Suriye ve Libya gibi hızlı değişen gündemlerin yorucu temposundan çıkıp küresel siyasetin bazı yapısal unsurlarına değinmeye devam edeceğim. Çok kısa belirtmek gerekirse, bir süredir içinden geçtiğimiz dönemi, ABD hegemonyasının restorasyonu olarak tanımlıyorum. Trump’ın asıl misyonunun bu olduğuna geçmiş yazılarda değinmiştim. Bu bağlamda ABD’nin küresel ekonomide görülen sıkıntıları aşmaya çalıştığını, müttefikleri dahil olmak üzere, diğer büyük güçlerle ilişkilerinin merkezinde bu sorunun olduğunu ve istediklerini de kısmen elde ettiğini savunuyorum. Çin ile yürütülen ve ilk aşaması tamamlanan “ticaret savaşı”nın nedeni bu ve bunu sonraki yazıda ele alacağım. ABD ekonomisi 2009’dan bu yana her yıl büyüyor, savunma harcamaları artıyor ve doların uluslararası kullanımında bir düşüş yaşanmıyor. Ama ABD’nin tam bu süreçte, diğer kapitalist merkezleri baskılaması, dış ticarette kapanmacı bir eğilime girerek uluslararası ticareti zayıflatması, Çin’in büyümesini yavaşlatması ve Rusya’yı da bazı alanlarda işbirliği bazı alanlarda da baskı altına alarak sistem içinde tutması gerekiyordu. Bu yazıda Rusya’nın, ABD açısından çıkardığı sorunlara rağmen, en son noktada Batı sisteminin bir parçası olmayı, hatta süregiden yaptırımlar ortamında bile nasıl önemli bir ekonomik ortak haline geldiğini göstermeye çalışacağım.
Rusya ne istiyor?
Şu an Carnegie düşünce kuruluşunun başkanı olan ABD’nin eski Moskova büyükelçisi William Burns, 2005’te güven mektubunu sunarken Putin kendisine “istediğiniz her şeye sahip olamazsınız, iyi ilişkiler kurabiliriz ama bu yalnızca sizin istediğiniz şekilde olamaz” diyordu. Zaten genel görüntü de Rusya’nın, ABD hegemonyasını zayıflattığı, Çin ile yakınlaştığı ve Gürcistan ve Ukrayna’yı işgal ederek, Suriye’de ve diğer bölgesel sorunlarda ABD’ye sorun çıkardığı şeklinde. ABD ise Rusya’yı bir küresel güç olarak değil, bölgesel bir güç olarak gördü. Rusya bir rakip değil ama Çin’e kaptırılmaması gereken ve ciddiye alınan bir aktör oldu. Bu yüzden daha 1990’ların başında belirlemiş olduğu “Rusya’yı kollama” siyasetini bazı bölgelerde, bütün çekişme görüntüsüne rağmen devam ettirdi. Rusya küresel sistemde daha fazla söz sahibi olmak istiyordu ve ABD kısmen buna göz yumdu. Öte yandan, Rusya da şimdiye kadar, Çin’i Batı ile ilişkilerinde bir dengeleyici, bir koz olarak kullanmanın dışında bu pazarlığın dışına çıkmadı. Hatta, ekonomisinin belini büken ve altı yıldır devam eden yaptırımlara rağmen Aralık 2019’da Şi ile yaptığı görüşmede “Çin ile ittifak kurmayı düşünmüyoruz” diyerek Batı’ya bu kritik dönemde kritik bir mesaj da verdi. Ayrıca, iktisadi olarak ABD ve Avrupa, Rusya’nın en büyük ortağı oldu ve kendine özgü ekonomik modeli Batı sermayesiyle kurduğu ilişki sayesinde ayakta durabildi. Burada özellikle finans ve enerji konusundaki yoğun işbirliğinin dikkat çekici olduğunu göstermeye çalışacağım.
Rusya’ya özgü neoliberalizm
Rusya’da siyasal düzen oligarşik bir nitelik taşıyor. Bu kendisine özgü model neoliberalizmi oligarşik bir düzen içinde yürütmeye dayalı. Örneğin, ekonomi bürokrasisinde Atlantikçi bir kanat var ve özelleştirme türü politikalar için etkin lobi yapıyor ve yerlerini koruyabiliyor. Yine, dış ticaret ve finansal serbestleşmede Rusya bir sorun çıkarmıyor. Ve tabii neoliberal dönemin gelir dağılımında yarattığı sorunlar Rusya’da çok daha derin yaşanıyor. Rusya sermaye ile devletin iç içe geçtiği, zenginleşmenin, sermaye birikiminin doğrudan devletin kontrolünde olduğu, hatta “paranın güç değil, gücün para getirdiği” bir sisteme sahip. Putin’e yakın olmayan bir işadamının sermaye birikimi bir tarafa, hayatta kalabilmesi bile zor. Fakat bu “yeni sınıfın” yüzü Batı’ya dönük, bir ayağı Batı’da, özellikle Londra’da. Popüler bir figür ve Chelsea takımının sahibi olan Abramoviç’in yanında, Rus oligarşinin önemli bir kısmı, İngiltere’nin yaptığı hukuki düzenlemelerden faydalanarak paralarını Londra’ya transfer etti ve burayı ikinci mekan olarak seçti. Forbes dergisine göre 2019’da Londra’nın en zengini bir Rus işadamı.
