Duvar English’te hâlâ erişilebilir olan Soner Çağaptay’ın yazısı, Erdoğan’ın neden Trump ile iyi geçinmeye çalıştığı sorusuna cevap arıyor. Yalnızca Türkiye değil, Batı sistemine bizim gibi bağımlı ülkelerde, iktidarı hedefleyen ve iktidarda kalmak isteyen siyasetçilerin ABD sistemi ve o anki başkanının desteğini aramaları reel siyaset açısından anlaşılır bir durum.
Merak edenler, geçen yazılardan birinde sözünü ettiğim, Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky’nin Beyaz Saray’da Trump ile görüşmek için nasıl diller döktüğünü konuşmanın yayınlanan aslından ya da çevirisinden okuyabilirler. Sanırım burada kritik olan Erdoğan’ın neden Trump’a yakın durduğundan çok, Trump ve onun kişiliğinde temsil edilen ABD ve Batı sistemi ile artık bunun ayrılmaz parçası haline gelmiş olan yerli sermaye çevrelerinin, bütün şikayetlerine rağmen neden hâlâ Erdoğan ile çalışmayı tercih ettiği. Bu yazıda, Erdoğan’ın, ABD ve Avrupa sistemi ile Türkiye’de hakim sermaye grupları açısından çıkardığı sorunlara ve onu birçok alanda sıkıştırıp hareket alanını daraltmalarına rağmen, son kertede kolladıklarını, hiçbir zaman en kritik hamleyi yapmadıklarını ve hâlâ onlar için şu anki koşullarda yerine daha iyisini bulamayacakları bir siyasetçi olduğunu tartışacağım.
Siyasetin görünmeyen yönü
Genel olarak siyasetin gündemini iç ve dış politikada yaşanan tartışmalar belirliyor. Suriye’deki gelişmeler, S-400 krizi, Suriyeli sığınmacılar gibi. Oysa Erdoğan ve AKP’nin Batı sistemiyle ilişkisi yalnızca bunlardan oluşmuyor. Arka planda Batı sistemi Erdoğan ve ekonomi politikasından ana hatlarıyla çok memnun. Örneğin, New York Times yazmasa Berat Albayrak, Trump’ın damadı ve danışmanı Jared Kushner ve Doğan Holding’den ve Trump’in bir zamanlar iş ortağı Mehmet Ali Yalçındağ arasındaki sessiz ve muhtemelen karmaşık bağlantıları bilemeyecektik. Erdoğan’ın ABD gezilerinde siyasi temasları öne çıkarken, önde gelen şirket yöneticileriyle yaptığı temaslar, toplantılar ve konuşulanlar şimdiye kadar gündem konusu olmadı. Tıpkı, günlerce konuşulan, her cümlesi yorumlanan son 13 Kasım Trump görüşmesi akşamı, ABD’li şirketlerin yöneticileriyle yaptığı yemekli toplantıdan neredeyse hiçbir yerde bahsedilmemesi gibi. Kısacası, Erdoğan’ın Batı dünyasıyla ilişkisinde belirleyici olan siyasetin görünürdeki, tartışılan yüzü değil, sessiz ve derinden giden, daha az sorun yaşandığı için gündemde yer tutmayan yönü. Bunun da merkezinde ekonomik anlayışındaki uyum yatıyor.
İslamcılar ve tutkulu neoliberalizm
Erdoğan’ı kapitalist Batı sistemi ve yerli sermaye açısından en değerli kılan unsurlardan biri yalnızca kendisinin neoliberal piyasacılığa sıkı sıkıya bağlı olması değil, bunu oy aldığı gelir düzeyi düşük kitlelere benimsetebilme gücünde yatıyor. Bir bakıma AKP küresel sistemin yaydığı neoliberal ilkeleri, fazla bir dirençle karşılaşmadan, sessiz ve derinden giden evrimsel bir süreç içinde geniş, kırsal kesimi de içine alan muhafazakar kitlelere yayabildi. Devlet imkanlarına sahip olmaktan kaynaklanan rant paylaşımı ise yeni bir muhafazakar orta sınıf yarattı. AKP yönetimi Türkiye’deki her düşünceden insanı tüketim kültürü içinde buluşturabildi. İktisadi anlamda devletçilik, kamu girişimciliği özellikle genç kuşaklar için tamamen başka bir dünyaya ait uzak kavramlara dönüştü. Bir avuç savunucusu dışında sahibi kalmadı. Erdoğan da Batı sistemi içindeki yerinin bunun üzerine kurulduğunu bildiği için, seçim öncesi bile şeker fabrikalarını özelleştirmekten, Kaz Dağları’nda olduğu gibi yarattığı çevre felaketlerinin iyice görünür olmasına aldırmadan yabancı şirketlere maden açma izni vermekten çekinmedi.
