etmeye, kitlesel can almaya, toplumların psikolojisini alt üst etmeye ve insanların gelecek kaygılarını büyütmeye devam ediyor.
Dünya çapında bir salgın durumu olması itibarıyla pandeminin kendisi başlı başına kötü bir durum. Fakat onu asıl kötü yapan, onun kapitalist sistem altında gündeme gelmiş olmasıdır. Zira kapitalizmin küreselleşmede kaydettiği aşama insan faaliyetleri ile hareketlerini en üst boyuta çıkarmıştır. Bu durum, kapitalist ülkelerin ciddi önlem almamasıyla birleşince, pandemiyi insanlık için bir felakete dönüştürüyor.
Pandemi altında geçen iki koca yıl boyunca, daha en baştan dile getirilen bir gerçeğe, “Virüs değil, kapitalizm öldürür” gerçeğine döne döne tanık olduk. Tüm dünyada kapitalist ülkelerin aldıkları sözde tüm önlemler, toplum sağlığını değil, kapitalist tekellerin kârlarını ve çıkarlarını korumaya dönük oldu. Kapitalist düzenin insan sağlığını ve yaşamını hiçe sayan bu insanlık düşmanı yaklaşımı hala tüm pervasızlığıyla devam ediyor. Virüs yayılma alanı buldukça mutasyonlar geçirerek döne döne karşımıza çıkmaya devam ediyor. Alfa, beta, gama, delta ve nihayet omikron varyantının yol açtığı dördüncü dalga ile birlikte pandemide şimdiye kadarki en vahim durum yaşanıyor. Vakalar dünyanın hemen tüm ülkelerinde pik yapmış durumda. Aşı sayesinde ve omikronun şansa daha az ölümcül olması ölüm vakalarını azaltan bir rol oynasa bile, başta yaşlı insanlar olmak üzere, toplumda risk grubundaki insanlar için durum değişmiyor. Şimdilerde uygulanan sürü bağışıklığı politikasından dolayı bu insanlar bile bile ölümün kucağına atılıyorlar. Bu politikanın kendisi, sürü bağışıklığından da öte, tabiat için doğal bir işleyiş yasası olan, fakat toplumlar söz konusu olduğunda faşizan bir uygulama olan “doğal seleksiyon”a, yani en zayıfların elenmesine denk düşmektedir.
Akıl dışı bir sistemden mantıklı çözüm çıkmaz
Kapitalizmin emekçi düşmanı, insanlık düşmanı veya akıl dışı bir sistem olması, sadece onun toplum sağlığını hiçe sayan; karı, rekabeti ve sermaye birikimini esas alan bir sistem olmasından ileri gelmiyor. Kapitalizm kendi sınırları içinde ve kendi işleyiş mantalitesi itibariyle de mantıksız bir sistemdir. Eğer kapitalistler pandeminin daha başında gerçekten tüm dünyada eş zamanlı ve etkili önlemler almış olsalardı, belki de şimdi pandemi gündemden çıkmış olacaktı. Bu durumda en fazla iki aylık bir tam kapanmanın getireceği “ekonomik kayıpla” pandemi geride bırakılabilirdi. Fakat burjuvazi ne yaptı? “Ekonomik kaybı” en aza indirme bahanesiyle gerçek önlemlerden imtina ederek, süreci yıllara yaydı. Pandemi sürece yayıldıkça, ekonomik faturası gittikçe katlandı. Şimdi gelinen yerde tüm dünyada, iki yıl boyunca sözüm ona pandemi ile mücadele için harcanan paralar, iki aylık kapanmanın yol açacağı kayıpla kıyas kabul etmeyecek düzeyde yüksektir. Yani kapitalizm, kâr söz konusu olunca o kadar gözü dönen bir sistem ki, uzun vadeli çıkarlarını bile düşünemeyecek kadar akıl dışı davranabilmektedir.
