Emperyalist güçler oluşan yeni ekonomik, siyasi ve askeri güç dengeleri üzerinden dünyayı yeniden paylaşmak için her yol ve yönteme başvurmaktadır. Savaşlar bu emperyalist yayılmacı mantığın en yıkıcı ürünüdür. Savaşı izlenen yanlış politikaların ürünü olarak sunmak yalnızca ideolojik bir aldatmacadır.
Eşitsiz gelişme kapitalist sistemin temel bir yasasıdır. Bu eşitsiz gelişme nedeniyle, dünyayı çoktan paylaşmış olanlar ile kendi “paylarını” isteyen yeni yükselen güçler arasında şiddetli bir rekabet başlar. Emperyalistler, yeniden paylaşım için emperyalist savaştan başka bir çıkış yolu bulamazlar. Bozulan “denge”yi yeniden kurmanın tek yolu budur. Ve iki kez dünyanın bu şekilde yeniden paylaşılmasını zorlayan Almanya olmuştur.
19. yüzyılın sonlarında Alman dış politikasının temel ekseni “Batı ve Orta Avrupa’nın tüm devletlerini Rusya’ya karşı birleştirmek”, böylece ekonomik ve siyasi yayılmacılığı meşrulaştırmaktı. Friedrich Ratzel, o yıllarda formüle ettiği “yaşam alanı” (Lebensraum) kavramı ile sürekliliği olan bir mücadele ekseni tanımlandı. Bu kavram ilk kez onun tarafından, daha sonra Nazilerin kullandığı çerçevede formüle edilmişti. Almanların pusulası Doğu’yu gösteriyordu! Bu argüman temelinde Doğu’ya yayılma, bugüne kadar Alman sermayesinin temel mantığını şekillendirdi.
Bu amacı gerçekleştirmek için, Doğu ve Güneydoğu Avrupa’da Almanya’nın üstünlüğünü sağlayan ve güvenceleyen ülkeler gerekiyordu. Rusya’nın sınır bölgelerindeki ülkeler üzerinden etki alanı oluşturmak bu yüzden uzun bir geçmişe sahiptir.
Alman emperyalizminin Birinci Dünya Savaşı’nda askeri yolla Avrupa’da hakimiyet elde etmek çabası başarısız oldu. Weimar Cumhuriyeti döneminde, ekonomik olarak “büyük alan” yaratma, siyasi olarak “Avrupa”yı oluşturma temel amaç olarak tanımlanmış, Afrika ve Asya ise “tamamlayıcı alanlar” olarak sınıflandırılmıştı.
Reichsbank başkanı Hjalmar Schacht, aynı zamanda dönemin Alman ekonomi bakanı ve faşizmin öncüsüydü ve 7 Aralık 1930’da açıktan şu talepte bulunuyordu: “Alman halkına dünyada yeniden ‘yaşam alanı’ verin.” Nürnberg’de savaş suçlusu olarak yargılanan Schacht, daha sonra beraat ederek ölümüne kadar normal yaşamını sürdürdü.
Şansölye Heinrich Brüning 1930’da Almanya’nın “yaşam alanı” ihtiyacını aynı mantık çerçevesinde formüle ediyordu: “Avrupa’da adil ve kalıcı bir düzen koşullarını sağlamak için Almanya’nın yeterli doğal yaşam alanına sahip olması gerekiyor.”
Bu emperyalist yayılmacı hedefleri gerçekleştirebilmek için ise bir iktidar gücüne ihtiyaç vardı: Faşistler!
1920’lerin ortalarında Hitler, Mein Kampf’ında (Kavgam), Ostpolitik’e (Doğu politikası) özel bir yer ayırarak, “Lebensraum” (“yaşam alanı”) planını detaylandırdı . Alman tekellerine bu planı hayata geçirmek için hazır olduğunu açıklıyor, Alman halkının “hakkı olan ‘Lebensraum’u güvence altına almak” misyonunu üstleniyordu.
