Bir ülke düşünün... Bir avuç kapitalist ile onlar adına ülkeyi yöneten sermaye iktidarı, milyonlarca işçi ve emekçinin sömürüsü, yoksulluğu ve sefaletine rağmen yönetebilsin. Attıkları tüm adımları kâr için, çıkarttıkları tüm yasaları şirketler için, söyledikleri her sözü sermayenin ihtiyaçları için olsun.
Zaman zaman milyonlarca işçinin yarattığı değeri nasıl paylaşacakları üzerine kavgaya tutuşsunlar. Lüks ve şatafat içinde hiç çalışmadan yaşarken, deri koltuklarında emek sömürüsü üzerine kurdukları saltanat üzerinden birbirlerini yesinler. Ama her şartta bu bir avuç asalak emeğiyle geçinen milyonlara hükmetsin. Çarklar dönsün, kâr rekorları kırılsın. Emeğin hakkı her geçen gün biraz daha küçülsün...
Tanıdık geldi değil mi? Peki nasıl başarıyorlar bunu? İlk akla gelen paranın ve gücün onlarda olduğu, devletin onların devleti olduğu, vb... Evet ama bunlardan daha da önemlisi, biz işçi ve emekçilerin suskunluğu, hareketsizliği ve bölünmüşlüğü değil mi?
Emeğimizi, alınterimizi prangaya vuranlar aynı zamanda aklımızı ve bilincimizi de kötürümleştirmiyorlar mı? Ne kadar ücret alacağımızı, hangi koşullarda çalışacağımızı, nasıl evlerde yaşayacağımızı belirleyen bu asalaklar aynı zamanda hangi konuda ne düşüneceğimizi de söylemiyorlar mı?
Taban tabana zıt çıkarlarımız ortada iken, iki de bir çıkıp “aynı gemideyiz” naraları atarak biz işçileri de sermayenin ihtiyaçlarına göre düşünmemiz için propagandaya boğmuyorlar mı? Din demiyorlar mı? Milliyet demiyorlar mı?
İşçi sınıfının büyük öğretmeni Karl Marks diyor ki, “üretim araçlarını ellerinde tutanlar aynı zamanda toplumun entelektüel araçlarını da ellerinde tutarlar.” Medya ellerinde, bilim, kültür, sanat vb. ellerinde... İşte bu araçlarla bizleri bölüyor, önyargılarımızı kışkırtıyor, yapay ayrımlar yaratarak birbirimize düşman ediyorlar.
Bir avuç sömürücü asalak milyonlarca işçiyi, sen Türksün, Kürtsün, Alevisin, Sünnisin diyerek bölüyor, güçten düşürüyor. Bilinçleri ezerek sömürünün üzerine perde çekmeye, işçileri gerçek sorunlarından uzaklaştırmaya çalışıyor.
Yarattıkları algılar üzerinden kavgaları körükleyerek yan yana gelemez, hareket edemez hale getiriyor. Bu ülkede çeşitli milliyetlerden, farklı dinlere mensup işçileriz. Aynı fabrikalarda çalışıyor, aynı bantlarda alınteri akıtıyor, aynı koşullar içinde yaşam mücadelesi veriyoruz.
Hak aramak istediğimizde “terör” yaftasıyla karşılaşıyoruz. Çoğu durumda bizleri birbirimize kışkırtmalarına olanak tanıyoruz. Sermaye düzeninin aklımızı teslim almasına izin veriyor, yanı başımızda farklı inanışa sahip, farklı etnik kökenden gelen sınıf kardeşlerimizin eşit hak taleplerini görmezden geliyoruz. Onlara kışkırtmaların da beslediği bir düşmanlıkla yaklaşıyoruz.
Böylece Türkiye’de yaşayan ve aynı şartlarda çalışan milyonlarca işçi bölünüyor, şirketlerin kasaları doluyor, çarklar dönüyor, bir avuç asalak milyonlara hükmediyor. Kim bölücü?
İşçi sınıfı ve emekçilerin bu boğucu atmosferden kurtulabilmesi, karanlığı derinleştiren sömürü düzenine karşı topyekûn mücadelesiyle olanaklı. Bu mücadele ise farklı inançtan, mezhepten ve etnik kökenden gelen işçilerin bir sınıf olarak kardeşleşmesi ve birleşmesi ile güçlenebilir.
İşçi sınıfının birliği yalnız ekonomik çıkarlar üzerine inşa edilemez. Farklı inanç ve etnik kökenden gelen işçilerin birbirlerinin haklı ve meşru istemlerine saygı duymaları, bunları kabul etmeleri gerekir. Biz ancak kendimize hak gördüğümüzün başkası için de hak olduğunu savunduğumuzda kardeşçe gönüllü birliğe dayalı bir yaşam kurabiliriz.