Ayrı mekteplerdeydik Ekrem ile.
O İTÜ Mimarlık’ta, ben Boğaziçi’nde (bir dönem de İDMMA – Yıldız Mimarlık’ta) Yurtsever Devrimci Gençlik örgütlenmesi içinde birlikte yer almıştık.
Hayatımızın o günlerinde de, bugünlerde de asla dinmeyen faşist dalgalara göğsümüzü siper ettiğimiz, gençliğimiz pahasına, hayatımız pahasına mücadele ettiğimiz bir dönemdi.
Neredeyse her gün bir yoldaş cenazesi kaldırdığımız, sabah kalktığımızda neredeyse rutin bir “yoklama” çabasına (düşünsenize o yıllarda telefon filan da yok) giriştiğimiz günlerden söz ediyorum.
Kimi zaman bir duvar yazılamasında, kimi zaman bir kongrede, bir cenazede, kimi zaman bir seminerde karşılaştığımızda, bu yiğit Karadenizli çocuğun o iri gözleri ile o vakur gülümsemesini hiç unutmam.
İTÜ Mimarlık Fakültesi’nin en başarılı en sevilen, arkadaşlarının da hocalarının da gözünde en saygı gören öğrencilerinden biriydi Ekrem.
Öğrenci eylemlerinde en ön saflarda en gür sesiyle yürüyen, faşist kurşunlarının üzerine üzerine üzerine koşan bir yiğit yurtsever devrimciydi.
Derken, 70’li yılların o kanlı ve kapkaranlık günlerinin üzerine katmerli bir “katran kazanı” gibi dökülen 12 Eylül darbesi gelip çattı.
Sonradan yapılan bilançoya baktığımızda 650,000 kişinin gözaltına alındığı, 230,000 kişinin Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandığı, 7,000 kişinin örgüt üyeliğinden ve “anarşist – terörist” damgası ile idamının istendiği, 517’sinin hüküm giydiği, 124’ü yargıtay tarafından onaylanan bu cezaların 50’sinin uygulandığı bir kabus dönemi.
Yine resmi sayılara göre, 171 kişi 12 Eylül faşizminin işkencehanelerinde, 74 kişi “çatışmalarda” infaz edildi. 16 kişi kaçarken(!) vuruldu.
1980 senesinin 12 Eylül günü, faşist darbenin kolluk güçleri Kadıköy Göztepe’deki ağabeyinin evinden alıp götürmüşlerdi Ekrem Ekşi yoldaşımızı.
“Bayrak Listesi” olarak anılan ve darbe sabahı “ilk gözaltına alınacak insanların” listesinde bulunduğundan, hiç vakit yitirmemişlerdi. Önce Samandıra Kışlası’na, oradan da Gayrettepe Siyasi Şube’ye götürmüşler, haftalarca vahşice işkence etmişlerdi Ekrem’e.
Ser verip sır vermemiş, hiçbir yoldaşının ismini faşistlere sunmamış, hiçbir faaliyetini anlatmamış, son nefesine kadar direnmişti işkencecilere.
En son, muhtemelen hayati tehlike sınırına kadar işkence ettikten sonra, getirildiği Haydarpaşa Askeri Hastanesi’nden, Haydarpaşa Göğüs Cerrahisi Merkezi’ne bırakılmıştı.
Orada son nefesini verirken kendisini en son muayene eden bir doktorun kulağına, şu sözleri fısıldamıştı:
“BEN KAZANDIM”
“Onlara hiçbir şey anlatmadım” diyordu gururla, işkencehanelerden hücreye getirildiğinde...
Vücudunda kırılmadık kemik bırakılmadığı, her yanının kanlar içinde, simsiyah olmuş vücudunun yara bere içinde bırakıldığı günlerde bile, aynı hücrelere tıkıldığı başka devrimcilere yardım eli uzattığı, onların hayata kalmaları için çırpındığı bugün bile tanıklık edenlerce anlatılır.
O, ser verip sır vermeyen Deniz’lerin Yusuf’ların Hüseyin’lerin, Ulaş’ların, Mahir’lerin Hüseyin’lerin, İbrahim Kaypakkaya’ların, Nurhaklar’da Kızıldere’lerde, gözlerini kırpmadan ölüme gidenlerin, ülkenin dört bir yanında faşizme karşı direnerek ölenlerin izinden giderken, “BEN KAZANDIM” diye haykırırken, işkencecilere de mesaj yolluyordu.
“Biz onurumuzla bir kez ölürüz. Siz ise dünyanın en aşağılık suçunun, işkencenin, insanlık onurunu çiğnemeye çalışmanın ayıbı ve utancı ile, hayatınızın her bir günü tekrar tekrar öleceksiniz…”
Geçen hafta gazeteci Gökçer Tahincioğlu’na verdiği röportajda, yaptığı işkenceleri adeta “marifet” gibi utanmadan anlatan eski MİT’çi Eymür’ün kaderinden söz ediyorum burada.
Ekrem’in “türkü söyler gibi” gittiği sonsuzluk alemine göçmeden önce, her gün o ayıbın, o utancın altında ezilerek öldüğünüzü izlemek bile bize yeter.
İnsanlığa karşı işlenmiş tüm suçlar, soykırımlar, katliamlar, işkenceler, siyasi idamlar ve bunların failleri asla unutulmaz.
Ekrem Ekşi yoldaşı, geçtiğimiz Ekim ayında 14 Ekim 1980’de katledişinin 41’nci yıldönümünde saygı ile andık.
Rize doğumlu Zonguldak’ta büyümüş görece varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Kaderin cilvesine bakınız ki, oranın “eşrafından” sayılan sevgili babacığına 12 Eylül sabahı, yani Ekrem’in gözaltına alındığı saatlerde, Sıkıyönetim makamları “Belediye Başkanlığı” görevi veriyorlardı.
Ekrem, istese babasının müteahhitlik işlerine ortak olacak varlıklı bir mimar olarak rahat bir yaşam sürdürebilecek iken, İstanbul’un azgın kanlı ortamında nerede bir direniş, nerede bir anti faşist kavga varsa orada bulunmayı tercih ediyor. İşçi hareketinin yanında, öğrenci hareketinin tam göbeğinde, anti emperyalist ve anti faşist koronun en güçlü sesi oluyordu.
İTÜ’nün o yıllarda öğrencisi olmuş herkesin tanıdığı o gür ses, defalarca Taşkışla koridorlarının “Yürüyoruz Arkadaşlar” diye çınladığını hâlâ hatırlar.
Ekrem ve yoldaşlarının İstanbul’un tüm meydanlarında ve üzerindeki bulutlarda “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet!” sloganının tınısı, 41 yıldır her daim duruyor.
“BEN KAZANDIM” diyerek işkencecilerin suratına tüküren Ekrem Ekşi yoldaşımı bir kez daha şükranla anıyorum.
Verdiği son nefese kadar direnişi boşa gitmeyecek. Bugün hâlâ capcanlı olan işkencecilerin, O’nun hatırasından bile korka korka yaşamaları için mücadele bayrağını asla düşürmeyeceğimizi beyan ederiz.
İnsanlık onuru, işkenceyi de faşizmi de yenecek.
Evlatlarımıza, daha yaşanır bir dünya bırakmak için, işkence utancının asla yaşanmayacağı bir ülke inşa etmek için, faşizmden temizlenmiş bir dünya kurmak için, son nefesimize kadar EKREM olmak için andımız var.
Gerisini işkenceciler düşünsün…
KRT / 08.11.21