İçinden geçtiğimiz görkemli çöküş döneminin sembol isimlerinden biri olmayı daha şimdiden hak eden ekonomi bakanı, geçtiğimiz günlerde yatırımcılara seslenirken “bir problem mi yaşadınız? Rahat olun. Bize hemen ulaşırsınız. Bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda Cumhurbaşkanımız var rahat olun. Mevzuatı da değiştiririz" dedi ve bakanın bu sözleri üzerinden şiddetli bir tartışma başladı.
Muhalefetten yükselen ses, güya bakana yanıt veriyordu ama aslında onunla aynı paradigmanın içerisinden konuşuyordu. Çünkü muhalefete göre bakan bu sözleriyle yapmak istediği şeyin aksine sermayeyi ürkütmüştü; çünkü sermaye demokrasi isterdi ve demokrasinin olmadığı ülkelerden uzaklaşırdı.
Sermayenin demokrasi değil hukuki güvence ve siyasi istikrar istediği, bu ikisinin ise aynı şey olmadığı hem bu köşede hem de başka yerlerde çok kere yazıldı çizildi; buraya tekrar döneriz ama öncelikle odaklanmamız gereken yer bu bürokrasi meselesi.
Bakan o açıklamayı yaparken aslında Türkiye’de sağın ve liberal solun on yıllar boyu savundukları bir tarih anlatısını kendisine dayanak alıyordu. O okumaya göre bürokrasi Türkiye’de adeta bir sınıf gibi hareket etmekte, “hür teşebbüs”ün önündeki en büyük gücü oluşturmakta, sermayenin ayağına dolanmakta ve bunların da ötesinde “milli irade”ye olan düşmanlığıyla Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemekteydi.
Bu anlatı, Türkiye’nin yakın tarihinde sermaye ve dinselleşme adına atılan adımların hemen hepsinin temelini oluşturdu. Örneğin özelleştirmeler böyle meşrulaştırıldı; bürokrasinin saltanatını yitirmemek için özelleştirmelerin önünü tıkadığı, devletin küçültülmesinin demokrasiyi geliştireceği ama bürokrasinin bunu istemediği öne sürüldü. Bunun en iyi örneklerinden biri, dönemin başbakanı Tansu Çiller’in özelleştirme yasasının Meclis’ten geçmesinin ardından yaptığı “son sosyalist devleti de yıktık” şeklindeki açıklamasıydı.
Öte yandan Türkiye’de siyasal İslam kendi hegemonyasını bürokrasi düşmanlığı üzerine kurdu. Buna göre Türkiye’de bürokrasi halka yabancılaşmış bir grup elitten oluşuyordu ve bu elit kendisini toplumunun vasisi olarak görüyor, ülkeyi vesayetçi bir anlayışla yönetiyordu. Bu vesayetçi anlayış milletin değerlerine (yani dine) düşmandı ve AKP iktidarı bu bürokratik zihniyetle mücadele edecekti. Erdoğan’ın sık sık Ece Ayhan’ın “Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük” dizesine başvurması bu mücadele iddiasıyla ilgiliydi.
Dahası, Türkiye’deki başkanlık tartışmaları da büyük ölçüde buradan, bürokrasi düşmanlığı üzerinden yürütüldü. Sermaye çevreleri başkanlığı savunurken, artık küreselleşme çağında olduğumuzu, ekonomik ilişkilerin teknolojik gelişmeler nedeniyle ışık hızında gerçekleştiğini, bürokrasinin bu hıza yetişemediğini, başkanlık sisteminde ise kararların hızlı bir şekilde alınacağını öne sürdüler. İstenen şey ise aslında kuralsızlaştırma ve sermayenin önündeki bütün engellerin kaldırılması, onun pürüzsüz bir şekilde hareket edebileceği bir uzamın yaratılmasıydı.