Öncelikli hedef Rusya idi, zira Alman halkının “yaşam alanı” bu sahaydı. Alman emperyalizmi “Doğu politikası” ve “yaşam alanı” kavramını sadece Sovyetler Birliği ile de ilişkilendirmiyor, bugün Ukrayna’ya askeri destek sunan diğer komşu ülkeleri de kendi “yaşam alanı” olarak görüyordu.
Alman tekelci sermayesinin bugün Ukrayna savaşında oynadığı sinsi rol, militarizmin dış politikada tek geçerli yol olarak sunulması ve halkın önemli kesiminin ideolojik olarak manipüle edilmesi büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Alman militarist aygıtının giderek daha da güçlenmesi, Avrupa’da güç olma yolunda atılan adımlar olmanın ötesinde, yeni paylaşım savaşlarının taşlarının yeniden döşenmesi anlamına geliyor. Tarihe ve gelişmelerin ortaya çıkardığı sonuçlara bakıldığında, Almanya’nın yeniden sahnede yerini alma doğrultusunda attığı adımlar küçümsenemez.
Son çeyrek yüzyıl içinde Almanya bir kez daha Avrupa’da merkezi bir güç ve ötesinde küresel çıkarları olan bir emperyalist güç haline geldi. Avrupa’nın kalbinde birleşmiş bir Almanya, “soğuk savaş”ın kazananlarındandı. Alman dış politikası yavaş yavaş bağımsız hale geldi.
1989 öncesinde Almanya’nın dış politika ilkesi, tek başına hareket etmekten kaçınmak, ittifaklar (Avrupa Birliği, NATO veya BM) çerçevesinde hareket etmekti. Bugün ise artık tüm yayılmacı hevesleriyle yeniden sahnede yerini almış bulunuyor. 2008 mali krizinden bu yana, Alman burjuvazisinin bazı kesimleri, Almanya’nın büyük bir güç olarak yeni rolünü tartışmaya başladılar. Almanya’nın artık “isteksiz bir hegemon” güç olma rolünü terk etmesi gerektiği resmi olarak ifade edildi.
Almanya Savunma Bakanı Annegret Karrenbauer, 7 Kasım 2019’da, günümüzün en büyük tehlikeleri olarak Rusya, terör ve “Çin’in dünya çapında artan etkisi”ne işaret etmişti. 3-4 Aralık 2019’daki NATO zirvesinin “Londra Bildirgesi” de Rusya’yı “Avrupa-Atlantik güvenliğine tehdit” olarak ilan etti.
Almanya yıllarca Afganistan savaşında yer aldı. Bugün Alman askeri gücü Mali’de konuşlanmış, güneydoğu Avrupa’da bir “koruma kuvveti” görevi üstlenmiştir. Alman savaş gemileri dünya denizlerinde “tur” atmaktadır. Faşizmin yenilgisinden 77 yıl sonra Almanya yeniden sahnede yerini almaktadır.
Faşizme ve savaş çığırtkanlığına karşı mücadele!
Faşizme karşı kazanılan zaferi anmak bu yıl her zamankinden daha önemli. Ukrayna’da bir sermaye grubu ile faşistlerden oluşan darbe hükümeti Batı’nın desteği ve onayıyla 2014’de iktidara geldi. “Avrupa yanlısı Maidan aktivistleri” olarak lanse edilen bu faşist güruhun ilk eylemi Odessa’da 100’den fazla anti-faşisti, komünisti ve Odesa’daki Rusça konuşan halk için özerklik talep eden insanları katletmek oldu. Birçoğu faşist çetelerin ateşe verdiği sendika binasında yanarak öldü, yanan binadan atlayanlar ise öldürüldü. O gün olduğu gibi bugün de emperyalist Batı medyası ağız birliği halinde bu Ukraynalı faşistleri “batının değerleri”ni savunan özgürlük savaşçıları olarak sunuyor.
