Fidel Castro ve Küba Devrimi / II

Devrimi ayakta tutmanın biricik yolu, onu daha ileriye taşımak, sınıflar mücadelesini derinleştirerek ona hızla toplumsal bir muhteva kazandırmaktı. Başlangıçtaki ufku sınırlı bir devrimin kendi sınırlarını aşarak ileriye sıçramasının gerisinde, tüm devrimlerin karşı kaşıya kaldığı bu evrensel yasa vardı.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 04 Nisan 2017
  • 11:17

Dinamizmi içinde kendini aşan devrim

Daraltılan hedef: Batista rejimi

Batista’nın 10 Mart 1952 darbesiyle iktidar dümenine yeniden oturduğu Küba, ikinci emperyalist savaşı izleyen yıllar boyunca günden güne ağırlaşan bir bozulma, çürüme ve kokuşma içerisindeydi. Kelimenin gerçek anlamıyla mafyalaşmış Amerikancı rejimin halkta oluşturduğu öfke ve tepki, Batista darbesi öncesinde doruk noktasına ulaşmıştı. Gündemdeki yeni seçimleri Fidel Castro’nun da saflarında yer aldığı reformcu muhalefetin kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Kendisi devirdiklerinden de Amerikancı olan Batista, ABD destekli darbesiyle tam da bu gelişmenin önünü almak istemişti. Eski yönetimin çürümüşlüğünün ve halk nezdinde aşırı yıpranmışlığının işini kolaylaştıracağını, kirli amaçlara dayalı darbesini bununla haklı gösterip meşrulaştırabileceğini ummuş, hatta 1933’teki devrimci olayların anısını çağrıştıran bir düzenbazlıkla, ABD güdümlü darbesini bir “devrim” olarak sunmaya yeltenmişti.

Fakat eski diktatörlük sicili toplum tarafında iyi bilinen bu gaspçı zorbanın hesabı ve iddiası dayanaktan yoksundu. Bunu icraatlarıyla da göstermekte çok gecikmedi. Amerikan uşaklığına dayalı çürüme ve kokuşmayı olduğu gibi devraldı ve yeni boyutlara taşıdı. İşçi sınıfına, köylülüğe ve öteki emekçi katmanlara daha fazla sömürü, çalıp çırpma ve zorbalık dışında verebileceği bir şey zaten yoktu. Ama egemen sınıfın kolektif çıkarlarının birleştirici temsilcisi olmayı da başaramadı, daha çok kendi çıkar çetesinin başı olarak kaldı. Bu da gelişen devrimci süreç karşısında hızla yalnızlaşmasını, orta katmanlardan da öteye, büyük burjuvazinin ve toprak sahiplerinin bir kesiminin bile yaklaşmakta olan kaçınılmaz sonu izlemekle yetinmelerini kolaylaştırdı.

 Kuşkusuz bunda 26 Temmuz Hareketi önderliğinin izlediği son derece ılımlı ve temkinli çizginin de özel bir rolü vardı. Fidel Castro başından beri tüm dikkatleri Batista’nın gaspçı, gayrı meşru rejimi üzerine toplamış, tüm mücadeleyi bu hedefe yoğunlaştırmış, buna uygun düşen son derece esnek bir ittifaklar politikası izlemişti. Taşıdıkları belli kaygılara rağmen Amerikan emperyalizmini ve Küba oligarşisini rahatlatan, onlarda olayların sonraki seyrini kontrol edebilecekleri inancını yaratan da bir bakıma bu olmuştu.

Batista iktidarının esas dayanağı baskı aygıtları, özellikle de otuz bin kişilik “iyi eğitimli ve süper donanımlı” paralı askerlere dayalı ordusuydu. Fidel Castro’nun önderlik ettiği İsyancı Ordu’nun iki yıl gibi kısa bir süre içinde bu gücü parça parça hırpalayıp sonunda da ezmesi, Batista tiranlığının yıkımını ve dolayısıyla devrimin siyasal zaferini getirdi. İsyan Ordusu’nun hızlı ilerleyişi karşısında akıbeti daha aylar öncesinden açıklığa kavuştuğu için artık efendisi ABD tarafından da yüzüstü bırakılan Batista, gerilla gücü Havana kapılarına dayanınca, 1 Ocak 1959 gününün ilk saatlerinde, taşınabilir servetini ve bir uçak dolusu adamını da yanına alarak Dominik’e kaçtı.

