28 Haziran’da yapılan AB zirvesinde, mültecilere yönelik olarak yeni “önlemler” alınması kararlaştırıldı. Buna göre yeni toplama kamplarının oluşturulması ve mevcutların güçlendirilmesi sağlanacak. Yanı sıra AB sınırlarını koruma teşkilatı Frontex’ın silah kapasitesi arttırılacak. Ayrıca Afrika’da, Türkiye misali sınır muhafızı devletlerin sayısının arttırılması için de fona daha fazla kaynak ayrılacak. Öte yandan Türk sermaye devletine, sınır muhafızlığıyla ortaya koyduğu hizmet karşılığında vadedilen 6 milyar avroluk ödemenin ikinci dilimi olan 3 milyar avronun ödenmesi kararlaştırıldı. Buna ek olarak, devam edecek hizmetleri karşılığında Erdoğan rejimine 3 milyar avroluk yeni bir ödemenin daha yapılacağı açıklandı. Özellikle bu son adımla, AB’nin sınırlarının korunması için yeni sınır muhafızları özendirilip teşvik edilmiş oluyor.
AB’nin devlet şeflerinin binlerce insan için ölüm fermanlarının hazırlanması anlamına gelen zirvesinde yapılan kirli pazarlıklarla, Akdeniz ve Ege sularında boğulmayıp da bir şekilde AB sınırlarına ulaşan az sayıdaki “talihlinin” de Afrika’nın zayıf ülkelerine geri gönderilmesi kararı çıktı. Sol Parti milletvekili Ulla Jelpke, mültecileri oralarda “kötü muamele, tecavüz ve kurşuna dizilmelerin” beklediğini, Almanya’nın dış ilişkiler diplomatlarının verdikleri bilgiler üzerinden açıklamış oldu.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Örgütü (UNHCR) ve Uluslararası Göç Örgütü (IOM) zirveden çıkan anlaşmayı desteklediklerini açıklayarak, mültecilerin “acil durumlarda” AB dışındaki toplama kamplarında tutulmasını ve iltica başvuruları hakkında oralarda karar verilmesini legal ve uygulanabilir olarak gördüklerini belirttiler. AB Komisyonu’nun bu konuda hızlı bir şekilde konsept hazırlamakla görevlendirildiği de çıkan haber arasında yer alıyor.
Libya Sahil Güvenlik ile işbirliğini genişletme kararı alan AB, mülteci akınını kanlı ve akçeli ilişkilerle Akdeniz sularında bitirmeyi amaçlıyor. Sahil güvenliğin yapacağı “işlerin” engellenmemesi gerektiği kararını alan AB, tüm zorluklara rağmen mültecilerin hayatlarını kurtarmaya çalışan gönüllü can kurtaran ekiplerini hedef aldığını ortaya koydu. Sahil güvenlik diye adlandırılan paramiliter sınır bekçileri tarafından yakalanan insanlar zaten uzun zamandır depolara/kamplara dolduruluyorlar. Bu kamplarda uzun zamandır kötü muamele, tecavüz ve kurşuna dizilmelere varan uygulamalar olduğunun bilindiğine dikkat çeken Sol Parti milletvekili U. Jelpke, “Almanya dış ilişkiler diplomatları dahi kamp/depo koşullarını ‘Toplama kampı benzeri’ koşullar olarak belirtmişlerdi” diyerek, olan biten her şeyin AB devletlerinin ve burjuva medyanın bilgisi dahilinde cereyan ettiğini dolaylı da olsa açıkladı. Toplama kamplarının ne anlama geldiğini Alman halkı ve anti-faşist güçler Hitler döneminden çok iyi biliyorlar.
Mültecilerin toplama kamplarında nelerle karşılaştıkları bizler için hiç “sır” değildir. İstanbul Küçükçekmece’deki Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde 5 ayda, yaşları 18’in altında 39’u Suriyeli 115 çocuğun hamile olduğu saptanmış, çocukların emniyete ve savcılığa bildirilmediği de belirlenmişti. İstanbul’un göbeğindeki bir hastanede bunlar oluyorsa, diğer kentlerde nelerin yaşandığını düşünmek bile mültecilerin içerisinde bulunduğu sefaleti tasavvur etmeye yeter de artar. 6 milyar avroyu kasasına indiren Erdoğan rejimi, mültecilerin yaşam koşullarını iyileştirmek yerine, onları açlık ve sefaletin pençesine terk edip korunaksız bırakarak, açlık ücreti karşılığında kölece koşullarda çalışmaya mahkum etti.