“Normale” dönmek için acele edenler, sadece toplumsal kaynakları boşa savurmakla kalmadılar, önlenebilir ölümleri engellemeyerek insan yaşamını da hiçe saymaya devam ettiler. Bütün bunlara, toplumların sosyal ve psikolojik dokusunda meydana gelen tahribatın yarattığı ağır faturayı da eklemek gerekiyor elbette. Örneğin, dünyanın önde gelen ekonomilerinden biri olan Almanya’da zirve yapan korona vakaları, kurumsal işleyişi, aynı anlama gelmek üzere toplumsal yaşamı adeta felç etmiş durumda. Eğitim, sağlık, bürokrasi, üretim alanlarında ve tedarik zincirinde ciddi aksamalar söz konusu. Yetkililer belli başlı alanlardaki iş kaybının halihazırda %15 civarında olduğunu söylerken, bunun önümüzdeki dönem %30’a varacağı ifade ediliyor. İş kaybında depresyon veya psikolojik hastalıkların yol açtığı rahatsızlıkların önemli bir rol oynadığı belirtiliyor. İnsan sağlığı söz konusu olunca son derece aymaz davrananlar, sıra işe gelince son derece yaratıcı kesiliyorlar. Tüm dünyada olduğu gibi, Almanya’da da karantina süresi 14 günden 7 güne düşürüldü. Hatta bazı durumlarda 5 günden sonra test negatifse işe gitmeyi salık veren kapitalistler de var. Daha da ilginci “iş karantinası” diye bir uygulama bile var. İşçilerin çalışırken birbirinden izole edilerek çalıştırılmasına dayanan bir uygulama bu.
Emekçiler pandemide, kapitalist devletler eliyle toplumsal kaynakların tekellerin kasasına akıtılması yoluyla soyulmadılar sadece. Aynı zamanda her türlü plansızlığın, denetimsizliğin yol açtığı çok çeşitli yolsuzluk ve vurgunlar yoluyla da toplum soyuldu. Koruyucu ve hijyen maddelerinin tedariki ile testlerde yaşanan anarşi ve başıbozukluktan faydalanan fırsatçılar ciddi vurgunlara imza attılar. Mantar gibi türeyen hızlı test istasyonlarında binlerce kişi test edilmediği halde, edilmiş gibi gösterilerek, ciddi paralar iç edildi. Bu dalavere şimdilerde kısmen kontrol altın alınmış olsa bile, sayıları arttırılan hızlı test merkezlerinin pandemi ile mücadele konusunda pratik ve bilimsel bir değeri bulunmuyor. Zira oldukça basit aparatlar olan hızlı testlerin doğru sonuç verip vermediği son derece tartışmalıdır. Buna rağmen pandemi ile mücadele adına milyonlarca euro bu merkezlere akıtılmaya devam ediliyor. Buna karşılık en kesin sonucu veren PCR testi, yeterince kit olmadığı gerekçesiyle, acil durumlar dışında yapılmıyor veya para karşılığı yapılıyor artık. Kısacası, şarkı sözlerindeki gibi, “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça” durumuyla karşı karşıyayız.
Raporlar da düzeni işaret ediyor
Kapitalizmin toplum sağlığını ve başta emekçiler olmak üzere, insan yaşamını hiçe sayan niteliği, sistemin bazı kurumlarının hazırladığı kimi raporlar tarafından bile teyit ediliyor. Bunun son örneklerinden birisi, Almanya merkezli Kiel Dünya Ekonomi Enstitüsü’nün pandemi ile ilgili hazırladığı bir rapor oldu. Dünyanın en etkili 50 düşünce kuruluşu arasında gösterilen söz konusu enstitünün raporu İsveç, Norveç, Hollanda ve İngiltere’den bilim insanları tarafından hazırlandı.
Yakın zamanda yayınlanan raporda, 2020 yılında, ülkeler koronadan kaynaklı “aşırı ölümler” baz alınarak bir değerlendirmeye tabi tutuluyor. Raporda, ölüm oranlarının en yüksek yaşandığı ülkeler arasında ABD, İngiltere, Brezilya, Hindistan, Türkiye, Polonya, Macaristan, Çekya, Slovakya, Meksika ve İsrail sayılıyor. Söz konusu listedeki 11 ülke “popülist” olarak niteleniyor. Başta ABD, İngiltere, Brezilya, Hindistan olmak üzere sayılan ülkelerde korona kaynaklı aşırı ölüm oranları %18 olurken, dünyanın geri kalanında bu ortalama %8’e tekabül ediyor. Yani tam on kat daha fazla ölüm yaşanmış. Buna sebep olarak ise, söz konusu ülke hükümetlerinin salgını ve bilimsel bulguları hor görmesi; “tepki çekmesi muhtemel” yasak kararları almakta imtina etmesi gibi olgular gösteriliyor. Yine bu aynı ülkelerde, diğer ülkelere göre 2020’de sokağa çıkma oranlarının daha yüksek olduğu belirtiliyor. Bu tutumun toplumda salgını, önlemleri ve yasakları ciddiye almamaya yol açtığı ifade ediliyor.