Devrimin siyasal zaferi ve sınırları

Bu tarih, 1 Ocak 1959, Küba Devrimi’nin zafere ulaştığı gün kabul edilir. Ama o gün için bunu söylemek için henüz erkendi. Devrimin kaderi için denebilir ki bu en kritik bir andı. Zira Batista’yı zaten çoktan gözden çıkarmış olan ABD, bir askeri darbe ile ordunun tümden dağılmasını engellemek (ki bunu başarmak kurulu düzeni ayakta tutmanın en büyük güvencesi olacaktı), böylece olayların gidişini kontrol altına almak ve doğal olarak devrimin zaferini boşa çıkarmak hazırlığı ve somut girişimi içindeydi.

Fidel Castro daha sonraki birçok değerlendirmesinde bu anın olağanüstü kritik önemini döne döne vurgulamıştır. Batista’nın kaçışışında çok önceleri bu türden bir askeri darbe kaygısını hep taşıdıklarını ve bunu boşa çıkarmanın yolları üzerine sürekli düşündüklerini söylemiştir. Bu hazırlıklı oluş sayesindedir ki Batista’nın kaçışı duyulur duyulmaz Devrimci Genel Karargah bir bildiriyle şu uyarıyı yaptı: “Diktatörlük, son haftalar zarfında kendisine indirilen darbeler altında yıkılmıştır; fakat buna rağmen onun düşüşü Devrim’in başarısı anlamına gelmez.”

Bu uyarıyı ordu birliklerinin tümü teslim oluncaya kadar silahlı mücadelenin tüm cephelerde sürdürülmesi talimatı ve başta işçi sınıfı olmak üzere halka askeri darbeyi boşa çıkarmak üzere genel grev çağrısı tamamladı. En kritik anda gösterilen bu doğru devrimci tutum ve inisiyatifin Küba Devrimi’nin geleceği için çok önemli iki sonucu oldu. Bunlardan ilki, kurulu düzenin askeri aygıtının tümüyle felç edilerek devre dışı bırakılmasıydı. İkincisi ise, ülke çapında günlerce süren ve militan kitle gösterileriyle birleşen genel grev üzerinden başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelerin devrim süreci içine aktif biçimde nihayet çekilmesiydi. Bununla Küba Devrimi’nin siyasal başarısı güvence altına alınmış ve böylece yeni bir safhaya geçişte önemli bir üstünlük elde edilmişti.

Yine de o aşamada başarı henüz salt siyasal sınırlardaydı ve bu bile henüz tam değildi. Düzen ordusu dağıtılmış, güvenlik işini fiilen devrim yanlısı parti ve hareketlerin militanları üstlenerek polis gücü devre dışı bırakılmış, kitleler coşku ve heyecan içinde hareketlenmişti. Fakat devlet bürokrasisinin geriye kalanı yerli yerinde duruyordu. Yeni devlet başkanının ve başbakanın yanısıra, yeni hükümet de birkaç üyesi hariç tümüyle burjuvazinin adamlarından oluşmaktaydı. Mülkiyet düzenine ve dolayısıyla da egemen sınıfın ekonomik ve mali gücüne ise henüz hiç dokunulmamıştı. Fidel Castro’nun kendi sözleriyle, “bütün mali kaynaklar, bütün ekonomik kaynaklar, bütün basın, bütün radyo (hala da) egemen sınıfın ellerinde bulunuyordu.”

