Pazartesi günkü yazısında Barış Terkoğlu yeni Hazine ve Maliye Bakanı’nın patron kimliğine işaret etmişti. Tekstil sektöründe faaliyet gösteren bakan, yerli piyasadan çok ihracata yönelik üretim yapıyor, patron kimliğiyle verdiği röportajlarda da yüksek ücretlerden şikâyet ediyor, bu kadar yüksek emek maliyetleriyle uluslararası pazarlarda rekabet etmenin zorluğundan yakınıyordu.
Patron bakanların bu rejimin alamet-i farikalarından biri olduğunu biliyoruz: Hastane sahibi sağlık bakanı, otel sahibi turizm bakanı ve işte son olarak tekstilci hazine ve maliye bakanı…
Ancak yeni bakanın sadece patron kimliği yok, bir de “akademik” kimliği ve bu kimlikle yazdığı bir doktora tezi var. Evet, bir de doktora tez çalışması var ve bu çalışmanın üzerine inşa edildiği ana tez hiç de şaşırtıcı değil. Bakan bey, hiç de özgün olmayan ve son yirmi yıla damgasını vuran liberal-muhafazakâr paradigmaya yaslanarak yazmış tezini.
Bu artık hiç de yabancısı olmadığımız paradigmaya göre, Türkiye’deki temel ikilik emekle sermaye arasında değil, esas çelişki emek-sermaye çelişkisi değil, Türkiye’de bildiğimiz anlamda sınıflar ve dolayısıyla sınıf mücadelesi de yok. Peki ne var? Merkezle-çevre, vesayetçilerle mütedeyyin halk, elitlerle millet, gayri milli olanlarla yerli ve milli olanlar arasındaki mücadele var.
Bu bütünüyle uyduruk paradigmanın Türkiye’nin akademi ve düşünce dünyasında hangi çevreler tarafından üretildiğini de güncel siyasette nereye tahvil edildiğini de gayet iyi biliyoruz. 3 Kasım seçimlerini “muhafazakâr demokrat inkılap” diye selamlayanlar, Fethullahçı çetenin tertiplediği kumpas davalarında demokratikleşme ve derin devletle hesaplaşma görenler, “vesayetten kurtuluş” adı altında 2010 referandumunda “yetmez ama evet” kampanyaları düzenleyenler hep bu paradigmadan beslendiler, bu paradigmaya yaslanarak Türkiye İslamcılığını demokratikleşmenin ana aktörü ilan ettiler.
Yeni bakanın ekonomide “düşük faiz-yüksek kur”a dayalı ve ihracat öncelikli ekonomi modelini, siyasette ise bu paradigmayı savunması, “yeni Türkiye’nin ruhu”nu anlamak açısından mükemmel bir sembolizm teşkil ediyor.
O ruhu ilk çağıranlar TÜSİAD sermayesi, 12 Eylül’ün darbeci generalleri, Demirel ve Özal olmuştu hatırlarsanız. TÜSİAD’ın Ecevit’in düşüşüne giden yolu açan gazete ilanlarında talep ettiği ihracata dayalı büyüme modelini 24 Ocak Kararları’yla Demirel hayata geçirmek istediğinde Özal da Demirel’in müsteşarıydı ve kararların asıl mimarı IMF ve Dünya Bankası ile birlikte oydu.
Ancak 24 Ocak 1980 Türkiye’sinde, yani işçi sınıfının, emek hareketinin ve solun öylesine güçlü olduğu bir zaman diliminde o kararları hayata geçirmek öyle kolay değildi; çünkü halkı yoksullaştıran, alım gücünü düşüren ve kemer sıkmaya dayalı bir programa sokakta ya da sandıkta kaçınılmaz olarak bir karşılık verilir, o hükümet iktidarda pek de uzun bir süre kalamazdı.
Zaten bu yüzden sadece dokuz ay sonra darbeciler geldiler ve ilk iş olarak sendikaları kapattılar, sendikacıları tutukladılar, grevleri yasakladılar, solun üzerinden bir silindir gibi geçtiler, Özal’ı göreve çağırdılar ve tıpkı Pinochet Şili’si gibi Türkiye de “ihracata dayalı büyüme” adı altında neoliberal talana askeri dikta yönetimi altında açıldı. Dönemin patronlarından birinin gayet veciz bir şekilde belirttiği gibi, gülme sırası patronlara gelmişti.
