Yeni siyaset ve 'petrolü seviyorum' dönemi - İlhan Uzgel

Trump’ı içeride sıkıştıran kesimler ile Erdoğan’a yönelik kampayayı yürütenler ABD’de aynı çevreler. Her iki lider de küresel sistemde aynı siyaset anlayışını temsil ediyor. Şu anki koşullarda, Trump başkan kaldığı sürece, büyük bir olasılıkla, Erdoğan da iktidarını sürdürecek.

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 04 Kasım 2019
  • 13:00

Türkiye’nin Suriye’ye askeri operasyonları, ABD ve Rusya ile yapılan mutabakatlar ve en son ABD Temsilciler Meclisi’nde Türkiye aleyhine yüksek oyla geçen iki karar tasarısı genel olarak siyasetteki dönüşümün görünümleri olması açısından önem taşıyor. Siyasal sürecin iç ve dış politika boyutlarının içeriği, şekli, yöntemi ve araçları açısından bir dönüşüm sürecindeyiz ve muhtemelen bazen tanımlamakta zorlandığımız bir kırılma noktasından geçiyoruz. Bundan belki bir on yıl sonra geriye dönüp bakıldığında bu yaşadıklarımız bir anlam kazanacak. Bu yazıda hem bu gelişmelerin, küresel siyasetteki bu genel dönüşüm mantığının bir uzantısı olduğunu hem de özellikle Türkiye’de bu sürece nasıl geçmişin parametreleriyle bakıldığını, bazı “ilklerin” bizleri nasıl şaşırttığını göstermeye çalışacağım.

‘Şeffaf siyaset’ dönemi

Yeni siyasetin çıkış yeri daha çok ABD ama onun dışında da örnekleri görünüyor. Bu yeni siyasetin ilk dışa vurumu kendisini daha “şeffaf” olmakla ortaya koyuyor. Eskiden kapalı kapılar arkasında yürütülen pazarlıklar, azarlamalar, ayar vermeler, şantaj ve tehditler artık açıktan yapılıyor. Geçmişte ABD’nin finansal gücünü Türkiye ve benzeri ülkelere karşı kullandığı tartışılırdı. Artık bunun üzerine fazladan analize gerek kalmadı. ABD başkanı kendi ağzından bunu ilan etti. Ya da ABD’nin kendisinin de PKK ile bağlantılı olduğunu kabul ettiği PYD’ye yardımı açıktan yapmakta bir sorun görmediği bir aşamaya geçildi, YPG komutanı Mazlum Kobani’yi rahatça ziyaret için davet edebildi.

Tabii, bununla birlikte siyasetin dilinde de dönüşüm yaşandı. Mesela ailecek petrolcü olan baba-oğul başkan Bush’lar hiç petrol lafını ağızlarına almazken, Trump “petrolü seviyorum” gibi bir cümle kullanabildi. Neredeyse her gün Amerikalıları şaşkına çeviren söylemiyle yalnızca Trump değil mesele. Sürekli Soros’un hain olduğunu söyleyen Macaristan’da Orban da, Obama’nın annesine alenen küfreden Filipinlerin Dutartesi ve artık alıştığımız için yadırgamadığımız Erdoğan’ın “ey” diye başlayan cümleleri, kızdığı kişilere “bedelini ödeyecek” dedikten sonra hızla işleyen yargı mekanizması bazı şeylerin saklamaya gerek duymadan yapılmasına dair genel gidişatın göstergeleri.

Yeni diplomasi

Trump yalnızca bir tweet diplomasisi başlatmadı, diplomatik yazı stilinde de bir kırılma yarattı. Bundan sonraki süreçte artık o süslü, dolaylı, nezaket üzerine kurulu diplomasi dili dönüşecek. Gücün şahsileştiği, kurumların, dolayısıyla geleneksel dışişleri bürokrasisinin de erezyona uğradığı bu dönemde, doğal olarak diplomasi de şahsileşti, doğrudan lider ve dar çevresinin kestirmeden yürüttüğü bir süreç olmaya başladı. Sürekli Trump’a gönderme yapılıyor ama mesela çok daha önceleri Merkel ile yaptığı görüşmeyi Erdoğan’ın ekibi basına sızdırdı ve orada Erdoğan’ın, “Suriyelileri otobüslere koyup Avrupa göndeririz” tehdidini herkese duyurdu. Sonrasında ise, bir yandan, “Kimse bize şantaj yapamaz” derken, bu her noktası etik açıdan sorunlu söylemi meydanlardan daha açık bir şekilde tekrarlamaya başladı. Yine, Almanya ile Deniz Yücel ve ABD ile Brunson krizi, Erdoğan yönetiminin devreye soktuğu “yeni şantaj diplomasisi” örnekleri olarak kayda geçti.