Açlar ordusundan devrimci bir olanağa...
Uluslararasılaşan kapitalist üretim, sanayi havzalarında ve hizmet sektöründe çok uluslu proleterleri toplayarak, onları aynı çalışma koşulları altında bir araya getirdi. İşsizlik, açlık, çevre yıkımları, gerici savaşlar vb.nin yanı sıra, ırkçı-milliyetçi, faşist ve dinci diktatörlüklerin zulmünden kaçan insanların bu merkezlere akın etmesinin de sonucu olarak, çok dilli ve değişik inanca sahip insanlardan oluşan çok uluslu proleterler kitlesinin sayısı katlanarak artmaya devam ediyor. Burjuvazi için ucuz işgücü bulmanın kaynağı olma gibi bir avantaj sunan bu alanlar, sorunlar kaynağı olarak da burjuvazinin karşısına çıkıyor. Güçlü bir yerli işçi hareketinin olmadığı ve işçi dayanışmasının zayıf olduğu bugünkü koşullarda biriken sorunlar sermaye diktatörlüklerini çok zorlamasa da çok uluslu proleter kitlesinin toplandığı alanlar gelecekteki sınıf çatışmalarının merkezleri olacaklardır.
Bunun tarihsel bilincine sahip olan burjuvazi, sermayenin çok yönlü saldırı ve savaş politikalarının marifeti olarak ortaya çıkan kitlesel göç dalgasını tüm kötülüklerin, işsizliğin, düşük ücretle ve güvencesiz çalışmanın sorumlusu olarak gösteriyor. Bu yolla da siyasal gericiliği ve faşist ideolojiyi yaygınlaştırmanın nesnesi yapıyor. Ancak bütün bunlar faşist-gerici çevreleri tatmin etmeye yetmiyor. Almanya’da hükümet ortağı CSU’nun başkanı ve İçişleri Bakanı Horst Seehofer zirveden çıkan kararları yetersiz bularak, Merkel’i hükümetten çekilmekle tehdit edebildi. Seehofer sermaye devletinin baskıcı militarist yapısının daha çok takviye edilmesini istedi.
Değişik biçimler altında süren kitlesel göçlerin temelinde kapitalist üretim sistemi vardır ve kapitalist sistem varlığını sürdürdükçe bu olgu da varlığını koruyacaktır. Kapitalist sistemin varlığından kaynaklanan diğer sorunlar gibi kitlesel göç sorununda da her sınıf kendi öz sınıfsal çıkarları temelinde çözümler sunuyor. Kapitalist dünyanın “çözümü” ihtiyaç fazlası ucuz işgücünün (ki onlar için göçmenler öncelikle işgücüdür) “telef olmasına” göz yummanın dahi ötesine geçiyor. Emperyalist burjuvazi bu fazlalığın imha edilmesi için gerekli harcamaları yapmaktan da geri durmuyor. Zirvede, her devletin ihtiyaç duyduğu kadarını toplama kamplarından seçerek almasında anlaştıklarını da burada kaydedelim.
AB emperyalistleri mültecilere karşı toplama kampları, Frontex’in silah kapasitesinin arttırılması, paramiliter güçler eliyle Ege ve Akdeniz’de göçmen botlarının batırılması, batırılan botlardan sağ kalanların gönüllüler tarafından kurtarılmasına karşı davalar açılması, toplama kamplarında kurşuna dizmeler de dahil her yolun mübah sayılması, “ulvi amaçlar” için devletlerin satın alınıp kitlesel göç yollarının kontrol altına alınmasının sağlanması vb. gibi yöntemleri hükmettikleri çürümüş toplumlara kanıksatmış görünüyorlar. Onlar açısından göçmenleri sonu ölümle bitecek olan maceralara sürüklemenin hiçbir mahzuru yok.
Devrimci işçi hareketinin güçsüz olduğu günümüz koşullarında, göçmenler kitlesi de güçlü bir işçi dayanışmasından mahrum kalıyor. Dahası, mülteciler her türden burjuva gerici ideolojinin etkisinde olan sınıf kardeşlerine karşı bir rakip olarak sunuluyorlar. Oysa güçlü bir devrimci işçi hareketi, göçmenler kitlesi içinde tüm işçi ve emekçilerin ortak düşmanı olan kapitalist-emperyalist sisteme karşı güçlü savaşçıları da bulacaktır. Ve bu devrimci birliktelik, uluslararasılaşan kapitalist sisteme karşı uluslararası bir devrimin ateşleyicisi olacaktır.