Toplum kontrolü
İçinden geçtiğimiz süreçte, küresel olarak kapitalizmin ve genelde neoliberalizmin yarattığı sıkıntılar giderek daha katlanılmaz hale gelmeye başladı ve toplumların başta gelir dağılımı, işsizlik, yolsuzluk gibi sıkıntılara kitlesel tepki verdiği bir döneme geçildi. Her birinde farklı dinamikler hatta birbirine ters nedenler söz konusu olsa da Arjantin’den Yunanistan’a, birinci yılını dolduran Fransa’daki Sarı Yeleklilerden, altıncı ayına giren Hong Kong gösterilerine, Irak’ta, Sudan ve Cezayir’de iktidar değişikliğine varan, Brezilya’da yol ücretlerine yapılan zamma , Lübnan’da Whatsapp görüşmelerini ücretlendirmeye duyulan tepkiyle başlayan, Şili’de hayat pahalılığına, Rusya’da yerel seçimler öncesi baskılara, İran’da ise en son benzin zammına tepki olarak ortaya çıkan gösteriler bu dönemin en dikkat çeken küresel gelişmesi. İlginçtir resmi rakamlarla işsizliğin yüzde 15, genç işsizliğin yüzde 30’a yaklaştığı, kayyım atamalarıyla seçilmiş belediyelerin el değiştirdiği, gerçek hayat pahalılığının çok altında maaş zammı yapıldığı bir ülkede 2013’ten bu yana kitlesel gösteri yapılamıyor. Sokağa çıkmak, Soma madencileri, çevreciler, KHK mağdurları, kayyım atanan belediyelerde iradelerine el konmuş seçmenler de dahil olmak üzere son derece maliyetli hale gelmiş durumda. Adı konmadan yürütülen bu istikrar tedbirleri dönemini şu anki koşullarda Erdoğan yönetimi dışında toplumun bir kesimini adeta hipnotize ederek, kalanını da zor araçlarıyla baskı altında tutarak istikrarı sağlayabilecek bir lider bulmak hem Batı kapitalizmi hem de yerli sermaye açısından zor görünüyor.
Kriz, koza dönüştü
AKP döneminin en önemli özelliği ekonomik büyümenin, bütün dik duruş söylemine rağmen, dışarıya bağımlılığı artırmasıydı. Şu anki koşullarda Batı sisteminin, hatta Trump yönetiminin bir tek Halk Bankasına ceza yazarak Türkiye ekonomisindeki kronik krizi derinleştirerek yıkıma götürmesi mümkün. Geçen yıl içinde hem liberal hem de soldan çok sayıda iktisatçı, ekonomik krizin, hükümeti IMF ile anlaşmaya gitmeye zorlayacağını yazdı. Fakat bu öngörü gerçekleşmedi, Türkiye bütün sıkıntılara rağmen IMF ile bir stand by anlaşması imzalayarak borç alma yoluna gitmeden bu krizden çıkmaya çalışıyor ve belli ki küresel sermaye çevreleri AKP yönetimini çok zorlamıyor. Bu türden bir ekonomik krizin aynı zamanda bir siyasal kriz olduğunu ve bunun Erdoğan’ın gidişini hızlandıracağı herkesin malumu. Fakat Batı sistemi bunu yapmaktan özellikle kaçınıyor. Bunun en önemli nedenlerinden biri Türkiye ekonomisinde yabancı payının, kriz maliyetini kendileri açısından ağırlaştıracak bir boyuta yükselmesi. Borsanın yüzde 65-70’i bankacılık sisteminin yüzde 50’si yabancı sermayeye ait. Kaldı ki, toplam 450 milyar civarındaki borcun geri ödenmesi için Türkiye’de güçlü bir liderliğe ve siyasal istikrara ihtiyaç var. Yoksa, iç ve dış sermaye çevreleri ekonomi yönetimini becerikli ve profesyonel bulduğu için değil, bir tür istikrar programını uygulama güç ve iradesine sahip olduğu ve siyasal istikrarı gerektiğinde baskı yoluyla sağladığı için Erdoğan’ı tolere ediyor.