Raporda belirtilen ülkelerin hemen tümünün gerici-faşist iktidarlar ve kişiler tarafından yönetilmesi hiç de tesadüf olmadığı gibi, tersine ortaya çıkan kara tablonun esas sebebi durumundadır. Erdoğan, Trump, Johnson, Bolsonaro, Modi, Orban gibi gerici-faşist figürlerin pandeminin ilk dönemlerindeki aymaz tutumları hala akıllardadır. Bizimkilerde “Pandemi bizi teğet geçecek” aymazlığı hakimken, Trump, Bolsonaro, Johnson, Modi, Orban gibi unsurlar ise pandemiyi yok sayarak, önlem almaya gerek olmadığını iddia ederek, maskesiz insanların arasına dalma şovları yapıyorlardı. Bahsedilen ülkelerin birçoğunun en zengin kapitalist ülkeler arasında yer alması ayrıca kayda değerdir. Bu da kapitalizmin sadece pandeminin sebebi olmakla kalmayıp, önlenmesinin önündeki en temel engel olduğunun belgesidir.
Dünyanın önde gelen bu “ünlü düşünce kuruluşları” kapitalizmin kör göze parmak bazı gerçeklerini rapor etseler bile, işlerine gelmeyen bazı gerçekleri de saklamaya özen gösteriyorlar. Mesela Çin, Küba, Vietnam vb. gibi ülkelerin pandemiyle mücadeledeki başarılarından hiç bahsetmiyorlar. Bu konuda bir rapor hazırlamak kimsenin aklına gelmiyor. Yani her ne olacaksa kapitalizm içinde olsun, kimsenin aklına kapitalizm dışı bir fikir gelmesin istiyorlar. Şu bir gerçek ki, Batılı emperyalistlerin “otoriter” olarak suçladığı Çin, Küba ve Vietnam gibi ülkeler pandemi ile mücadelede çok daha başarılı bir politika izlediler. Söz konusu ülkelerin elde ettiği sonuçlar, aynı nüfuslara sahip kimi Batılı ülkelerdeki sonuçlarla karşılaştırıldığında bu fark apaçık ortaya çıkıyor. Küba dışında, sayılan ülkelerin özelliği ise, bugün artık sosyalist olmasalar bile, bir dönem uygulanan sosyalist politikaların bu toplumlarda hala bazı izlerinin kalmış olmasıdır. Başka bir deyişle sağlık hizmetlerinin henüz Batılı kapitalist ülkelerdeki kadar tekellerin yağmasına açılmamasıdır farkı yaratan. Son derece tali ve dar sınırlardaki bu örnek bile, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki belirgin yaklaşım farkını ortaya çıkarmaya yetiyor.
Omikron sonrası “normalleşme” mi?
Diğer varyantlara göre oldukça hızlı yayılan omikron, pandemide hemen her ülkede vakaları şimdiye kadarki en üst seviyeye çıkardı. Aşının sağladığı korumayı bir yana bırakırsak, düzen bu varyantın diğerlerine göre daha az ölümcül olmasıyla avunmanın dışında tam bir iflas tablosuyla karşı karşıya. Uygulamadaki maske, mesafe, hijyen, test gibi sözüm ona önlemlerin hiçbiri pandemiyi önleme kabiliyetine sahip değil. Karşı karşıya bulunduğumuz 4. dalga ve pik yapan vaka sayıları bunu kanıtlıyor. Burjuva politikacılar her gün durumun ne derece vahim olduğunu söyleyip, toplumu daha üst perdeden uyarırken, hayat neredeyse “normal” seyrinde akmaya devam ediyor. Okullar, çocuk yuvaları, işyerleri, toplu taşıma araçları, kültürel ve sportif etkinlikler hastalığın hızla yayıldığı zeminler olmaya devam ediyor. Alınan tüm önlemler, halkta toplum sağlığı korunuyormuş yanılsaması yaratmaya dönük ikiyüzlülük ve tutarsızlıklar silsilesinden ibarettir. Sahte önlemler bireylerin yaşamını eziyete çeviren bir yükten ve süreci uzatmaktan başka bir rol oynamıyor.