Faşizme karşı kazanılan zaferden 77 yıl sonra hala tarihsel kin ve nefret kusuluyor, anti-komünist Sovyet düşmanlığı ile yenilgiyi hafifletme çabası sergileniyor.
Ukrayna’daki savaşın tarihi ve siyasi etkisini en çok gösterdiği ülke Almanya’dır. Bu savaş tekelci burjuvazi ve onun politik temsilcileri için, diğer şeylerin yanı sıra, faşist geçmişten kurtulmak için bir dönüm noktası olarak kullanılmak isteniyor. Bu yeni eğilim, militarist aygıtı inşa etme çabaları gözetildiğinde, işçi sınıfı açısından dikkatle izlenmesi gereken önemli bir olgudur.
Tıpkı soğuk savaş günlerinde olduğu gibi, Alman medyasında Rusya’ya karşı vahşi bir nefret kampanyası yürütülüyor. Tüm kanallarda Rusya, Ukraynalı faşistleri özgürlük savaşçıları olarak selamlayan politikacılar ve gazeteciler tarafından, son derece kaba bir biçimde, Avrupa’nın özgürlüğüne yönelik bir tehdit olarak sunuluyor.
Uzun dönemdir Bild gazetesinin, Berlin Tiergarten’daki Sovyet anıtındaki iki tankın kaldırmasını amaçlayan kampanyası, rezilliğin zirvesini temsil ediyor. Her gün boyanan ve üstü Ukrayna bayrağıyla kapatılan bu anıt tahrip edilme tehlikesiyle yüz yüze. Bu anıt, 1945’te Berlin Savaşı’nda hayatını kaybeden 80 bin Sovyet askerinden 2 binden fazlasının mezar yeridir. Berlin’e ilk ulaşan iki tank, Hitler faşizmine karşı yakın zaferin habercisi olmuştur. Bu nedenle bu anıt başından beri faşist akımlar için tarihsel bir yük olarak görülmüştür. Çünkü Alman emperyalizminin ateşlediği dünya savaşının dehşetini hatırlatmaktadır. Bu sembolleri yok etmek isteyenler gerçekte Almanya’dan kaynaklanan suçları toplumun hafızasından silmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki belli bir başarı da sağlamış bulunuyorlar.
Ukrayna savaşı ileri sürülerek, her yıl yapılan anmalara bu yıl Rus ve Belarus temsilcilerinin davet edilmeyeceği duyuruldu. Nazi işbirlikçisi Stepan Bandera’nın mezarına çelenk bırakmakla kalmayıp, aynı zamanda faşist Azak taburunun savunuculuğunu yapan Ukrayna büyükelçisi Andrei Melnik ise, büyük özgürlük savaşçısı olarak ağırlanıyor.
Bremen Eyaleti Meclisi, Paskalya Yürüyüşü’nü düzenleyenleri, Ukrayna’daki savaş nedeniyle belli sembollerin kullanılmasının “suç” olduğu ve soruşturulacağı konusunda uyararak, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bayrağı”nın, “orak-çekiç sembolünü taşıyan kızıl bayrak”ın da bu kapsamda olduğunu duyurdular. Berlin’deki anti-faşist zafer anması için de benzer bir yasak getirildi.
Kızıl bayrak altında altı milyon Ukraynalı da dahil olmak üzere tüm cumhuriyetlerden çok sayıda gönüllü Hitler faşizmine karşı omuz omuza tarihi bir direniş sergilediler. On milyon Kızıl Ordu askerinin üçte biri Alman faşistleri tarafından öldürüldü. Avrupa’nın faşizmden ve savaştan kurtuluşunu simgeleyen bu bayrağı “yasak semboller” olarak ilan etmek tam bir skandaldır.