ABD’nin yeni hamleleri

ABD’nin “Ermeni soykırımı” karar tasarılarını gündeme getirmesi yeni değil. Fakat hem aynı anda iki tasarıyı oylaması, hem de her iki tasarının içeriği geçmiştekilerden oldukça farklılaşıyor. Her ne kadar bağlayıcı olmasa da, Ermeni karar tasarısı içerik olarak bir süredir gelişen bir trendi yansıtıyor ve giderek detaylanıyor. 1980’ler ve 90’lardaki tasarılar genel ifadelerle yetinirken, bu kez çok daha ayrıntılı tarihsel olaylara, soykırım kavramının ortaya çıkışına atıfta bulunuluyor. Diğer tasarı ise birçok açıdan bir ilk niteliği taşıyor. İlk kez bir Temsilciler Meclisi kararı doğrudan Türkiye cumhurbaşkanının mal varlığını sorguluyor. Burada da Amerikan sistemi şeffaf davranıyor, “açığını gördüm” imasını bütün dünyayla paylaşıyor. Yoksa, ABD 1975’te de Türkiye’ye bir ambargo uygulamıştı ama o dönem muhtemelen ABD sisteminde kimsenin aklına başbakanların mal varlığı gelmemişti ya da bu konuda kullanabilecekleri bir koz yoktu. ABD’nin gerek Halk Bankası davası açması, onun genel müdür yardımcısı Hakan Atilla’yı hapse atması, ceza vermeyip bunu elinde bir sopa olarak tutması, doğrudan adalet ve içişleri bakanlarına yaptırım uygulaması, son tasarıda ise savunma bakanı ve genelkurmay başkanına yaptırımın gündeme getirilmesi ilk defa karşılaştığımız bir durum. Sonuçta bu bir silah ambargosu durumunun çok ötesinde, daha ince araçların devreye sokulduğu, ikili ilişkilerde yeni araçların kullanıldığı bir dönüşümü temsil ediyor. Bunun yolu açıldığı için büyük bir olasılıkla bundan sonraki süreçte ilişkilerde ABD artık bu ve benzeri araçları daha etkin kullanacak.

‘Kendimizi anlatamıyoruz’ masalı

Eski ve artık “bayatlamış ezberlerden” biri de, Türkiye’nin her konuda haklı olduğunu veri kabul edip, kendisini iyi anlatamadığı için uluslararası alanda haksızlığa uğradığı algısı. Yaşadığımız dönemde her bir gelişme anında internet, yaygın medya/haber ağı, yerel muhabirler ve özellikle sosyal medya aracılığıyla hemen ilgili herkes ve her kurum tarafından öğreniliyor. Zaten biraz daha derinine inilse, bu imaj muhtemelen daha da bozulacak. Örneğin, Afrin’e giderken mikrofon tutulan uzman çavuş “kızılelma”ya gidiyoruz derken, Tel Abyad yolundaki zırhlıdan başını çıkaran subay “İslam güneşinin doğduğu yere” gittiğini söylüyor, camilerde “fetih duası” okunuyordu. Bütün bunlar yaşanırken, “Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyoruz” söylemi eksik olmuyor, Afrin’de “millet bahçesi” açarken bir türlü kendimizi iyi anlatamıyoruz sözü tekrarlanıyor.

Türkiye ve dünyadaki diğer ülkeler, gayet yakından izleniyor, ne olup bittiği neredeyse anında dünyayla paylaşılıyor. Bu yüzden örneğin geçmişte olduğu gibi ABD’deki lobi firmalarına geleneksel yöntemler için milyonlarca dolar ödeyerek lobicilik yapmanın anlamı ve maliyeti sorgulanmalı. Türkiye uluslararası alanda giderek yaygınlaşan otoriter eğilimlerin örneklerinden biri olarak görülüyor, dünya medyasında bu şekilde temsil ediliyor, akademik literatürde otoriterlik modeli olarak inceleniyor. İçeride baskıcı, insan haklarını ihlal eden, gazetecileri, muhalifleri hapse atan, seçilmiş belediyelere kayyım atayıp, başkanları hapse atan, sosyal medya paylaşımlarına dava açan ve dışarıda radikal İslamcıları koruyan, komşu ülkede rejim devirmeye çalışan, hedeflerine ulaşmak için sürekli askeri güç kullanan bir ülke var ortada. Bunu hangi lobi şirketiyle düzelteceksiniz, hangi araçları kullanacaksınız?

Trump ve Erdoğan’ın kaderleri birbirine bağlı hale geldi

İlginçtir, Türkiye’ye yönelik bu yaptırım kararları ve Trump’ın azil süreci bir şekilde aynı noktada kesişti. Her iki sürecin de merkezinde Temsilciler Meclisi üyesi Adam Schiff bulunuyor. Hatta, bu yaptırım kararının, Trump’ı, en yakın müttefiklerinden biri olan Erdoğan üzerinden yıpratma sürecinin de bir parçası olduğu anlaşılıyor. Bu da Türkiye-ABD ilişkileri tarihinde bir ilk olarak yerini aldı. Trump’ı içeride sıkıştıran kesimler ile Erdoğan’a yönelik kampanyayı yürütenler ABD’de aynı çevreler. Her iki lider de küresel sistemde aynı siyaset anlayışını temsil ediyor. Trump çok sayıda skandal ve azil süreciyle içeriden baskı altında tutulurken, Erdoğan hem içeriden (iki yeni parti kurma süreci) hem de dışarıdan (ABD yaptırımları ve gözdağı) kontrol altında tutuluyor. Şu anki koşullarda, Trump başkan kaldığı sürece, büyük bir olasılıkla, Erdoğan da iktidarını sürdürecek. Trump ve onun temsil ettiği siyaset anlayışının tasfiye edilmesi, Erdoğan ve benzerleri için de siyasetten çekilme vaktinin geldiğini gösterecek.

Gazete Duvar / 04.11.19