Rusya’nın finansal bağımlılığı
Verdiği bağımsız stratejik aktör görüntüsüne ve büyük enerji kaynaklarına sahip olmasına rağmen, Rusya iktisadi olarak Batı sistemine hep daha yakın oldu. Örneğin Çin ile ekonomik ilişkilerini gelişmesine rağmen toplam dış ticaret hacmi 100 milyar dolar civarında ve bu özellikle Çin’in toplam dış ticaret hacminde çok küçük bir miktar. Bunun da büyük kısmını Rusya’nın enerji ihracatı oluşturuyor. Çin’in Rusya’daki yatırımları ise son derece sınırlı (Çin’in dış yatırımlarında Rusya’nın payı yüzde 2).
Öte yandan Rusya’nın AB ile sanayi mallarındaki ticareti Rusya’nın tüm dünya ile yaptığı ticaretin yarısını oluşturuyor. Burada da Rusya, karşılığında doğal gaz satarak ticareti dengeleyebiliyor. Avrupa ülkeleri Rusya’nın hem enerji hem yatırım hem de ticaret açısından hala en büyük ortakları. Daha ilginç olanı ise Putin döneminde Rusya’ya giren Batı sermayesinin istikrarlı bir şekilde yükselmesi. Yani, Rusya’nın otoriter bir yönetim altında olması, hatta sermaye üzerinde baskı kurması gibi unsurlar yabancı sermaye girişine engel olmamış. Tersine Putin bu büyük ölçekli yabancı sermayeye garanti sağlamış. Öyle ki 2014’te Kırım’ı Ukrayna’dan koparması sonucu uygulanan ABD ve AB yaptırımlarına rağmen, farklı yollardan Rusya’ya giren ABD sermayesinde belirgin bir azalış yaşanmadı. BM’ye bağlı UNCTAD’ın yaptığı bir çalışmaya göre Rusya’ya giren yabancı yatırımlar Kıbrıs (Rum tarafı tabii) gibi ülkeler üzerinden gerçekleşiyor ve bu hesaplamaya göre Rusya’daki en büyük yabancı yatırımcı ABD. Bunun miktarının yaklaşık 40 milyar doları bulduğu görülüyor ve ABD yüzde 9.7 ile fiilen Rusya’daki ile en büyük yabancı yatırımcı ülke oldu. Dahası Moskova borsasına giren yabancı sermayenin yarısını Amerikan merkezli şirketler oluşturuyor, yüzde 26’sını da AB şirketleri. Moskova borsası, başta Amerikan emeklilik fonları olmak üzere Batılı finans kapital için en yüksek kazanç kapılarından biri.
Rusya’ya yönelik yaptırımlar ülke ekonomisini olumsuz etkilerken, finans ve enerji sektöründeki işbirliği, şirketlerin dikkatli ve yaptırım kararlarını arkadan dolanarak bunları aşması sonucu devam etti. Sonuçta yaptırımlar Rusya ekonomisini hiçbir zaman çökertecek noktaya gelmedi, Putin de ABD ve AB merkezli şirketlerin faaliyetlerine dokunmadı. Şu an hem ABD hem de AB ülkeleri ve Japonya’da faizler çok düşük olduğu için hatta Almanya ve Japonya’da ekside seyrettiğinde, yüzde 4 ile 7 arasındaki faiz ve hisse senedi kazancı Rusya’yı Batı merkezli finans şirketleri için büyük bir kazanç kapısı haline getirdi.
Enerji alanında işbirliği
Rusya bir enerji devi ama bunun içinde de Batı sermayesi iki şekilde yer alıyor. İlki Rusya’nın en büyük iki enerji şirketinde devletin payı yüzde 50’nin üzerinde ama Batılı şirketlerin de payları var. Örneğin, Gazprom’un hisselerinin yüzde 20’si Bank of New York Mellon’da tutuluyor. Rosneft’te ise BP yüzde 20’lik bir paya sahipken Qatar yüzde 19’luk bir hisseye sahip. Daha önemlisi, hem yatırım hem de teknolojik destek açısından Rusya’nın Batılı dev enerji şirketleriyle işbirliğine ihtiyacı var. Barentz denizinde İtalyan ENI, Karadeniz’de Exxon Mobil, Sakhalin yarımadası civarında Shell, Yamal LNG projesinde Fransız Total, Kuzey Buz denizinde Avusturya’nın OMV şirketi ile işbirliğini sürdürüyor. Yine bir tür “Rus Davosu” olarak görülen ve Mühdan arkadaşımın daha önceki yazısında bahsettiği St Petersburg toplantılarına da ağırlıklı olarak Batılı ülke ve şirket temsilcileri katılıyor. Yaptırımlar yüzünden 2014’te katılımda bir azalma olsa da, iki yıl içinde katılımlar eski seviyesine ulaştı.
Rusya Batı merkezli kapitalist dünyanın bir parçası. Bu haliyle küreselleşme sürecinin dışında değil, kendine özgü, farklı bir yöntemle bir ortağı. Stratejik hamleleri, Akdeniz’de etkinliğini artırması, Ukrayna politikası, ABD müttefikleriyle yakınlaşması, Çin ile işbirliği yapması, Rusya’nın bu iktisadi olarak sistem içi konumunu gözden uzak tutuyor. Özellikle Batı finans ve enerji sektörü için son derece kârlı imkanlar sunan bir ortak ve Putin her şeye rağmen Batı sistemi için değerli bir aktör ve sınırlarını iyi biliyor.
27.01.20 / Gazete Duvar