Burjuva düzen halihazırda pandemiye karşı sürü bağışıklığı politikası uyguluyor. Bu da düşünülmüş ve ilan edilmiş bir politika değil aslında. Her şey kendi haline bırakıldığı için, pratikte yaşanan buna denk düşüyor. Kaldı ki virüse ikinci kez yakalananlar sürü bağışıklığının da işe yaramadığını gösteriyor. Pandemide ipin ucu iyice kaçmış bulunuyor. Toplum, nasılsa virüs herkese bir şekilde bulaşacak düşüncesine alıştırılarak, önlemler gittikçe önemsizleştiriliyor. Bu şekilde toplumdaki yaşlı ve risk grubundaki insanlar gözden çıkarılıyor. Adeta “Ölen ölür, kalan sağlarla yola devam” anlayışıyla hareket ediliyor. Kapitalizm iğrenç yüzünü bir kez daha gösteriyor. Bu şekilde toplumlar sürgit pandemilerle ve aşılarla yaşamaya adım adım alıştırılıyor. Bundan kaynaklı hastalıklar ve ölümler gittikçe kanıksatılıyor.
Bir yandan bunlar yaşanırken, öte yandan omikron sonrası hayatın normale döneceği propaganda ediliyor. Omikronun öncesindeki varyantlara göre daha az tehlikeli olması, virüsün etkisini gittikçe kaybettiğine kanıt sayılarak, pandemide sona yaklaştığımız söyleniyor. Oysa tıp otoriteleri hiç de aynı fikirde değiller. Bilim insanları her şeyden önce omikronun diğer varyantların devamı değil, onlardan ayrı bir aileden geldiğini belirtiyorlar. Dolayısıyla ileri sürülen teorilerin fazlasıyla aceleci ve dayanaktan yoksun olduğunu belirterek, her an yeni ve bambaşka bir varyantla karşı karşıya kalma ihtimalinin yüksek olduğunu vurguluyorlar. Özcesi, tam bir belirsizlik söz konusu. Kimse bir sonraki adımın ne olacağı konusunda bir fikre sahip değil.
Birkaç istisna dışında tüm dünyada kapitalist hükümetlerin pandemiye karşı ciddiyetten ve tutarlılıktan yoksun, ikiyüzlü önlemlerinin toplumdaki karşılığı; önlemleri gittikçe daha az ciddiye almak ve aşı karşıtlarının argümanlarını güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor. Son zamanlarda artan aşı karşıtı gösterilerin ardında da aynı düzen gerçeği vardır.
İki yıldan bu yana insanlığı pençesine alan korona pandemisi, kapitalizmin pandemileri ortaya çıkaran koşulları yaratmakla kalmayıp, ondan kurtulmanın önünde de tek engel olduğunu bir kez daha açıklıkla ortaya sermiştir. Ekim Devrimi insanlığın önünde yepyeni ufuklar açarak, insanlığın hiç de kapitalist barbarlığa mahkum olmadığını kanıtlamakla kalmadı, kapitalist dünyayı bile belli sınırlarda “yaşanılır” kılmayı başardı. Devrim ve sosyalizm dalgasının dünyada geri çekilmesi, insanlığı yeniden vahşi kapitalizmin çirkin ve karanlık yüzüyle baş başa bıraktı. İçerisinde bulunduğumuz emperyalizm ve proleter devrimleri çağında, insanlığın geleceğini, yeniden tek tek ülkelerden başlayarak, proletaryanın enternasyonal devrimci mücadelesi belirleyecektir. Bu yüzden de tarihin motoru olan işçi sınıfını devrimcileştirme uğraşı, devrimci stratejinin, taktiğin ve pratiğin en önemli sorunu olmaya devam edecektir.