Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 25 Kasım’da Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani’nin daveti üzerine Katar’a gitti. “Türk-Katar Birleşik Müşterek Kuvvet Komutanlığı” olarak bilinen, 5 bin askerin görev yaptığı üssü ziyaret etti. Körfez ülkeleri arasındaki krizin başlangıcından bu yana üçüncü kez Katar’a giden Erdoğan’ın bu ziyareti, Körfez’de tansiyonun düştüğüne dönük sinyallerin olduğu bir döneme denk geldi.
Katar karşıtı tutumuyla bilinen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn, milli futbol takımlarını Katar’da 26 Kasım’da başlayan Körfez Uluslar Kupası’na gönderme kararı aldı. Benzer biçimde, Katar’da yapılacak 2020 Dünya Kupası’na da söz konusu üçlünün milli takımları katılacak.
Türkiye’nin açık bir biçimde Katar’ın yanında yer aldığı Katar-Körfez Krizi ve öncesi süreçte, Körfez ile Türkiye ilişkileri nasıl bir süreçten geçti? Katar ile Suudi Arabistan arasında ilişkiler rayına oturursa Türkiye bundan nasıl etkilenir? Bu yazımızda bu sorulara yanıt arayacağız.
Türkiye’nin Körfez politikası
Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle yakınlaşması 12 Eylül askeri darbesinden sonra hız kazandı. Petrol üretici ülkelerle ilişkileri, “İslam şemsiyesi altında” faydacı bir mantıkla ilerletme stratejisi Özal döneminde de devam etti. 2002’de AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla beraber, Türk dış politikasındaki yeniden yapılanmanın en önemli örneği Ortadoğu’ya dönük yeni vizyondu. 2000’lerde, özellikle Irak işgalinin gerçekleştiği 2003’ten sonra, petrol fiyatları tarihinin en yüksek düzeyine çıktı. Söz konusu dönemde altısı da enerji ihraç eden petro-dolar zengini Körfez ülkeleri (Suudi Arabistan, Umman, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE),Katar) Türkiye açısından cazip adresler olarak haritada işaretlendi. 2011’deki Arap Baharı’na kadar Türkiye’nin Körfezle ilişkileri, tarım ürünü ve makine malzemesi ihracı, bunu karşılığında enerji ürünleri ve yatırım (finansal ve doğrudan yatırım) çekme dinamiğine yaslandı. Arap sermayesinin Türkiye’yi cazip bir merkez olarak görmesinde Türkiye’nin koşulları ve kimliği kadar, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkelerinin ABD ve Avrupa yatırımlarına yönelik şüphe de etkili oldu.
Arap Baharı ve Müslüman Kardeşler ruleti
2011’de Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, Tunus’tan başlayıp Suriye’ye uzanan süreçte Türkiye üç zorlu sınav yaşadı. İlk sınav, söz konusu dönemde Başbakan olan Erdoğan’ın Libya’ya olası bir NATO müdahalesi karşısından “NATO’nun Libya’da ne işi var” çıkışıydı. ABD’nin İtalya ve Fransa’ya öncülük vererek perde gerisinden NATO’nun Libya’ya müdahalesinde ve ülkenin lideri Muammer Kaddafi’yi devirmesinde Türkiye sessiz kaldı. İkinci ve kopuşu hızlandıran süreç Mısır’dı. Mısır’ın 25 yıl iktidarda kalan ve köhnemiş yönetimi kitlelerde isyana neden olan lideri Hüsnü Mübarek, Tahrir Meydanı’ndaki gösteriler ve küresel baskıyla koltuğuna veda etti. Yapılan seçimlerde Türkiye ve Katar’ın büyük sempati beslediği Müslüman Kardeşler Örgütü, Muhammed Mursi önderliğinde iktidara geldi. O dönemde ABD, Türkiye’yi ılımlı İslam ve kapitalist kimliğiyle Mısır için rol model olarak sunuyordu. Nitekim ABD’nin desteğini arkasında hisseden Türkiye ve Katar, maddi manevi Müslüman Kardeşler yönetiminin yanında oldu.
Ancak Müslüman Kardeşler’in İslami ajandayı küresel kapitalist denklem ve ihtiyaçların üzerinde tutması ABD için sorunluydu. Nihayetinde ordu 2013’te Abdulfattah el Sisi yönetiminde darbe yaptı. Kahire’deki bu değişim Riyad ve Abu Dabi’den alkış alırken, Doha ve Ankara Müslüman Kardeşler’in yanında yer aldı. Erdoğan meydanlarda Rabia işaretiyle bu desteğini ilan ederken, Katar da gerek yayın organları gerek sermayesi gerek Mısır’ın “aranıyor” diyerek başına ödüller koyduğu Müslüman Kardeşler’in önemli yöneticilerini ülkesinde tuttu. Suudi Arabistan ve BAE bir yanda, Katar ile Türkiye ayrı yanda yer almasına karşın ilişkilerde kopuşa bir engel vardı: Suriye
Suriye satrancı: Körfez’de dengeler değişiyor
Suudi Arabistan ve destekçileri ilk iş olarak Sisi’ye destek olurken Katar, Müslüman Kardeşler’e finansal destek sağlıyor, Türkiye de Mısır’dan sürgün edilen örgüt mensuplarına kapısını açıyordu. Suudi Arabistan ile Katar aynı dönemde Suriye’de Esad karşıtı cihatçı ve aşırılıkçı gruplara silah ve maddi destekte bulunuyordu. Türkiye ise bir yandan “Esad altı aya kadar gidici” derken bir yandan da Esad karşıtı güçlerle yakın ilişkide yer aldı. Yeni Mısır yönetimiyle Suudi Arabistan arasındaki bağlar kuvvetlendi ve nihayetinde Suudi Arabistan resmi olarak 2014’te Müslüman Kardeşler Örgütü’nü terörist örgütler listesine dahil etti.