Fidel Castro, iktidarı bu ilk safhada kurulu düzenin adamlarıyla paylaşmayı o günkü güç ilişkilerinin zorunlu kıldığı bir durum sayar. Bu konuda örneğin, burjuvazinin adamı olan ve adaylığı Batista’nın düşüşünden çok önce bizzat 26 Temmuz Hareketi tarafından da onaylanan yeni başkan Manuel Urrutia’yı kastederek, şunları söyler:

“Hiçbir uzlaşmanın mevcut olmaması Devrim için çok daha iyi olurdu ama, Devrim bir aday gösterme ve destekleme zorunluluğu içinde bulunuyordu. Tabii bunun hiçbir önemi yoktu ve hiçbir devrimde hiçbir önemi yoktur. Askeri cihazı yıkan, iktidarı kitlelerin yardımı ile ele geçiren ve devrimci bir ordunun sahibi bulunan devrimler için hükümette şunun ya da bunun bulunmasının hiçbir önemi yoktur. Zaten biz -bunu açıkça söylüyorum - Devrim'in tartışma konusu olması ve reaksiyoner unsurların hükümeti ele alabileceği fikri ile hiç meşgul değildik, çünkü kitle kuvveti ile silahlı kuvvet devrimcilerin elinde idi.” (Ya Özgür Vatan Ya Ölüm, Evren Yayınları, s. 47)

Bu açıklama kendi sınırları içinde doğru olsa bile tarihsel gerçeğin tamamını yansıtmamaktadır. Zira sözkonusu uzlaşma aynı zamanda 26 Temmuz Hareketi’nin o günkü konumu, ufku, programı ve dolayısıyla sınırlarıyla da ilgiliydi. Devrimci sürecin ve özellikle de Batista’nın kaçışını izleyen büyük toplumsal hareketliliğin eğitici ve dönüştürücü etkisi ne olursa olsun, 26 Temmuz Hareketi devrimin siyasal zaferini izleyen bu ilk aylarda hala da Moncada Programı’nın sınırları içinde duruyordu ve bu programın uygulanmasının düzenin temelleriyle pekala bağdaşabileceği inancıyla hareket ediyordu.

O aşamada Castro ya da hareketinin kurulu düzenin mülkiyet çerçevesini radikal biçimde aşmaya yönelik bir bakış ve yönelim içinde olduğunu gösteren herhangi bir kanıt ya da işaret yok. Oysa bunun tersi kanıt ve işaretler yeterince var. Üstelik bizzat Fidel Castro’nun bu ilk aylardaki kendi sözlerinden ve girişimlerinden yansıyanlar üzerinden de. Devrim karşıtı kaynaklarda olduğu kadar kolayından pek devrim beğenmeyen (ve Küba Devrimi’ni “bonapartist bir aldatmaca” olarak niteleyebilecek denli de ipin ucunu kaçıran) bazı batılı troçkist mezheplerin yazılarında da bunlar yeterince örneklenmiştir.

Fakat olayların dinamik akışı bu türden temelsiz beklentileri hızla ve kendiliğinden boşa çıkardı. Dikkate değer bir biçimde bunu sağlayan da yine o çok sınırlı Moncada Programı’nın kendisi oldu.

Devrimde dönüm noktası: Tarım Reformu Yasası

16 Şubat 1959’dan itibaren artık başbakan olan Fidel Castro, karşıt kaynaklarda bolca spekülasyonlara konu edilen ABD ve Kanada gezilerinin ardından, 2 Mayıs’da Buenos Aires’de gerçekleşen Amerika Devletler Örgütü Ekonomik Konseyi toplantısına katıldı. Bu toplantıda, tüm eleştirel yaklaşımlarına ve bağımsızlık konusundaki hassasiyetine rağmen, sorunları hala da kapitalist dünya sisteminin kendi sınırları içinde ele aldığını gösteren bir konuşma yaptı. Konuşmasında, sanayileşme ve kalkınma sorunlarının çözümü çerçevesinde, Latin Amerika için de bir tür Marshall Planı öneriyordu. Bu çözümün teknik yönlerine bile değinebildiğine göre, bu öylesine yapılmış bir öneri gibi de görünmüyordu.

