Hırsızlığın ve yolsuzluğun olağanlaştığı AKP iktidarı dönemi, aynı zamanda baskı ve zorun egemen kılındığı ve keyfi uygulamaların hüküm sürdüğü yıllar oldu. Dinci gerici rejimin tüm aymazlıklarına karşı ortaya çıkan muhalif sesler ise “terörist” ya da “darbeci” olmakla itham edildi. Kendi içindeki çatlaklar ve iktidarı boyunca emekçilere dayattığı sefalet sebebiyle oy kaybı yaşayan AKP iktidarı, yaklaşan akıbetini önlemek adına pervasızlıkta sınır tanımadı, tanımıyor.
AKP’nin kaybetmeye olan tahammülsüzlüğü
Elindeki tüm güce ve uyguladığı baskıya rağmen rejim, kitle desteğini korumakta zorlanıyor. Öyle ki, kaybedilen her belediye için yasal ve yasadışı yollara başvurarak ve gerekirse keyfiliği “olağanlaştırarak” bir nevi intikam almaya ve oy kaybını durdurmaya çalışıyor.
HDP’li belediyeler hakkında düzenlenen hukuksuz iddianamelerle belediye başkanları tutuklanırken, olağanüstü kararnameler ile belediyelere kayyımlar atanıyor. Milliyetçi, ırkçı histeriyi arkasına alarak bin bir yalanla HDP’li belediyeleri kendisine bağlamaya çalışan AKP, dilinden düşürmediği “demokratik-hukuk devleti” söyleminin de sadece bir safsata olduğunu gözler önüne seriyor. AKP iktidarı, HDP’li belediyeler üzerinde terör demagojileri ile yarattığı baskıyı CHP’li belediyeler üzerinde de denemekten geri durmadı. İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerinin AKP’nin denetimden CHP’ye geçmiş olması, AKP’nin sindiremeyeceği büyüklükte bir yenilgi oldu. Rant alanlarını ve oy deposunu kaybetmenin verdiği sarsıntı, seçimlerin ardından ilk gündem maddeleri olarak uzunca süre tartışıldı. AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesine kayyım atayacağı ya da belediye hizmetlerini aksatmak için elinden geleni yapacağı da tartışma başlıklarından birkaçı oldu.
Bugün için CHP’li belediyelere kayyım atamayı başaramayan AKP iktidarı, belediye hizmetlerini alenen engellemenin ya da yapılan hizmetleri kendi hesabına yazmanın yollarını aramaktadır. Özellikle pandemi döneminde ağırlaşan yaşam koşullarını hafifletmek adına yapılan belediye hizmetleri AKP engeline takıldı. Hastane kurasının engellenmesi, belediyelerin pandemiye karşı yardım toplamalarının yasaklanması, toplanan paraya el konulması örneklerinde olduğu gibi. Son olarak Halk Ekmek satışının engellenmek istenmesi, topluma götürülecek hizmetin kalitesi ve yaygınlığını değil hizmeti kimin gerçekleştirdiği tartışmalarını ön plana çıkardı.
Belediye hizmeti toplum için mi, oy için mi?
Tüm tartışmalar boyunca yine AKP-CHP kutuplaşması ile karşı karşıya kalındı. Bir tarafta AKP’nin merkezi sistemi kullanarak yerel iktidarların faaliyetlerini kösteklediğinden yakınan CHP, diğer tarafta ise “hizmet ancak merkezi iktidar tarafından sağlanır” diyerek “güçlü Türkiye” pozları takınan AKP arasında süren tartışmalar gündemi meşgul etti.
Elbette burjuva siyasi partiler açısından siyaset oy sayılarını artırmak anlamına gelmektedir ve bu oylarla iktidar gücünü elde etmeye odaklanmaktadırlar. Topluma götürülen hizmetler de bu anlamda birer propaganda malzemesi olmanın ötesine geçmemektedir. Öyle ki, AKP şahsında sıkça örneklerine rastladığımız gibi, işçi ve emekçilerin vergileri ile oluşturulan depren fonu gibi fonlar ile yapılan yollar dahi seçim meydanlarında propaganda konusu yapılmıştır. Bu açıdan bakıldığında, AKP’nin CHP ve HDP’li belediyelere yönelik saldırıları doğrudan seçmen desteğini korumayı hedeflemektedir. Kendisinden başka bir partinin belediye hizmetlerine imza atmış olması, bir nebze de olsa halkın yaşam koşullarında kolaylıklar sağlamış olması AKP’nin “alternatifsizlik” balonunu söndürmektedir. Bu sebeple AKP iktidarı yerel belediyelerin çalışmalarını engellemekte ve “hizmet verilecekse ben veririm” edası ile hareket etmektedir.
İzmir Büyükşehir Belediyesi pratiğinde olduğu gibi dişe dokunur bir hizmet yapmayan, kendisine yönelen eleştirileri ise “iktidar izin vermiyor” argümanı ile savuşturan CHP mantığının eli son örneklerle bir hayli güçlenmiş görünmektedir. İzmir depreminde yaralıları kimin kurtarma ekiplerinin kurtardığını tartışacak denli yarışa giren CHP, işçi ve emekçilerin ihtiyaçları ve sorunları üzerinden AKP ile söylem bazında “mücadele” vermekte, ancak bu “mücadele” CHP’nin burjuva siyasi karakterinin gereği demagoji boyutunu aşamamaktadır.
Madalyonun iki yüzü
AKP’nin işçi ve emekçilerin hayatında yarattığı yıkıcı etkileri ortadan kaldırmak elbette sınıf perspektifi ile örülmüş kitlesel militan bir mücadele pratiğini şart koşmaktadır. Bunu gerçekleştirmek ise kesinlikle CHP’nin harcı değildir. AKP’nin CHP’li belediyelerin hizmetlerini engelleme çabaları nasıl ki işçi ve emekçilerin hayatlarında olumsuz sonuçlar doğuruyorsa, CHP’nin “hizmetlerimiz engellendi” söylemleri de işçi ve emekçilerin bu “hizmetlerle” sefaletten kurtulacağı yanılsaması yaratmayı amaçlamaktadır.
Tüm bu tartışmalar asıl sorunun AKP iktidarının temsilciliğini yaparak at koşturduğu ve CHP’nin de bir parçası olduğu kapitalist sistemden kaynaklandığının üzerini örtmektedir. Zira AKP de CHP de aynı sınıfa, burjuvaziye hizmet eden düzen partileridir.
Aç yatılmayan günler için
Toplumun refahı için yapılacak hizmetler ne kapitalist sistemin doğası ile ne de iktidar partisinden muhalefet partisine, burjuva düzen partilerinin misyonları ile bağdaşmaktadır. Bu ancak açlığın, yoksulluğun olmadığı ve işçi-emekçilerin insanca koşullarda yaşayabileceği bir düzen olan sosyalizmde mümkündür.
Bir avuç azınlığın milyonları sömürdüğü kapitalist sistemde AKP-CHP arasındaki kavga rant kavgasıdır. Bu kavga düzen partilerinin işçi düşmanı karakterine ışık tutması açısından bir anlam taşıyabilir. İşçi ve emekçiler bu gündemi bu bakışla ele almalı, kendi sınıf perspektifleri üzerinden değerlendirmelidirler. Ancak bu şekilde çocuklarımızın aç yatmadığı günler inşa edilebilir.
Z. Kaya