Alternatif var mı?
Alternatifin olmadığı yerde siyasetten söz edilemez. Ama sorun tek başına alternatif bir lider bulmak değil. Erdoğan’ın yerine gelecek bir sosyal demokrat lider bulunabilir. Bu kesimler zaten Atatürk çapında olmasa da bir lider arayışındalar ve bir uçta Atatürk, diğer uçta Kılıçdaroğlu’nun bulunduğu bir lider skalasında ortada bir yerde yer alacak bir lidere çoktan razılar. O yüzden önce Muharrem İnce’ye ardından da Ekrem İmamoğlu’na, kendilerini Erdoğan’dan kurtaracak lider beklentisiyle sarıldılar. Fakat bu kitleyle ilgili sorun, lider ile kurdukları ilişkinin niteliğinde yatıyor. Çabuk umut bağladığı gibi o liderden aynı hızla soğuyabiliyorlar. Bu durum ne yapsa desteğini kesmeyen kemik bir seçmen kitlesi yaratabilmiş Erdoğan ile kitlesi arasındaki ilişkinin tersi. Yani, sorun liderde değil, artık sosyal medya araçlarıyla hızla bilgi, görüş paylaşan, fikri düzeyde son derece aktif, kendi benimsediği, seçtiği siyasetçide beğenmediği bir şey olduğunda, Erdoğan’a yönelttiği eleştiriyi aynı sertlikte ona da yöneltebilen muhalif bir seçmen kitlesinin oluşmasında. Asıl sorun bunu kontrol edebilmekte. Örneğin, Kılıçdaroğlu, İnce ya da İmamoğlu’nun başkan olduğu bir Türkiye’de, şu anki ekonomi politikası izlense sokağa çıkışları kim durdurabilir? Emeklilikte yaşa takılanlar karşısında Erdoğan dışında dik durabilecek bir lider var mı?
Erdoğan’ın en büyük siyasi başarısı her kesim ve sınıfa isteğini verebilmesi, bütün bu çıkarları kendi siyasi geleceğinde birleştirebilmesinde yatıyor. Alt sınıf ve muhafazakarlara elit karşıtlığı ve İslamcılık, yerli sermayeye istikrar (“OHAL’i sizin için yapıyoruz, bakın grevleri erteliyoruz itirafı”) küresel sermayeye, özelleştirme, istikrar önlemleriyle borç ödeme garantisi ve devletin geleneksel milliyetçi damarına Kürt sorununda sert politikalar. Sonuçta Erdoğan her birine kendisine destek vermeleri için ihtiyaç duydukları gerekçeleri sunabiliyor, bunları yaparken de her şeye rağmen oy oranını yüksek tutabiliyor.
Hem Türkiye’deki muhalefet, hem de kendisini destekleyen iç ve dış çevreler açısından Erdoğan kırılması zor bir ikilem yarattı. Ekonomi büyürken ve işler iyi giderken zaten Erdoğan’ın oy oranına yaklaşacak bir lider çıkmıyor. Ekonomi kötüye giderken bu sefer de, siyasal istikrarı sağlayacak, toplumu kontrol altında tutacak ve borcun geri ödenmesini sağlayacak bir lidere ihtiyaç duyuluyor. Her ne kadar Erdoğan artık yıpranmış ve inişe geçmiş bir lider olsa ve neoliberalizmi taşıma kapasitesi eskiye göre zayıflamış olsa da, onun gibi zor ve ikna araçlarını aynı etkinlikte kullanabilen bir liderle Batı sermayesi, yerli sermaye çevreleri ve devletin geleneksel kanadı halen çalışmayı sürdürüyor. Muhalefete düşen ise meşru düzlemde Erdoğan’ın akıllıca yarattığı bu ikilemi aşacak bir program geliştirebilmesi, yoksa Erdoğan’la daha bir süre beraber olmaya devam edeceğiz.
Gazete Duvar / 18.11.19