Emeğe yönelik böylesine geniş kapsamlı bir saldırı dalgasının, yoksullaştırıcı adımların, kemer sıkma politikalarının elbette ki bir ideolojik meşruiyete ihtiyacı vardı ve nasıl ki Batıda neoliberalizm yardıma kiliseyi çağırdıysa bizde de siyasal İslam, tarikatlar ve cemaatler yardıma çağrıldı. Antikomünist bir yapılanma olan Aydınlar Ocağı tarafından formüle edilen “Türk-İslam sentezi”, yani dincilikle milliyetçiliğin bileşimi adeta resmî ideoloji haline geldi. İmam-hatiplere, Kuran kurslarına, yeşil sermayeye, tarikatlara, cemaatlere yol verildi. Örgütlü, boyun eğmeyen, haklarını talep eden bir toplum, yerini adım adım örgütsüz, dinci gericiliğin cenderesine sıkışmış, tevekkül eden, susan bir topluma bıraktı.
Yeni bakanın sembolizmini de işte tam olarak burada aramak gerekiyor; ucuz emek sömürüsü ve yüksek kur üzerine kurulu ihracatçı patronlukla Türk-İslam sentezci paradigmanın kesişim noktasında yani. Çünkü o kesişim, yukarıda da belirttiğim üzere “yeni Türkiye”yi sembolize ediyor ve 12 Eylül’ün üzerinden geçen kırk yılın yarısını bugünkü iktidarla geçirmemiz bir tesadüf değil. “Yeni Türkiye” 12 Eylül paşalarıyla TÜSİAD’ın, ABD’yle Aydınlar Ocağı’nın hayalleri üzerine inşa edildi, 12 Eylül mantıksal sınırlarına bugünkü iktidarla ulaştı.
Yalçın Küçük, ihracata dayalı ekonomi modelini “TİT” üzerinden açıklamıştı, yani tekstil, ihracat ve turizm sektörünün ekonomideki egemenliğinden bahsediyordu. Bugün “yeni ekonomi modeli”ne baktığımızda göreceğimiz şey de tam olarak budur.
Yeni bakanın da içerisinde olduğu tekstil, Türkiye’nin ihracat sektörünün ana unsurlarından biri durumunda ve merdiven altı atölyelerde yapılan fason üretim, kölelik düzeyindeki ücretler ve çalışma koşullarında gerçekleştiriliyor.
İnşaat zaten bu modelin ana unsuru: “Beşli çete” düzeninin nasıl işlediğini, kamu ihalelerini ve ülkenin üzerine beton dökme sevdasını artık herkes biliyor. Son faiz indirimlerine öncelikle konut kredisindeki faiz indirimlerinin eşlik etmesi de bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.
Ve turizm… Ülkenin bütün kıyılarının otel yağmasına açılması, sahillerin, plajların fiilen özelleştirilmesi ve kamunun ortak malı olmaktan çıkarılması bunun bir sonucu. Pul haline getirilen yerli paranın özellikle önümüzdeki yaz Türkiye’yi yabancı turistler açısından bir cennet haline getireceği, en çok da turizmden gelecek dövize bel bağlandığı çok açık.
Peki buradan, bu “yeni ekonomik model”den sanayileşme, kalkınma, refah, gelir dağılımında adalet çıkar mı? Elbette ki çıkmaz!
“Çin olmak” denildiğinde aklına sadece düşük ücretler gelenler, Çin’den farklı olarak ülkelerindeki bütün kamusal varlıkları sattılar, sermaye akımlarına en ufak bir kontrol getirmediler, bilime ve teknolojiye yatırım yapmadılar, vergiyi emekçinin sırtına yıktılar, gelir dağılımını alt üst ettiler, eğitimi çökerttiler, gerçek bir sanayileşme ve kalkınma planları ise hiçbir zaman olmadı, hep sıcak paraya bel bağladılar.
Dolayısıyla bu modelde bizi bekleyen şey daha çok yoksulluk, daha çok kölelik, daha çok bağımlılık, daha çok dinselleşmedir. Emperyalizme bağımlılıkla piyasacılık ve dinciliğin sentezinin ülkeyi getirdiği yer burası olmuştur ve bunları aynı anda karşısına almayan, kamuculukla laikliği bir arada savunmayan, bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist karakter taşımayan bir siyasetin, sahici bir alternatif sunması da Türkiye’yi içine düştüğü bu bataklıktan çıkarması da mümkün değildir.
soL / 08.12.21