Çürüyen ve tarihsel olarak “can çekişen” kapitalist sistem, dinsel gericiliği ve ırkçılığı, sınıf ve emekçi kitleleri atomize etmenin, onların arayışını ve uyanışını dizginlemenin, düzene yedeklemenin ve elbette topluma hükmetmenin etkili bir aracı olarak kullanmaktadır. Gelinen aşamada çok yönlü bunalımlar içinde kıvranan sistem, bu silaha daha yaygın bir şekilde başvurmaktadır. Milliyetçilik zehiri, göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, faşist hareketin yükselişi, etnik, mezhepsel ve dinsel kutuplaşma ve boğazlaşmadaki tırmanış bunun ifadesidir.
Yeni Zelanda’da gerçekleşen katliam da bu olgusal gerçeklerin ve bunları her yolla kışkırtan emperyalist gericiliğin ürünü bir barbarlık saldırısıdır. Christchurch kentindeki iki camide gerçekleştirilen korkunç terör saldırısında 50 kişi öldü ve onlarcası yaralandı. Yeni Zelanda tarihindeki en büyük katliam olduğu söylenen bu vahşetin dolaysız sorumlusu, her türlü sapkın ideolojinin, dinci ve ırkçı terörün kaynağı olan kapitalizmdir.
Katil Tarrant’ın yayınladığı 87 sayfalık manifesto, onun ırkçı-faşist kimliğini sergilediği gibi, beslendiği ideolojinin kaynağını da ortaya koymaktadır. Manifestoda, 2011’de Norveç’te gençlik kampında 77 genci öldüren ve katliamı “bunlar masum çocuklar değil, siyasi aktivistlerdi” diye savunan Anders Behring Breivik’i övmekte, ABD Başkanı Donald Trump’ı “yenilenen beyaz kimliğin ve ortak amacın sembolü” olarak yüceltmekte ve göçmenleri “işgalciler” olarak tanımlamaktadır. “Antifaşistlere, marksistlere ve komünistlere” başlıklı bölümde ise, “Gözlerim üzerinizde. Boynunuzu botumun altında görmek istiyorum” demektedir.
Tüm bunlar, onun ırkçı-faşist kimliğini şekillendiren politik atmosferin ve nesnel zeminin ne olduğu konusunda yeterli açıklık sağlamaktadır.
Dinci ve ırkçı çetelerin ipleri emperyalizmin elinde
Katliam ve katliamı gerçekleştirenin kimliği, bugünün kapitalist dünyasında yükselen yabancı düşmanlığı, ırkçılık-faşizm, artan etnik, mezhepsel ve dinsel kutuplaşma ve düşmanlıklarla birlikte düşünüldüğünde, benzer cinayetlerin birçok ülkede sıkça gerçekleştiği göz önüne alındığında, sorunun “münferit” olmadığı, kişilerin “akıl sağlığı-psikolojik durumu” ya da çılgınlıklarıyla açıklanamayacağı ortadadır. Yeni Zelanda katliamı da dünyadaki ırkçı-faşist yükselişin dolaysız bir sonucudur.
Çürüyen kapitalist sistemin bugünkü tablosuna barbarlık egemendir. Dinci ve ırkçı çetelerin sergiledikleri vahşet de bu zemin üzerinde yükselmektedir. Zira kapitalist barbarlık dünyasının temsilcileri ırkçı-faşist hareketi sınıf ve emekçi kitle hareketine karşı kullanmak üzere karşı devrimci bir alternatif olarak hazırlamaktadırlar. Etnik, mezhepsel ve dinsel çatışmaları bu hedefleri doğrultusunda körüklemektedirler. Şeriatçı çeteleri Ortadoğu gibi coğrafyalarda kendi çıkarları ve amaçları uğruna bizzat yaratan, büyüten ve her yolla destekleyenler de onlardır. ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin etki ve sonuçlarına bu gözle bakılmalıdır.
Dolayısıyla Christchurch katliamı, radikal islamcı çeteler tarafından Avrupa’nın birçok kentinde gerçekleşen katliamlardan farksızdır. Mart 2004’te İspanya’nın başkenti Madrid’de yolcu trenlerine yerleştirilen bombaların patlamasıyla 191 kişinin hayatını kaybetmesi, 500 kişinin yaralanması; Ocak 2015’te mizah dergisi Charlie Hebdo binasına girip 12 aydının öldürülmesi; Temmuz 2005’te Londra’da 56 kişinin katledilmesi ve 700 kişinin yaralanması; Kasım 2015’te Paris’te Bataclan gece kulübüne düzenlenen saldırılarda 130 kişinin, Temmuz 2016’da Fransa’nın Nice kentindeki saldırıda 86 kişinin hayatını kaybetmesi; Türkiye’deki Reina, Suruç, Ankara Gar katliamları ve benzerleri, tümü de “İslam” adına gerçekleştirildi. Avrupa merkezlerindeki birçok ırkçı katliam da, tıpkı Christchurch katliamından olduğu gibi, yabancı, göçmen ve islam düşmanlığı adına gerçekleştirildi. Dolayısıyla bunların tümü de aynı madalyonun iki yüzüdür.