Katar-Suudi Arabistan-Türkiye’nin Esad karşıtı blokuysa IŞİD’in kontrolden çıkması, ABD ile Kürtlerin IŞİD ile mücadelede ortak bir yapıya doğru ilerlemesi ve nihayetinde Rusya’nın Eylül 2015’te Suriye semalarında görünmesiyle sarsıldı. Rusya ve İran’ın desteğini alan Esad, gün geçtikçe kontrol alanını artırırken Türkiye’nin neo-Osmanlıcılık hayallerine dayalı politikası değerli yalnızlığa doğru ilerlemeye başladı. Sisi rejimi bir yandan ABD diğer yandan Rusya ile ortak zeminler yakalarken Türkiye ile Mısır ilişkileri dibe vurdu. Aynı dönemde Suriye politikasında iç koşulları ve iktidar değişikliğiyle Suudi Arabistan daha temkinli bir politikaya savruldu.
Değerli yalnızlık ve Katar
Nihayetinde 2017’de Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri Katar’a “Müslüman Kardeşler’e desteği kes, yayınlarını durdur, elindeki suçluları iade et yoksa ambargo” dedi. Hele bir de Katar’ın söz konusu dönemde İran’la ortak doğal gaz üretimi için görüşmelere başlaması, Riyad’ın öfkesini katladı. Körfez’in üç ülkesi hep bir ağızdan “Katar’a ambargo” dedi ve düğmeye bastı. Bu kriz 2017’den beri sürüyor. Aynı dönemde Suriye’de değişen denge Türkiye’ye müsemma gösterme süresinin dolduğunu gösteriyordu. “Madem Esad gitmiyor, o zaman Ankara’yı alttan almaya da gerek yok” denildi.
Suudi Arabistan Türkiye’ye Katar’dan farklı olarak sert bir tondan yüklenmese de Erdoğan’ın 2008’den beri çok önem verdiği Türkiye-Körfez İşbirliği Konseyi Diyalog görüşmelerinin beşincisini iptal etti. Suudi Arabistan 2017’deki Katar Krizi’ne kadar Türkiye ile diyaloğunu sürdürdü. Hatta Kral Salman ve Erdoğan birkaç kez bir araya da geldi. Ancak Katar Krizi’nde Türkiye’nin tarafsız kalmak bir yana aktif biçimde Katar’ın yanında yer alması Riyad için Doha’nın ayak diremesinin uzaması demekti. Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda Suudi yönetimince öldürülmesi ve bu süreçteki gerilim, ilişkileri daha da kopardı.
Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı’nın Arap Devletler Ligi tarafından kınanmasıyla karşılık diplomatik karşılığı oldu, ekonomik etkiler de cabası. Örneğin Türkiye’nin BAE ile 2018’de ihracatı bir önceki yıla göre yüzde 66, ithalatı yüzde 32 azaldı. Suudi Arabistan’a olan ithalat 2015’ten bu yana düşüyor; bu eğilim, ekonomik krizin etkisiyle de ivmelenerek 2018’de de devam etti.
Öte yandan Suudi Arabistan vatandaşlarına Türkiye’ye gitmeme ve yatırım yapmama çağrısı yapıyor. BAE ile beraber Libya’da Türkiye’nin desteklediği gruba karşı Haftar’ın yanında yer alıyorlar. Benzer biçimde 2019’da Erdoğan’ın iyi ilişkiler kurduğu Sudan’ın devrik lideri El-Beşir’e karşı olan ayaklanmayı desteklediler. Özetle Riyad ve Abu Dabi, bölgesel ölçekte de Türkiye açısından yolu yokuşa sürüyorlar.
Şimdi yanıtlanması gereken, Katar ile Suudi bloğu yeniden yan yana gelirse Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerini düzeltebilir mi, yoksa Körfez’deki krizi uzatan aktör yaftası devam mı eder? İkincisi, bu krizden Türkiye bir dış politika aktörü olarak ne kazandı? Örneğin Riyad ile Doha krizi aşarsa Türkiye’nin Katar’daki müşterek üssü ve askeri varlığını devam ettirecek mi, yoksa Riyad Doha’ya barışma şartı olarak üssün kapanmasını da listeye mi ekleyecek?
Gazete Duvar / 27.11.19