Bu konuşmadan yalnızca iki hafta sonra, 17 Mayıs 1959’da, Moncada programının en önemli maddesi olan tarım reformu vaadi çerçevesinde, “Tarım Reformu Yasası” gündeme geldi. Ve bu adım, Küba Devrimi’nin büyük sarsıntılarla geçen ve devrimin hızla toplumsal bir muhteva kazanmasına yolaçan yeni bir safhasının başlangıcı oldu. Tarafların belli güç dengeleri içinde birbirlerini idare etme dönemi hızla geride kaldı. Küba Devrimi ile ABD emperyalizmi ve Küba oligarşisi, gitgide şiddetlenen gerilimler ve mücadeleler içinde cepheden karşı karşıya geldiler.

Tarım reformu Fidel Castro yönetimindeki devrimci hükümetin halk kitleleri yararına ilk önlemi değildi kuşkusuz. Devrim işe düzen ordusunun kalıntıların etkisizleştirmek, Batista döneminde halka karşı suç işlemiş olanları cezalandırmak ve iktidar gücü kullanılarak elde edilmiş yasa dışı servetlere el koymakla başlamıştı. Bu işin nispeten kolay yanıydı. Düzen ordusu zaten mücadele süreci içinde felç edilmişti ve işin geriye kalanını bir tür halk ayaklanmasına dönüşen genel grev halletmişti. Suçluların cezalandırılması ve çalınmış zenginlikleri el konulması ise Batista çetesiyle hesaplaşmanın uzantıları idiler, herhangi bir esaslı itirazla karşılanmaları beklenemezdi.

Castro’nun 16 Şubat’ta hükümetin başına bizzat geçmesinin ardından halk yararına reformlar birbirini izledi. Bir Amerikan tekelinin elinde olan telefon şirketine müdahale edilerek imtiyazları kaldırıldı ve verdiği hizmetlerin tüketici fiyatları belirgin biçimde indirildi. Aynı müdahale konut tekellerine yapıldı ve kiralar yarı yarıya ucuzlatıldı. Zenginlerin tekelinde olan sahiller halka açıldı. Kamu sağlığı ve eğitim alanındaki ilk girişimler gündeme geldi. Kumar, uyuşturucu ve fuhuş yuvalarına müdahale edildi.

Yine de tüm bu önlemler kısmiydi ve burjuvazinin bazı gruplarının sınırlı çıkarlarına dokunmakla kalıyordu Bu nedenle belli hoşnutsuzluklar yaratsa da bu adımlar da esaslı bir soruna yol açmadı. İktisadi ve mali gücünü olduğu gibi koruyan, bürokrasinin yanısıra, başta kitle iletişim araçları olmak üzere toplum yaşamını kontrol etmekte hala da önemli araç ve imkanlara sahip olan burjuvazi ve toprak sahipleri bu adımları, ılımlı bir devrimin kitlelere sağladığı sınırlı ödüler olarak gördüler ve belki de bu sayede itibar kazanacak yeni yönetimle işleri bir dönem daha kolay götürebileceklerini bile düşündüler.

Devrim bu evresinde henüz fazlasıyla sınırlı, dolayısıyla gerçekten ılımlıydı. Aynı şekilde devrimin önderliği henüz kurulu düzeni temellerinden aşmaya yönelik herhangi bir yönelimden uzak, fazlasıyla dikkatli ve temkinliydi. Hala Moncada Programı’nın daha önce özetlemiş bulunduğumuz ılımlı sınırları içinde hareket ediyordu. Ama sonuçta bu programı kendi sınırları içinde uygulamakta da kesin kararlıydı. “Tarım Reformu Yasası” tam da bu programın bir gereği ve elbette toplumsal içerik yönünden en önemli öğesiydi.

Tarım reformu kapsamında gündeme getirilen bu ilk tasarı da gerçekte fazlasıyla ılımlıydı. Che’nin ifadesiyle, “burjuva anlamında bir tarım reformu” olarak düşünülmüştü. Bedelsiz el koyma sözkonusu değildi. Tam da 1940 Anayasasına dayanarak toprak mülkiyetine bir üst sınır getiriyor, bunun üzerindeki topraklara ise belli bir ödeme planı çerçevesinde bedeli ödenerek el konulmasını öngörüyordu. Ama bu kadarı bile Amerikan emperyalizminin (ki el konulacak toprakların önemli bir kısmı bizzat ABD tekellerinin elindeydi) ve Küba oligarşisinin her türlü yol ve yöntemi kullanarak devrimi boğmaya yönelmesine yetti.