1942-44 yılları arasında Naziler tarafından Luxemburg’a sürülen 3500 esir Sovyet işçisinin anısına Esch-Belval’de resmi açılışı planlanan, Rus heykeltıraş Grant Garibyan tarafından inşa edilen anıt, Ukrayna Savaşı gerekçe gösterilerek rafa kaldırıldı. Sosyalizmin faşizm üzerindeki zaferini temsil eden sembollere ve anıtları karşı sürdürülen tasfiye hareketi “demokrasileri” ile övünen bütün Avrupa ülkelerinde sistematik olarak uygulanıyor.
Ukrayna’da bugün etkin bir güç haline gelen faşistlerin bizzat emperyalist güçler tarafından yıllardır beslenip desteklendiği gelinen yerde artık gizlenemiyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de ABD, İngiltere ve Fransa’nın egemen güçleri uzun bir süre faşist güçlere yönelik sözde “pasifleştirme politikası” çizgisi izlediler. Faşist saldırganların suçlarına göz yumdular ve yataklık ettiler. Japonya’nın Çin’e karşı saldırganlığına ve Mussolini’nin Habeşistan’a saldırmasına ses çıkarmadılar. İspanya’ya silahlı müdahaleyi teşvik ettiler ve Hitler’in Avusturya’yı ilhak etmesini teşvik ettiler.
“Batılı emperyalistler, her zaman ve her yerde, böylesine en aşırı gerici güçlere ve akımlara dayanmaktan geri durmamışlardır. Sovyetler Birliği’ni kuşatmak için 'yeşil kuşak projesi' adı altında dinci gerici akımlara, Afganistan’da Ortaçağ artığı şeriatçılara, 1970’ler Türkiye’sinde Miami’de özel harp eğitimi almış Türkeş’in faşist paramiliter çetelerine, yakın zamanda Irak ve Suriye’de IŞİD türünden en barbar şeriatçı akımlara, Kosova’da UCK’lı uyuşturucu çetelerine ve şimdi Ukrayna’da ise neo-nazilere, Nazi işbirlikçisi Banderacılara dayanmak yoluna gitmişlerdir. Bu rastlantı olmadığı gibi şaşırtıcı da değildir. Emperyalizm çağımızda her türden gericiliğin ana kaynağı olduğu gibi baş destekçisidir de.” (Emperyalist dünya ve Ukrayna krizi, Türkiye Komünist İşçi Partisi, 27 Şubat 2022)
Bugün utanmazca tersyüz edilen bu tarihsel gerçekleri unutturmamak büyük bir önem taşımaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden 77 yıl sonra bugün, tüm anti-faşist, demokratik ve barışsever güçler kendilerine şunu sormalıdır: Dünya Savaşı’nı başlatan güçler yok edildiler mi yoksa hala varlıklarını sürdürüyorlar mı? İnsanlığın geleceği savaş kundakçısı emperyalistlere emanet edilebilir mi?
Bu soruların yanıtı açıktır. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm diğer yoksul katmanlar daha şimdiden, emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşmak için Ukrayna üzerinde başlattıkları azgın savaşın ekonomik, politik ve sosyal yükü altında ağır bedeller ödemektedirler.
Kızıl bayrak altında faşizme karşı birleşen halklar!
8 Mayıs 1945’te faşist Alman ordusu, muzaffer Kızıl Ordu ve diğer müttefik güçlere teslim oldu. Böylece İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Alman emperyalizmi ikinci kez yenilmişti.
8 Mayıs, Hitler faşizmine karşı kazanılan zaferin 77. yıldönümü... Geçmişte Sovyetler Birliği’nde ve bugün Rusya Federasyonu’nunda ise 9 Mayıs Büyük Anayurt Savaşı'nın zafer günü olarak kutlanıyor.
8 Mayıs’ta “bin yıllık Reich” olarak tasarlanan imparatorluk halkların direnci karşısında on iki yıl sonra çökmüştü. Faşist barbarlığa karşı savaş sadece tarihin en büyük savaşı değil, aynı zamanda en haklı ve en meşru savaşıydı. Alman, İtalyan ve Japon faşizminin ağır yenilgisi, başında sosyalist Sovyetler Birliği’nin bulunduğu dünyadaki tüm komünistlerin ve anti-faşist güçlerin mücadelelerinin sonucuydu.
