AKP şefi Tayyip Erdoğan, 17-20 Ekim tarihleri arasında Afrika ülkelerinden Angola, Togo ve Nijerya’yı “ziyaret” etti. Öncesinde İletişim Başkanlığı’nın yaptığı açıklamada, ziyaretin görünürdeki amaçları da dile getirildi:
"Sayın Cumhurbaşkanımızın Angola'yı ziyaretleri, Türkiye'den bu ülkeye Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan ilk resmi ziyareti teşkil edecektir. Cumhurbaşkanı Joao Manuel Gonçalves Lourenço'nun 27-28 Temmuz 2021 tarihlerinde ülkemize gerçekleştirdiği ziyaretle ivme kazanan siyasi ve ekonomik ilişkiler, bu tarihi ziyaretle daha ileri noktaya taşınacaktır. Togo'ya yapılacak ziyaret de keza Türkiye'den bu ülkeye Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan ilk resmi ziyaret olması hasebiyle tarihi nitelik arz etmektedir. Lome'de gerçekleştirilecek görüşmelerde ikili ilişkiler tüm veçheleriyle ele alınacak, iş birliğinin pekiştirilmesi üzerinde durulacaktır. Sayın Cumhurbaşkanımız Afrika turunun son durağında köklü ve güçlü ilişkilere sahip olduğumuz Nijerya'yı ziyaret edeceklerdir. Abuja'da yapılacak resmi temaslarda mevcut iş birliğinin derinleştirilmesi için atılabilecek adımlar değerlendirilecektir."
Türkiye’de her türlü kirli işin kotarıldığı bir mafyatik yağma düzeni kurarak muazzam bir servet biriktiren AKP iktidarı, bunu her yolla büyütmeye çalışıyor. Bu hedefle Afrika’yı gözüne kestiren AKP iktidarının “iş birliğinin pekiştirilmesi”yle esas olarak kastettiği şey, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinden faydalanılabilecek ülkeler ile ekonomik ilişkileri geliştirmektir. Daha önce başka ülkelerin sermayedarlarını Türkiye’ye yatırım yapmaya çağırıyorlardı. Söz konusu ziyarette hem Afrikalı sermayedarlara benzer bir çağrı yapılıyor hem de Afrika ülkelerine yatırım işaretleri veriliyor. Afrika dönüşünde, AKP şefinin uçağında götürdüğü yandaş gazetecilerin sorduğu sorulara verdiği yanıt bunu açıkça ortaya koyuyor. Yandaş gazete muhabirinin sorduğu, “Bugüne kadar 30 ayrı Afrika ülkesine toplam 41 ziyaret gerçekleştirdiğinizi söylediniz. Afrika neden önemli?” sorusuna AKP şefinin verdiği cevap şu:
“Özellikle Sahraaltı bölgesini dolaşalım istiyorum. Güney Afrika’ya daha önce gittim ama güneye doğru da inip buraya bir daha gitmekte fayda var. Güney Afrika tabi bölgenin adeta en diri ülkesi. Üstelik savunma sanayiinde de Güney Afrika çok güçlü. Birlikte atabileceğimiz çok güçlü adımlar var… Fakat tabi bizim Afrika’daki bu dönüşümümüzün durmaması lazım. Afrika’da bizim yapacağımız daha çok işler var. İş adamlarımızın Angola’daki toplantısı gayet verimli oldu. Ama yetmiyor, bundan sonra bunun takibi gerekiyor. Angola’nın en önemli özelliği, yeraltı zenginliklerinin çok çok fazla olması. Altın var, bakır var. Bunlarla beraber çinko gayet ileri seviyede. Bunun yanında kurşun da var. Bizimle bir paylaşım içerisinde kazan-kazan esasına göre adım atın diyorlar. Elmas yatakları da çok ileri derecede. Fransızlar bunları sömürdü. Ama bunlar bu işin farkına çok geç vardılar. Türkiye olarak bizim derdimiz bunları sömürmek değil. Tam aksine biz yardımcı olalım hem onlara kazandıralım hem de biz kazanalım diyoruz. Mesela Angola petrol noktasında da baya iyi yerde. O adımları atacak olursak bunlarla beraber bizim yatırımcılarımız, girişimcilerimiz de çok ciddi bir kazanım sağlarlar.”
Çok yönlü krizler karşısında kamanıp kalan AKP iktidarı, en başta kendi altını oyan, oy desteğini eriten ekonomik krizin etkisini bir nebze olsun azaltabilmek umuduyla bir kez daha yabancı yatırımcılarının ayağına gitmiştir. AKP şefi, yabancı sermaye arayışla gerçekleştirdiği daha önceki birçok ziyaretinde de yatırım ve “kazan-kazan” çağrı yapmış, Türkiye’nin “ucuz” bir ülke olduğunu ve yabancı sermayenin aradığı tüm koşulları barındırdığını tekrar tekrar dile getirmişti.
Elbette bu “ucuz”luğun ve yabancı sermaye için uygunluğun gerisinde işçi ve emekçilere en beterinden yaşam ve çalışma koşullarının dayatılması yatıyor. Özellikle pandemi döneminde Türkiye işçi ve emekçilerine en ağır sefalet koşulları dayatılmıştır. İşçi ve emekçiler ücretli izne çıkarılmak yerine, ölüm ile burun buruna çalışmaya zorlanmışlardır. Asgari ücretin açlık sınırının altında tutulduğu günümüz koşulları, iktidar ve sermayenin “işsizlik” sopası ile dayatılmaktadır. TÜİK verilerine göre ağustos ayında Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı 3 milyon 965 bin kişi olurken, istihdam edilenlerin sayısı bir önceki aya göre 14 bin kişi azalarak 28 milyon 706 bin kişiye gerilemiştir. İstihdam oranı ise 0,1 puanlık azalış ile yüzde 45,0 olmuştur. Türkiye’nin “ucuz” bir ülke görülmesinin bir diğer önemli nedeni ise, hakları tırpanlanan, kötü çalışma koşulları dayatılan işçi sınıfının, buna karşı örgütlü bir mücadele içinde olmamasıdır. Yapılan son araştırmaya göre, Türkiye’de 14 milyon 371 bin 96 işçiden yalnızca 2 milyon 69 bin 476’sı sendikalıdır. Yani sendikalı işçilerin oranı toplam içinde sadece yüzde 14,40’tır.
Gerici-faşist iktidar, işçi sınıfının örgütsüzlüğünden güç alarak, ekonomik saldırıları hayata geçirmekte, temel tüketim maddelerine zam üstüne zam yapmakta ve krizin faturasını döne döne işçi sınıfına ödetmektedir. İşçi ve emekçileri her bakımdan en ağır çalışma koşullarına ve sefalet ücretlerine mahkum etmenin özgüveniyle “sermaye piyasası”nda küstahça teklifler yapabilmektedir. Tam da işçi sınıfına sefaleti kabul ettirmiş olmasını öne sürerek, yabancı sermayeyi yatırım yapmaya çağırmakta, devasa kâr garantisi vermektedir. İşte dinci-faşist iktidarın diline pelesenk ettiği “yerli ve milli”liğin özü budur. Son Afrika ziyareti buna yeniden ayna tutmuştur.
Emeğin bu denli “ucuz” olmaması, yabancı sermayeler için ülkenin “sömürü cenneti” olarak görülmemesi ve hakların bu denli tırpanlanmaması, ancak işçi ve emekçilerin yükselteceği örgütlü mücadele ile mümkün olacaktır.