3 Kasım 1996’da Susurluk’ta bir kamyonun bir arabaya çarpması sonucu yaşanan “kaza” ile sermaye devletinin tüm pislikleri ortaya çıkmıştı. “Susurluk Skandalı” adıyla tarihe geçen bu “kaza” aslında “derin devlet”i değil, devletin kendisinin ne kadar mafyalaştığını, bir kontrgerilla devletine dönüştüğünü göstermişti. Diğer taraftan, çeteleşen devletin ortaya saçılan pisliklerine karşı 12 Eylül’ün ardından ilk defa günlerce süren, milyonlarca insanın katıldığı kitle gösterileri yaşanmış, milyonlarca insan daha aydınlık bir geleceğe duydukları özlemi “sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” şiarıyla gerçekleştirdikleri “ışık söndürme” eylemleri ile göstermişlerdi. Türkiye’nin hemen her yerinde gerçekleşen bu eylemlere katılan insan sayısı, eylemlerin doruk noktasında yaklaşık 30 milyonu buldu.
Ne olmuştu?
Susurluk’ta yaşanan “kaza”da, Mercedes’i kullanan İstanbul eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, üzerinde "Mehmet Özbay" sahte kimliği bulunan, kırmızı bültenle aranan katliam sanığı Abdullah Çatlı ve "Melahat Özbay" sahte kimlikli, sevgilisi Gonca Us öldü. Hem kontrgerilla faaliyeti yürüten Bucak aşiretinin temsilcisi olup hem de DYP’den Şanlıurfa Milletvekili olan Sedat Bucak ise yaralı olarak kurtuldu. Çatlı, 39 yıl önce Ankara'nın Bahçelievler semtinde Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi öğrencinin öldürüldüğü Bahçelievler Katliamı’nın ve Abdi İpekçi'nin katlinin de sorumluları arasındaydı.
“Kaza” sonrası kontrgerilla tetikçiliğini yapan aşiret lideri bir milletvekilinin, bir kontrgerilla tetikçisinin ve bir emniyet müdürünün olduğu araçtan suikast silahları çıkmış, bu kişilerin ve diğer kontrgerilla tetikçilerinin öncesinde ve sonrasındaki ilişkileri bir süre basına da yansımıştı. Böylece mafyalaşan devlet görünür hale gelmişti.
Bu karanlık nedeniyle gelişen tepkilere karşı devletin yanıtı ise bilindiği gibi oldu. Meclis Araştırma(ma) Komisyonu kuruldu ve hızla yaşanan skandal kapatılmaya çalışıldı. Sonrasında devletin kendi içindeki hesaplaşmanın bir amacına dönüştürüldü. “Bin operasyon”la övünen ve ‘90’lı yıllara damgasını vuran kontrgerilla cinayetlerinin başlıca sorumlularından olan dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti fakat aynı zamanda aklandı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ise bu kazaya karışanlarla birlikte isimleri teşhir olan Haluk Kırcı, Yeşil, İbrahim Şahin gibi tüm kontrgerilla tetikçilerini “kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için saygıyla anılır, onlar şereflidirler" diyerek açıkça sahiplendi. Mafyalaşan devletin açığa çıkan karanlık yüzünü temize çıkarmak için İçişleri Bakanlığı görevine getirilen ve yıldızı tekrar parlatılan Meral Akşener ise Susurluk ile ortalığa saçılan pisliklerin üzerini örtmede gayet başarılı bir performans sergileyerek, bugün kendisine biçilen misyonu ne kadar hak ettiğini daha o günlerde göstermiş oldu.
Susurluk sonrası açığa çıkan devletin karanlık yüzü sonraki yıllarda gizlenmeye çalışıldı. On milyonlarca insanın ortaya koyduğu tepkinin içi boşaltılarak hedefinden saptırılmak istendi. Böylece devlet gerçeği gözlerden gizlenmeye çalışıldı. Oysa tamamıyla bir kontrgerilla devletine dönmüş, mafyalaşmış devlet gerçeğini gizlemek mümkün değildi. Çünkü devlet mekanizmasının kendisi tüm kurumlarıyla çürümüş, yozlaşmıştır.
Devletin bu bilinen yüzü, AKP’nin ilk yıllarında çizdiği liberal yüz ile (sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda) her ne kadar kapatılmaya çalışılsa da orta yerde duran gerçek asla saklanamamıştır. Kürt halkına, devrimcilere, toplumsal muhalefete karşı uygulanan kontra yöntemleri, sıra düzen kikleri arasındaki çatışmaya gelince birbirlerine karşı kullanmaktan da geri durmamışlardır. Rakiplerini sindirmek için ortaya çıkan kasetler, gerek Ergenekon gerek “FETÖ” gerekçesiyle hayata geçirilen soruşturmalarda izlenen yöntem sermaye devletinin ve kendi menfaatlerini ayakta tutmaya çalışanların ne kadar çürüdüğünü fazlasıyla göstermektedir.
Düzen aktörlerinin yöntemi mafya yöntemi, dili ise mafya jargonudur. Erdoğan’ın “reis” ilan edilmesi, “racon kesilecekse ben keserim” demesi, istifa etmeyen belediye başkanlarını tehdit etmek için kullanılan yöntemler, aradan geçen zamanda mafyalaşan devletin değişmek bir tarafa daha da bayağılaştığını göstermektedir. Ancak bu mafyalaşmış devletten güç alan ve ona güç vermeye çalışan, adını “reis” diye değiştiren Sedat Peker gibileri de bu yozlaşmış ortamda kendilerine alan açabilmektedir.
“Çocuklar öldürülmesin” diyen öğretmenlere tutuklama kararı veren, işlerini isteyen akademisyen ve öğretmenleri tutuklayan mahkemeler; "Sözde aydınlar çanlar ilk önce sizin için çalacak. Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız!" diyerek barış istedikleri için hazırladıkları bildiriye imza atan akademisyenleri tehdit eden Sedat Peker gibilerine dokunmamaktadır.
Yaşananlar fazlasıyla göstermektedir ki Susurluk’ta açığa çıkan devlet gerçeği hâlâ yerli yerinde durmaktadır. Dahası, mafyalaşmış sermaye devleti bugünün koşullarında artık gizlenme ihtiyacı bile hissetmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti 94. yılına sadece uygulamadaki mafya yöntemleriyle değil, jargonunu da kullanan bir devlet olarak girmiştir.