Başlangıçtan itibaren Sovyetler Birliği’ne karşı savaş, Batı’daki savaştan farklı bir karaktere sahipti. Sosyalizm ile emperyalist-kapitalizm arasındaki çatışma ön plandaydı. Bu nedenle faşistler Sovyet halkına karşı acımasız vahşi yöntemlere başvurdular. Doğu’daki “imha savaşı”nın esas hedefi, Sovyet halkının yok edilerek Doğu’da “yaşam alanı” (Lebensraum) yaratılmasıydı.
1942-43 yılının başındaki Stalingrad Direnişi, savaşta bir dönüm noktasıydı, çünkü Sovyetler Birliği çok ağır bir bedel ödeyerek faşistlerin yenilmezliği efsanesini parçalamıştı.
Sovyetler Birliği, Ekim Devrimi ile ilk sosyalist devlet olarak kurulmuş ve emperyalist ülkelerin Sovyetler Birliği’ni yıkma girişimlerine rağmen sosyalizm zaferle çıkmıştı. Çarlıktan kurtulmuş ve artık kendi iktidarını inşa etmekte olan Rus proletaryasının toplumsal düzeni tüm dünyada çok büyük bir etki yarattı. Birçok ülkede işçiler kendilerini komünist partiler halinde örgütlediler. Sınıf mücadelesini dünya çapında örgütlemek için Komünist Enternasyonal kuruldu.
Sovyet halkı güçlüydü, çünkü Lenin ve Stalin’in Sovyetler Birliği’nde emekçiler ülkelerinin efendisiydi. Fabrikaların ve madenlerin sahibi bir avuç sömürücü değil, emekçi kitlelerdi. İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verildi. Sovyetler Birliği, dünyanın ilk sosyalist ülkesi olarak kapitalist-emperyalist düzeni temellerinden sarsmıştı.
Hitler’in Sovyetler Birliği’ne saldırısı, devrimin kalbine bir bıçak darbesiydi. Genç Sovyet iktidarı çok zorlu bir sınavdan geçmek zorunda kaldı. Bu, iki sistem, emperyalist-kapitalist sistem ile sosyalizm arasında bir sınıf savaşıydı.
Faşist ordular Moskova’ya kadar ilerlediler. Ama Ernst Thälmann haklıydı. Daha 1941’de şöyle demişti: “Stalin, Hitler’in boynunu kıracak!” Kahraman Sovyet halkı ve Sovyet ordusu, sosyalist vatanı başarıyla savundu ve Doğu Avrupa halklarının kendilerini Hitler’in faşizminden kurtarmasının yolunu açtı. Sovyet emekçileri faşizme karşı mücadelede ana orduyu oluşturdu ve en büyük fedakarlıkları yaptı.
Stalingrad savaşı ve ABD’nin savaşa girmesinden sonra, savaş Alman Reich için temelde kaybedildi. Batılı müttefikleri Batı’da “ikinci cephe”yi uzun süre açmaktan kaçındılar. Bu nedenle Sovyetler Birliği savaşın en ağır yükünü taşımak zorunda kaldı. Faşistler de savaşın kaybedildiğini anlayınca, Sovyetler Birliği ve sosyalizme karşı savaşı birlikte sürdürmek için Batılı müttefiklerle ayrı bir barış için müzakerelere başladılar.
Sovyetler Birliği’nin Hitler Almanyası’na karşı kazandığı zafer sayesinde, Avrupa’nın ve diğer halkların barbarlık içinde çöküşten kurtarıldığı yadsınamaz bir gerçekliktir. Sovyet halkları bu zafer ve faşizmden kurtuluş için en yüksek bedeli ödemek zorunda kaldılar. Bu yıkım savaşında yaklaşık 27 milyon Sovyet insanı kaybedildi.