Böylece bu gelişme, “Tarım Reformu Yasası”nın gündeme getirilmesi, Küba devriminin seyrinde gerçek bir dönüm noktası oldu. Devrimin kendi ılımlı sınırlarını hızla yıkması, gitgide radikalleşmesi, derinleşen toplumsal bir içerik kazanması, işçi ve emekçilerle daha derinden kaynaşması, ve nihayet sosyalizme yönelmesi, bu adımın tetiklediği büyük toplumsal çalkantılar ve sert mücadeleler içinde gerçekleşti. Bizzat bu sürecin kendisi, 26 Temmuz Hareketi’nin dayandığı o son derece sınırlı ulusal demokratik programın bile, kurulu düzen sınırları aşılmadıkça ve emperyalist sistemden kopuş gerçekleşmedikçe, dolayısıyla devrim kesintisiz devrim rotasına ve muhtevasına kavuşmadıkça, uygulanamayacağını göstermiş oldu.

Bu noktadan itibaren bu gelişmenin koşulları ve mantığı konusunda devrimin liderlerine kulak verebiliriz.

Duralamak bir devrimin ölümü demektir!

Che Guevara’nın 1963 yılı ortalarında Cezayir’deki özel bir kapalı toplantıda yaptığı konuşma, aynı yılın Ekim ayında Küba Deneyimi Üzerine başlığı ile yayınlandı. Konuşmasının asıl konusu olan planlama sorununa geçmeden önce, “İzin verirseniz, 1959’da Küba’da neler yapıldığını kısaca özetleyeyim” diyen Che sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Bir halk hareketinin oluşturduğu Küba Devrimi, Yankee emperyalizminin temsilcileri olan askeri ve politik güçleri alaşağı etti. Ama devrimci liderler, çok yüksek ideallere sahip olmakla birlikte, bilgi bakımından yetersizdiler.

“Kapitalist yarı-sömürgeci üstyapı dokunulmamış olarak kalmıştı. Bu üstyapıyı yıkmak ve yeni toplumumuzu yeni temeller üzerinde kurmak zorundaydık. Hükümetin mali kuruluşları geleceğin hainlerinin elindeydi. Bu hainler, daha o zamanlarda, devrimci süreç içinde siyasetlerini sessiz ve derinden yürütüyorlardı. Burjuvazinin parasal süreçlerde kullandığı teknikler konusunda bildiklerini uygulayarak, gelişimimiz sürekli biçimde engelliyor(lardı).”

Eskiden kalma bakanlıkların asalak bürokratlarla dolu olduğunu, bunların yeni devrimci hükümetle uyumlu olmak bir yana ona her yoldan güçlükler çıkardıklarını vurgulayarak devam ediyor Che:

“Bu yapıyı değiştirmek zorundaydık. Bunu yapmaya başladık, fakat elimizde hiçbir plan yoktu, önerilen bir plan da yoktu. Başında Fidel Castro’nun bulunduğu devrimci grup ilk önce Tarım Reformu Yasasını çıkardı. … Tarım Reformu Yasası’nın müthiş bir silah olduğu ortaya çıktı, sınıf savaşına dönüştü ve Küba Devrimini doruğa yükseltti.”

“Pek çoğu Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olan büyük toprak sahipleri, hemen Tarım Reformu Yasası’nı sabote etmeye giriştiler. Devrimci hayatımızda bir çok kez önümüze çıkan bir alternatif karşısındaydık. Bir kere başladığında artık durdurulması güç bir süreç içerisindeydik. Geriye dönmek daha tehlikeliydi, çünkü bu devrimin ölümü anlamına geliyordu. Böyle bir seçim karşısında ne yapılabilirdi? Tüm olası yollar arasında en doğru ve en tehlikesiz olanı, durmadan ilerlemekti. Biz zaten ilerlemenin içinde, bulunduğumuzdan daha hızlı ilerlemeyi seçtik. Burjuva anlamında tarım reformu olarak düşünmüş olduğumuz ve toprağın yoksul köylüye verilmesi demek olan çalışmamız şiddetli bir mücadeleye dönüştü. Bu mücadele sırasında Küba’daki büyük latifundistlerin tüm toprakları hiçbir karşılık beklenmeksizin müsadere edildi.” (Sosyalizmin Kuruluşuna Doğru, Yar Yayınları, s. 212-213)

