Son iki yazıda Türkiye’nin küresel düzen içindeki rolünü tanımlayarak, oynadığı bölgesel rolü bir bağlam içine oturtmaya çalışmıştım. Türkiye’nin Batı sistemiyle kurduğu ilişkinin bir parçası olarak yarı-çevre/alt-emperyalist bir rolü yerine getirdiğini tartışmıştım. Kapsamlı ve çok boyutlu olan bu konuya bu yazıda devam edeceğim ve küresel sistemde yaşanan ekonomik dönüşümün Türkiye gibi ülkeler açısından yarattığı daha geniş özerklik elde etme sürecini ele alacağım. Vurgulamak istediğim nokta, küreselleşmenin etkisiyle birlikte dünya ekonomisinde bizim gibi çevre ülkeleri de içine alan bir büyüme yaşandığı, bu ülkelerin dış politikalarında kendilerine güvenlerinin arttığı, bir yandan bölgelerinde daha önemli bir güç haline geldikleri, Türkiye’de ise AKP dönemine denk gelen bu süreci AKP’nin yanlış tanımlayarak bir yanılsama içinde kötü yönettiği olacak.
Kapitalizm eşitsiz ve birlikte büyütür
Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Hindistan, Malezya, Meksika, Nijerya gibi ülkeler 2000’li yıllarda hızlı bir ekonomik büyüme süreci yaşadılar. Burada BRICS olarak tanımlanan Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan daha geniş bir ülkeler grubunu kastediyorum çünkü Rusya ve Çin kendilerine özgü gelişme ve Batı ile sorunlu siyasal konumlanışları nedeniyle ayrı bir kategori oldular.
Bu süreçte iki önemli gelişme rol oynadı. İlki emek yoğun ve çevreyi kirleten sektörler giderek çevre ülkelere kaydırıldı, Batı merkezi, sermaye yoğun yüksek teknolojili ürünlere ve finansa yöneldi. İkinci olarak özellikle 2008 krizinden sonra ABD tarafından uygulanan parasal (miktarsal) genişleme politikasıyla düşük faizle dolara ulaşma imkanı arttı. Bunlar çevre ve yarı-çevre ülkelerde büyümeyi (kalkınmayı değil) hızlandırdı.
Troçki’nin çok önceleri ortaya koyduğu gibi kapitalizm eşitsiz ve birlikte büyütür. Bunun da temelinde kapitalizmin yayılma eğilimi, yeni coğrafi bölgelere yayılarak pazar elde etme, doğrudan yatırım gibi faaliyetler yapma zorunluluğu yatar. Lenin’in sözünü ettiğinin aksine kapitalizm tekelleşme sürecine ve en üst aşamaya gelmeden de, her aşamada yayılma eğilimi gösterir. Basitleştirirsek yalnızca devasa sanayi üretimindeki, finans alanındaki şirketler değil, simitçi, dönerci, dondurmacı, perakendeci bile yeterli sermaye birikimi sağladığında yerelden ulusala oradan bölgesele ve mümkünse küresele doğru bir yayılma eğilimine girer. Bu genel eğilim doğrultusunda küresel kapitalizm genel olarak 2000’lerden itibaren küreselleşmenin de etkisiyle çevrede büyümeyi tetikledi. Bizim gibi ülkelerin ihracatlarındaki sanayi ürünlerin payı artmaya başladı. Tüketimin ve iç pazarın büyümesi bu ülkelerdeki şirketlerin güçlenmesini sağladı. Bu ülkeler kendi çaplarında sermaye ihraç edebilecek konuma geldiler. Örneğin, Ülker grubu önce Belçika’nın dünyaca ünlü Godiva şirketini, ardından İngiliz dev gıda şirketi United Biscuits’i satın alabildi. OYAK önce İngiltere’nin British Steel şirketiyle ilgilendiyse de Portekiz’de Avrupa’nın en büyük çimento fabrikalarından birini aldı. Bugün Koç, Sabancı, Yıldız holding her biri sırasıyla 15-20 civarında ülkede yatırıma sahipler. Bu arada Hindistan’ın Tata otomotiv şirketi İngilizlerin Jaguarı’nı, Çinli Geely, Volvo’yu satın aldı. Brezilya Airbus ve Boeing’in ardından kısa/orta mesafeli yolcu üreten bir ülke haline geldi. Soğuk Savaş döneminde güney ülkeleri arasındaki bağlar merkez üzerinden işlerken, günümüzde bu ülkeler arasındaki yatay iktisadi ilişkiler dahil güçlenmeye başladı. Örneğin, Brezilya, G. Afrika ve Hindistan IBSA adını verdikleri bir platform kurdular. Yine bu ülkelerin hemen hepsinde iç hava ulaşımı katlanarak arttı, Ortadoğu’da Türkiye, Afrika’da Nijerya, Latin Amerika’da Brezilya, Güney Asya’da Hindistan film ve dizi üretim merkezleri oldular. Bu örnekler küresel ekonomi politikteki dönüşümü göstermesi açısından tekil ama dikkat çekici göstergeler. Geçmişte, gelişmekte olan ülkeler, 1990’larda yükselen piyasalar, 2000’lerde ise Küresel Güney bu ülkelere yönelik tanımlamalar oldu. Sonuçta “kırılgan beşli”ye dönüştüler.