Bugün Yeni Zelanda’da Müslümanlara karşı yapılan saldırı, bugüne kadar Avrupa’nın birçok kentinde göçmenlere ve yabancılara karşı gerçekleşen kanlı saldırıların bir devamıdır. Bu katliamların sorumlusu olan ırkçı-faşist akımların da, bir soğuk savaş projesi olarak ABD eliyle komünizme karşı yaratılan ve bugün sadece Ortadoğu’da değil, Batının metropollerinde korkunç katliamlar gerçekleştiren cihatçı akımların da ipleri emperyalistlerin elindedir. Hepsi de onların çıkar ve hedefleri doğrultusunda kullanılmaktadır.
Bu canilerin sergiledikleri vahşetin sorumluları, emperyalist-kapitalist düzenin sahipleri ve onların işbirlikçileridir. Dolayısıyla Yeni Zelanda’da yaşanan vahşi katliamın ardından emperyalist şeflerin ve uşaklarının döktükleri timsah gözyaşlarıdır.
Her katliamın ardında “yüksek önlemler”den söz edenler, bu gelişmeleri sadece demokratik hak ve özgürlüklerin tırpanlanmasına vesile etmektedirler. Dolayısıyla dinci ve ırkçı çetelerin saldırılarının devamı gelecektir. Zira bu katliamlara zemin oluşturan ırkçılığın, faşizmin, etnik, mezhepsel, dinsel kutuplaşma ve çatışmanın bizzat emperyalizm eliyle kışkırtıldığı, desteklendiği ve yükselişe geçtiği bir dönemin içindeyiz.
Emperyalist-kapitalist barbarlık, dünya ölçeğinde baş döndürücü eşitsizlikler yaratarak, devasa sosyal sorunlar biriktirerek, emekçi kitlelerin kendisine karşı harekete geçmesine yol açıyor. Bu gelişmeye karşı her türlü sapkın ideoloji ve akımın önü açılıyor, onların güçleneceği zemin hazırlanıyor. Bu zeminden beslenip güçlenen katliamcı sürüler kullanılarak emperyalist planlar hayata geçiriliyor.
Emperyalist burjuvazi bir yandan “İslamofobi” ve yabancı düşmanlığı üzerinden ırkçılık ve faşizmin önünü açarken, diğer taraftan Ortadoğu coğrafyası başta olmak üzere bir dizi ülkede “siyasal İslam”ı kullanarak şeriatçı katiller güruhu peydahlıyor, bunlarla kirli amaç ve hedeflerini gerçekleştirmek istiyor. Suriye’de IŞİD bizzat emperyalizm tarafından kullanılmış, onun üzerinden Ortadoğu’ya müdahale zemini yaratılmıştır.
Katliam seçim malzemesi!
Yeni Zelanda katliamı AKP şefi Erdoğan tarafından anında seçim malzemesine dönüştürüldü ve iğrenç bir propagandanın konusu yapıldı. Tekirdağ’da 16 Mart’ta düzenlenen AKP mitingine katılanlar, meydana kurulan dev ekranlardan bu vahşeti dehşet içinde izlemek zorunda kaldılar.
Ülkedeki kimi kazalara, yolsuzluklara, cinayetlere ve katliamlara anında yayın yasağı getirenler, katliamın görüntülerini seçim meydanlarında izletmekle kalmadılar, onlarca televizyon kanalı tarafından canlı olarak yayınlanmasını da sağladılar.
Yeni Zelanda saldırısı üzerinden muhalefete ve özellikle CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na saldıran Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun sözlerini olmadık hakaretlere konu etti. Katliamın tetikçisi Tarrant’ın kendisini hedef gösterdiğini iddia eden Erdoğan, “beka inkarcıları” ve “Ezan bayrak düşmanları” ile Yeni Zelanda saldırısını yapanların aynı amaca hizmet ettiğini iddia etti ve yine “beka” demagojisine sarıldı. Muhalefete yönelik terör söylemini seçim kampanyasının yeni malzemesi haline getiren Erdoğan, bunu seçimin sonuna kadar kullanacağa benziyor.
Türkiye’yi “İslam dünyasının koruyucu ülkesi”, kendisini de “bu dünyanın lideri ve kurtarıcısı” olarak gören Erdoğan, “beka sorunu”na dört elle sarılmış durumda. “Hedefe konan ben değilim Türkiye’dir” diyerek Türkiye’nin bir “beka” sorunu” olduğu iddiasına inandırıcılık kazandırmak çabasında. Oysa söz konusu olan gerçekte kendisinin ve bir türlü oturtmayı başaramadıkları dinci-faşist rejimin “beka”sıdır.