Devrimin en önplandaki liderlerinden birinin devrim sürecinin gelişim seyrine ilişkin en dolaysız bir tanıklığı olmak bakımından özel bir önem taşımaktadır, buraya aktardıklarımız. Söylenenler yeterince açık ve aydınlatıcı olmakla birlikte birkaç noktanın altı özellikle çizilebilir.

Bunlardan ilki devrimin siyasal zaferinin sınırlarına ilişkindir. Kurulu düzenin askeri aygıtı ile Batista çetesinin oluşturduğu siyasal yönetim kliği tasfiye edilmiş olmakla birlikte, egemen sınıf ekonomik ve mali gücünün yanısıra devlet bürokrasisini de elinde tutmayı sürdürmekte ve bunları kullanarak devrimci süreci felce uğratmaya çalışmaktadır.

İkincisi devrimin liderlerine ilişkin olarak söylenenlerdir. Liderler “çok yüksek ideallere sahip olmakla birlikte, bilgi bakımından yetersizdiler.” Duruma müdahale etmek, değiştirmek istiyorlardı ama ellerinde bir plan yoktu. Bu gözlem devrimin ilk aylarındaki belirsizliklere ve tereddütlere tanıklık etmek bakımından kayda değerdir.

Üçüncüsü, bu durumun son bulmasında ve devrimin nihayet yeni bir rota ve tempo kazanmasında tarım reformu girişiminin oynadığı roldür. Amerikan emperyalizmi ve devrimin iç düşmanları bu herşeye rağmen ılımlı girişimi sineye çekebilselerdi belki de olaylar kazandığı seyri kazanamazdı. Ama öyle olmadı, gösterilen şiddetli gerici reaksiyon devrimin kendine yeni bir rota bulmasına bulunmaz bir vesile oldu. Tarım reformu girişiminin müthiş bir silah olduğu ortaya çıktı, “sınıf savaşına dönüştü ve Küba Devrimini doruğa yükseltti.”

Dördüncü ve son bir noktaya daha işaret edelim. Küba devriminin kendi dar sınırlarını parçalayıp atması, burjuva ulusal demokratik sınırlardan kurulu düzeni ve sistemi aşan bir sıçramaya yönelmesi ancak bununla anlaşılabileceği için bu özellikle önemlidir. Che, “Tarım reformu yasasına emperyalizmin ve burjuvazinin gösterdiği şiddetli tepki bizi zorunlu bir seçime yöneltti, bulunduğumuz noktada bize seçim bizzat emperyalizm ve Küba egemen sınıfları tarafından dayatıldı” diyor. “Bir kere başladığında artık durdurulması güç bir süreç içerisindeydik.” Bu noktadan geriye dönmek devrimin kesin ölümü demekti. Dolayısıyla devrimi ayakta tutmanın biricik yolu, onu daha ileriye taşımak, sınıflar mücadelesini derinleştirerek ona hızla toplumsal bir muhteva kazandırmaktı. Başlangıçtaki ufku sınırlı bir devrimin kendi sınırlarını aşarak ileriye sıçramasının gerisinde, tüm devrimlerin karşı kaşıya kaldığı bu evrensel yasa vardı.

Rosa Luxemburg Ekim Devrimi üzerine eleştirel broşüründe bu evrensel yasayı güçlü bir biçimde formüle ederek onu İngiliz ve Fransız burjuva devrimleri üzerinden örnekliyor. Rusya’da Şubat Devrimi sonrası üzerinden söylediklerini buraya almak, Küba Devrimi üzerinden Che’nin söylediklerini daha iyi anlamak bakımından yararlı olacaktır:

“Rus ihtilalinin gerçek durumu birkaç ay sonra alternatifleriyle belirdi: Ya karşı devrimin zaferi ya da proletarya diktatörlüğü:  Ya Kaledin ya da Lenin. Bu, her ihtilalde ilk adım atıldıktan sonra ortaya çıkan ve Rusya’daysa çetrefil barış ve tarım sorunun sonucu olan –ki  bu sorunlar için burjuva ihtilali çerçevesinde çözüm yoktur– olgudur.