Dolayısıyla bakan, “bürokrasiyi parçalarız” derken kendince iyi bir şey saöylüyordu; çünkü bugün bakanı eleştirenlerin büyük bir çoğunluğu da onun gibi ifade etmeseler bile, zamanında onunla aynı şeyi düşünmüşler, bunun üzerine yüzlerce, binlerce sayfa yazmışlar, sayısız açıklamalar yapmışlardı; bakan da bu hegemonik söylemi içselleştirmiş, benimsemişti.
Şimdi tekrar demokrasi meselesine dönebiliriz; bakanın konuşmasına dayanak yaptığı paradigmayı inşa edenlerin bakanın bu konuşmasına bakıp demokrasi adına infiale kapılmalarındaki riyakarlığa daha doğrusu.
Bugün AKP muhalifi kalem erbabı tarafından Türkiye’nin esas sorununun demokratikleşme olduğu yönünde toplumsal bir ortak kanaat yaratılmaya çalışılıyor. Bu bakış açısı AKP rejiminin sadece otoriter karakterine yöneliyor ve hedefe orayı yerleştiriyor. CHP’ye son birkaç yılda bilinçli bir şekilde yerleştirilen bir network tarafından dolaşıma sokulan bu strateji, Millet İttifakı’nın altı partisi tarafından da benimsenmiş durumda ve bu nedenle de şu an bütün yatırım “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e yapılıyor.
Bu demokratikleşme söylemi, demokrasiyi bütünüyle liberal bir eksene yerleştiriyor ve bu nedenle de özelleştirmelere, sosyal devlete, kamuculuğa dair hiçbir şey söylemiyor. Sürekli dile getiriyoruz ama tekrarlamakta fayda var: 2002-2013 AKP’si ve onun izlediği politikalar Türkiye’yi demokratikleşecek politikalar olarak görülüyor; AKP’nin bugünkü otoriterliğinin, dinselleşme siyasetinin ve ülkeyi içine soktuğu ekonomik krizin temellerinin ta o zaman atıldığı ise çok bilinçli bir şekilde gözden kaçırılıyor.
Oysa AKP rejimi basitçe ve sadece otoriterlik üzerinde yükselmiyor, bilakis otoriterlik piyasacılığın ve dinselleşmenin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Demokratikleşmeyi bir strateji olarak toplumun önüne getirip koyan akıldane zevat ise gayet bilinçli bir şekilde piyasacılığı ve dinselleşmeyi otoriterlikle ilişkilendirmiyor; laiklik ve kamuculuğu önemsizleştirmeye, silikleştirmeye ve bunların demokrasi mücadelesiyle bağını koparmaya çalışıyor.
Yukarıda sözünü ettiğim riyakarlık da bununla ilgili tam olarak: “Sermaye demokrasi ister” iddiasında somutlaşan demokratikleşme üzerine kurulu strateji, bize aslında bakandan farklı bir şey söylemiyor. Vesayete karşı mücadeleden bürokrasinin tasfiyesine, özelleştirmelerden laiklik ve kamuculuğun adının anılmamasına uzanan bir genişlikte, iktidarla muhalefet, aynı noktada duruyor.
O durdukları yerin ise çok net bir adı var: Türkiye’nin sermaye düzeninin bekası ve çıkarları. Sınıfsız ve soyut bir demokrasi iddiası, demokrasinin sınıfsal içeriğinin silikleştirilmesi, emekçi sınıfların ve onların siyasal temsilcilerinin siyasal arenanın dışında bırakılması arzusu, düzen muhalefetinin AKP-sonrasına dair tasavvurunun ne olduğunu bize çok net bir şekilde gösteriyor.
Bu tasavvurun bir parçası olmak ya da olmamak. Bugün Türkiye solunun önündeki en büyük meselelerden biri bu. Atılacak adımları da kurulacak ittifakları da Türkiye’de sosyalizmin sahici bir siyasi aktör olup olmayacağını da bu belirleyecek çünkü. Düzen muhalefetinin AKP-sonrası planlarına dahil olmayan bağımsız bir sosyalist seçeneğin yaratılması için zemin gayet müsait görünüyor ve bunda ısrar edenlerin hızlı bir şekilde yan yana gelmesi, omuz omuza vermesi gerekiyor.
soL / 30.03.22