Burada önemli bir noktayı eklemek gerek. Bu ülkelerde ekonomik büyüme olurken üç şey değişmedi. Merkezi kapitalist ülkeler ile yarı-çevre bu ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farkı azalmadı. İkinci olarak bu ülkelerin içlerindeki ekonomik eşitsizlik büyümeyle orantılı olarak arttı. Üçüncü olarak da, siyasal ve askeri müdahalelerin yönü yine kuzeyden güneye yönelik olmaya devam etti.
Alt-emperyalistler büyüyünce
Kapitalist sistemi benimseyen, Batı sistemine bağlı olan ve bölgesinde ekonomik etkiye sahip ülkelere iktisadi bir tanımlama olan yarı-çevre diyoruz. Söz konusu ülkelerin bazılarının siyasal ve askeri alanlarda da bazı roller üstlendiğini ve bunların da alt-emperyalist olabileceğini bir önceki yazıda ele almıştım. Alt-emperyalist bu durumda bir emir eri değildir. Zaten ayırıcı özelliği bölgesel konularda sorumluluk alacak, merkezin yükünü hafifletebilecek siyasal, ekonomik ve askeri işlevleri yerine getirebilecek bir kapasiteye sahip olmasıdır. Türkiye’deki algılamanın aksine ABD için bu türden ülkelerin zayıf değil, sistem içinde kalmak koşuluyla güçlü ve istikrarlı olması tercih edilir. Bu yüzden ABD’nin eksen ülke (pivotal state), bu ülkelerin kendilerine bölgesel güç, eleştirel literatürün ise yarı-çevre (iktisadi) ve alt-emperyalist (siyasi/askeri) dediği bu ülkelerin ABD karşısında belli bir pazarlık güçleri vardır. Bu kavramın ortaya atıldığı 1970’lerden bu yana bu ülkelerin dış politikada özerklikleri artmaya başlamıştır. Bunda da iki gelişme rol oynamıştır. İlki geçmişte olduğu gibi Sovyetler gibi bir alternatif ülke yoktur ve onun temsil ettiği sol tehdit olmaktan çıkmıştır. İkincisi bu ülkeler küreselleşme sürecinde kapitalizme daha derinden bağlanmışlardır. Dolayısıyla, dış politikalarındaki özerklikleri yapısal olarak sistem içi kalmaktadır. Ters bir mantık olmakla birlikte, sisteme derinden bağlandıkça özerklikte artış olmaktadır çünkü kapitalizmden kopma ihtimali azalmıştır. Tabii, 2010’lardan itibaren Çin’in yükselişi ayrı bir sorun yaratmıştır ama bu ülkelerin çoğu bu durumun farkındadır ve bazen Çin bazen Rusya’yı yalnızca dengeleyici olarak kullanmaktadırlar. AKP yönetimi de Çin meselesinin ABD açısından taşıdığı önemi gayet iyi bilir ve 2010’daki hava savunma füzesi alma denemesi sırasında ABD’den gelen tepkiyi gördükten sonra bir daha bu tür stratejik yoklamalardan uzak durmuştur. 2000’li yıllar boyunca Meksika Castenada doktrini ile dış politikasını ABD ekseninden kurtarıp çeşitlendirmeye girmiş, Suudi Arabistan, Çin, Rusya gibi ülkeler dahil dış politikasına yeni bir yön vermeye başlamıştı. Hatta, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD bağımlı küçük emirliklerin özerk hareket etmelerinin altında yatan yapısal neden gidecek başka yerlerinin olmamasıdır.