“Rus ihtilali, bütün büyük ihtilallerin temelde öğrettiği ve onların yaşama yasası olan şu ilkeyi bir kez daha kabul ettirdi: Ya kararlı bir şekilde ve hızla ileri atılmak, demir bir el ile bütün engelleri yıkmak ve gittikçe daha uzak hedeflere yönelmek… Ya da hareketin zayıf noktasında hızla geri püskürtülerek karşı devrim tarafından ezilmek. Duralamak, yerinde saymak, varılan ilk hedeflerle yetinmek ihtilallerde mümkün değildir.” (1917 Ekim Devrimi, BDS Yayınları, s.16)

Küba Devrimi’nin önderlerinden biri olarak Che’nin iki yıl öncesine ait olayların mantığı hakkında pratik deneyim yoluyla söylediklerini, devrimlerin tarihini ve mantığını iyi bilen bir devrimci olarak Rosa Luxemburg teorik bir bakış açısıyla ortaya koyuyor.

“Bu kez gerçekten devrim oldu!”

Küba Komünist Partisi 1. Kongresi’ne sunduğu kapsamlı raporun devrimin tarihsel muhasabesine ayrılmış bölümünde Fidel Castro, devrimin zafere ulaştığı gün olan 1 Ocak 1959’da, devrimin gerçek merkezi kabul edilen Santiago de Cuba şehrinde yaptığı konuşmadan uzun bir pasaj aktarır. “Bu kez Devrim hayal kırıklığına uğratılamayacak. Bu kez, Küba’da devrim, … hedeflerine ulaşacak” sözleriyle başlayan bu pasaj, sözünü ettiği hayal kırıklığını üç önemli tarihsel olay üzerinden örnekler.

İlki İspanyol sömürgecilerine karşı ulusal bağımsızlık savaşıdır. Aralıklarla otuz yıl süren ve büyük bedellere mal olan bu savaşın zaferini Amerikan askeri müdahalesi boşa çıkarmış ve Küba bağımsız bir yeni devlet görüntüsü altında ABD’nin yeni sömürgesi olarak kalmıştı. İkinci tarihsel olay 1933 yılında başını işçi sınıfının çektiği ve Machado diktatörlüğünün devrilmesiyle sonuçlanan devrimci halk hareketidir. Bu büyük halk hareketinin sonuçları ise Batista’nın “çavuşlar darbesi” ihanetiyle boşa çıkarılmıştı. Küba halkına üçüncü hayal kırıklığını ise, 1933 anılarını da kullanarak Batista’ya karşı 1944 seçimlerini kazanan ve ardından mafyalaşmış bir hırsızlar düzeni kuranlar yaşatmışlardı.

Bu üçünün peş peşe örneklendiği pasaj, bu kez bunları sondan başa sıralayarak şu cümlelerle biter: “Ne hırsızlar, ne hainler, ne de müdahaleciler: Bu kez olan gerçekten bir devrimdir.”

Geleceğe dönük güven ve iyimserlik yüklü bu aktarımın hemen ardından, Fidel Castro bu kez 8 Ocak’ta başkent Havana’ya varışında yaptığı konuşmadan şu sözleri aktarır:

“Tarihimizin belirleyici bir anındayız. Zulüm yenildi. Sevinç inanılmaz boyutlardadır. Ve hala yapılacak çok şey var. Buradan itibaren herşeyin kolay olacağını sanıp aldanmayalım. Belki şimdiden sonra herşey daha güç olacak.”

Bu sözlerden yansıyan ise gerçekçiliğe dayalı bir temkinliliktir; yalnızca birkaç ay sonrasının olayları, bunun fazlasıyla yerinde ve öngörülü bir yaklaşım olduğunu gösterecektir.

(Devam edecek…)

(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı EKİM’in Mart 2017 tarihli 306. sayısından alınmıştır...)

www.tkip.org