Stalingrad zaferi faşizmin işgal ettiği ülkelerin halkları için bir dönüm noktası oldu. Kızıl Ordu’nun yanında faşist barbarlığa karşı savaşmak tarihsel bir sorumluluktu. Bu açıdan İkinci Dünya Savaşı, halkların tarihsel eylemde yer alarak faşist güçlere karşı yürüttüğü en büyük kurtuluş savaşıydı.
Kızıl Ordu’nun 1942-43 kışındaki başarılı mücadeleleri tüm toplumsal kesimleri derinden etkiledi ve faşist savaş bloğunun dağılmasına yol açtı.
Japonya ve Türkiye Sovyetler Birliği’ne karşı, istenilenin tersine savaşa girmedi. Finlandiya, İtalya, Romanya ve Macaristan da, Sovyetler Birliği’nin artan etkisini gözeterek, Hitler karşıtı koalisyonun yanında yer almanın çıkarlarına uygun düşeceğini gözeterek tutumlarını belirlediler. Daha önemlisi Arnavutluk, Belçika, Bulgaristan, Danimarka, Fransa, Yunanistan, İtalya, Yugoslavya, Hollanda, Norveç, Polonya, Romanya ve Çekoslovakya, Macaristan gibi ülkelerde iyi organize olmuş partizan güçleri, halk kurtuluş orduları oluşturarak etkilerini büyüttüler. Çoğu ülkede kitle grevleri, genel grevler, sabotajlar ve silahlı ayaklanmalara varan partizan eylemleri savaşın gidişatına damga vurdu. 1944’te İtalyan Komünist Partisi’nin İtalyan ve Alman faşistlerine karşı önderlik ettiği silahlı ayaklanmayla kuzey İtalya’nın kurtuluşu gerçekleşti. Fransa’da Fransız Komünist Partisi önderliğinde görkemli bir direniş örgütlendi. Kızıl Ordu 8 Eylül 1944’te Bulgaristan’a girdiğinde, bütün ülke silahlı bir ayaklanmanın içindeydi. Alman komünistleri ve anti-faşistlerinin Hitler diktatörlüğüne karşı özverili direnişleri de asla unutulmamalıdır.
Avrupa’da komünist partileri birleşik anti-faşist mücadeleye önderlik ettiler. Partizan mücadelesinde sergiledikleri fedakârlık ve anti-faşist programları ile en önemli siyasal güçler haline geldiler. Hitler faşizmi halkların darbeleri altında çöktü. İkinci Dünya Savaşı, üç faşist gücün tamamen çöküşü ve İngiltere ile Fransa’nın zayıflamasıyla sona erdi. Sadece ABD emperyalizmi İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıktı.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin uluslararası alanda muazzam sonuçları oldu. Faşizme karşı askeri zafer Sovyetler Birliği’nin bir dünya gücü haline gelmesini sağladı. Birçok ülkede komünist ve işçi partileri, Sovyetler Birliği’nin desteğiyle sosyalizme yönelmeyi ya da işçi sınıfını örgütlemeyi başardılar. Eski sömürgelerdeki kurtuluş hareketleri büyük bir ivme kazandı, sosyalist ülkelerin dayanışma ve desteğini arkasında buldu. Böylece eski sömürge ve yarı sömürge ülkeler dünya devriminin dayanakları haline geldiler.
Bugün emperyalist savaşa karşı tutum almak ve burjuva gericiliğinin sosyalizmin her türlü kazanımına karşı başlattığı çok yönlü saldırıya karşı koymak tarihsel öneme sahiptir. Faşizme karşı zaferin 77. yıldönümü anılırken, çok ağır bedeller ödenerek yürütülen bu büyük mücadelenin orak-çekiçli kızıl bayraklar altında verildiği gerçeği unutturulmamalıdır. Faşizmi ve savaşları kökünden yok edebilmek için, gerçek bir barış ve özgürlükler dünyası demek olan sosyalizm tek çıkış yoldur.