Yine bu gelişmenin küresel sonuçları açısından baktığımızda bu ülkeler dış politikada elde ettikleri özerkliklerini anti-emperyalist, sistem karşıtı bir rol için değil küresel emperyalist paylaşımdan daha fazla pay almak ve bazı güvenlik sağlayıcı faaliyetler için kullanıyorlar. Örneğin Türkiye Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerini ekonomik olarak domine etmeye çalışırken, Brezilya Afrika’yı kendi “Ortadoğusu” olarak görüyor, madencilik yatırımları başta olmak üzere bölgeye angaje oluyor, mamül ürün satıp hammadde alıyor. Dolayısıyla, zaman zaman kullandıkları sistem karşıtı dile rağmen bu ülkelerin temelde anti-emperyalist olmak gibi bir sorunları yoktur çünkü hem sermaye hem de siyaset ve bürokrasi kesimleri bu düzenin parçalarıdır ve bir yönüyle merkeze bağımlıdırlar.
Türkiye’nin bölgesel güç yanılsaması
Türkiye bu küresel dönüşümü AKP iktidarında yaşadı ve küresel bir olgu olan çevre ülkelerdeki bağımlı büyümeyi kendisine ait, kendi iktisadi programının bir sonucuymuş gibi seçmene pazarlamayı bildi. Burada AKP’nin ikili bir rolü vardı. Neoliberal ilkelerin hem içeride taşıyıcısı olacak, toplumun en muhafazakar kesimlerini yumuşak bir geçişle, kimlik politikalarının gölgesinde neoliberalizmle buluşturacak, ayrıca geniş Ortadoğu bölgesinde Türkiye’nin yarı-çevre rolünden kaynaklanan neoliberal modeli yayacak, ayrıca spesifik olarak kendi dönüşümünü bölgeye model olarak sunacaktı. Bu projede İslamcıların demokrasiyi benimsemesi ve bölgeye yaymasından vazgeçmesi dışındaki boyutları genelde gayet iyi işledi. AKP özellikle neoliberalizmin İslamcı kılıf ile yaygınlaştırılmasında çok kritik ve başarılı bir rol oynadı.
2011 Arap Baharı sürecinde ise AKP küresel sistemdeki bu dönüşümü, bir rol çalma yoluna giderek kendi bölgesel hegemonyasını kuracağı bir projeye çevirmeye çalıştı. Doğu Akdeniz havzasında Türkiye’nin liderliğinde ılımlı İslamcı bir kuşak oluşacaktı. Alt-emperyalist rolün abartıldığı bu dönemecin sonuçları herkesin bildiği gibi vahim oldu. Ortada liderlik edeceği bir ülke kalmadı, belki yeni keşfettiği Libya’daki eğreti Serraj hükümeti dışında.
2015 sonrasında ise bu sefer ABD ile Suriye’nin batısında İdlib’te ve Libya’da yeni bir alt-emperyalist rolü üstlendi. Doğu Akdeniz’de ise Mısır ve İsrail’i karşısına almasının bedelini ağır bir yalıtılmışlıkla ödedi. Burada hegemon güç-alt-emperyalist oyununun bir kuralı devreye girdi ve Türkiye’nin ayak diremesi, hemen Mısır, İsrail, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Yunanistan işbirliğiyle yedeklendi. AKP vesilesiyle Türkiye’ye acı bir ders verildi.
Sonuçta Türkiye gibi bir ülkenin kendi başına girdiği bütün maceralar ya başarısız olur ya da alt-emperyalist projeye dönüşür ve onun bir parçası olur.
Bu yapısal bir bağımlılık ilişkisi ve günümüzde buradan çıkışın koşulları zorlaşıyor. Bir iktidar değişiminin bu ilişkinin niteliğinde büyük bir değişim yaratmasını beklemek doğru değil.
Türkiye’nin küresel sistemdeki yerine bakarken bu türden, alttaki yapısal bağların işleyiş mekanizmasını ortaya koymanın önemli olduğunu düşünüyorum. Yoksa sorunu AKP’ye indirgeyip, o gittiğinde Türkiye’nin küresel kapitalist sistemde ve ABD hegemonyası bağlamında bölgesel rolünün radikal bir değişikliğe uğrayacağını bekleyip hayal kırıklığına uğramak da var. O yüzden AKP merkezli olmaktan çıkıp konuya daha geniş bir perspektiften baktığımızda, sınıfsal nitelik taşıyan bir bağımlılık ilişkisiyle karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekiyor. AKP bir gün gidecek, yeni bir iktidar büyük umut yaratacak, laiklik, demokratik haklar vs. bazı değişimler yaşanıp olumlu bir hava oluşacak ama ekonomik modelde ve Türkiye’nin bölge politikasında önemli bir değişiklik olmayacak. Şu anki tablo bize bunu gösteriyor. Bunun deterministik ve moral bozucu olduğunun farkındayım. Ama daha iyisini kurabilmek için nerede durduğumuzu ve neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmemizde de fayda var.
Gazete Duvar / 13.07.20