“ /../ Bir çevre çizersin çizsen çizsen,/ bomboş kalacak çevrenin içi, / bizi kimsecikler anlatmayacak / basit insanın acıklı halini. / Çünkü bütün şairler koşacaklar / günlük çıkarları ardından, / bizim hiç yazılmadık acılarımızsa / dört dönecek uzayda tek başına. /…/ Ödül falan istemeyiz çektiklerimiz için, / bizim düşlerimiz hiç bir vakit ulaşamaz / senin yüzyıllar boyu, üst üste, / dağlar gibi yığılan ciltlerine. / Ama hiç olmazsa anlatıver / şöyle sade bir dille, / bizden sonra geleceklere / anlatıver nasıl savaştığımızı / canımızı dişimize takıp!”
Tarihe seslendiği şiirinin son iki dizesinde böyle diyordu, Bulgar komünist, işçi ve şair Nikola Vaptsarov. Kendi deyimiyle ‘fabrikalarda, tarlalarda çalışan tanınmamış, silik insanlardan’ biri olan bu genç komünist, aynı zamanda ‘canını dişine takıp’ savaşanlardandı: Henüz 32 yaşında Naziler tarafından kurşuna dizilmeden önce damarlarında hâlâ akmakta olan kanıyla yazar. Makinelerin, açlığın, işçilerin, kavganın, aşkın, acının şairidir. Şiiri kadar hayatı ve mücadelesiyle, tarih ciltlerinde ‘yeryüzünün lanetlilerine’ yer açsın diye uğraşır.
Onun şiirlerine, şiirlerinin Türkiye’deki seslerine ve adına söylenen şarkılara gelmeden, Vaptsarov’un yığınların sesi olma yolunda kendini nasıl inşa ettiğinden bahsederek başlayalım…
Denizlerden fabrikalara
Vaptsarov, o dönem Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında olan, Güneybatı Bulgaristan’daki Bansko kentinde, 1909 yılında doğar. Ortaokulu bitirdikten sonra, her ne kadar kendi istemese de, ailesinin ısrarları sonucu Varna’daki Deniz Makine Okulu’nda eğitimine devam eder. Makine teknisyeni olarak yetişen Vaptsarov, tarihi Drazki torpido gemisiyle İstanbul, Famagusta, İskenderiye, Beyrut, Port Said ve Hayfa’yı, yani neredeyse tüm Doğu Akdeniz’i dolaşır… 1932 yılında yaptığı bu seyahatte ona ev sahipliği yapan Drazki’ye dair ilginç bir bilgiyi paylaşalım: Bu gemi, Balkan Savaşı’nda Osmanlı donanmasındaki Hamidiye krüvazörünü vurur, baş tarafı tamamen denize batan gemi, zar zor İstanbul’a döner ve burada onarılır.
Okuldan mezun olunca, Sofya’ya gidip edebiyat okumak ister ancak mali yetersizlikler buna engel olur. Böylece kağıt fabrikasında çalışmaya başlar. Başkente gidip, zamanının neredeyse tümünü edebiyata ayırma fırsatından mahrum bırakılması, onun ‘uykusundan çalıp’ şiirler yazmasına engel olmaz. Üstelik fabrika, onun hayatına yön verecek iki değeri katar: 1934’te evleneceği Boyka Vaptsarova ve sosyalizm mücadelesi. Kısa süre sonra Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) kadrolarından biri olur. Tabii bu süreç onun işten atılmasını da beraberinde getirir. Derken işsizlik, yoksulluk ve bu sefalette dünyaya gelen çocuklarının doğumdan kısa süre sonra ölümü… Yoksulluğun derdi ölümle de bitmez, henüz birkaç günlükken hayatını kaybeden bebeği gömecek parası olmayan aile, güç bela arkadaşlarının yardımlarıyla çocuklarını defnedebilir. Korkunç günlerin pençesine düşen Vaptsarov, başka çaresi olmadığı için nihayet demiryollarındaki en ağır işlerden olan, buharlı lokomotifte ateşçi olarak çalışmaya başlar.
‘Makinelerin sesini aşıp geçmeli senin sözcüklerin’
Şiiri de tam olarak bu dönemde olgunlaşır. Hayatında duygularını bileyen ne varsa tereddüt etmeden yazıya döker. Yoksulluk, mücadele, kavga, hüzün, yabancılaşma ve tüm bunların arasında yeşeren aşk. Günlük heyecanların yüceltilmesine öfkelidir, öfkesinin nedenini açıklamayı da bilir:
“ /…/ Çünkü hayat öylesine vurmuştu / ağır yumruğunu, hiç acımadan / bizim aç susuz ağzımıza, / bu yüzden dilimiz kaba ve kuru. / Uyku saatlerinde geceleyin / çiziktirilmiş dizelerde / gül kokusu aramayın boşuna, / görürsünüz onları hep asık suratlı /…/ ”
Şiirlerini okuyan arkadaşlarının Vaptsarov’u motive etmesiyle birlikte tek kitabı ‘Motor Türküleri’, ‘Nikolo Yonkov’ mahlasıyla basılır. Basılır dediysek, baskı başta sadece bin-iki binle sınırlıdır. Genç işçi-şairin ‘asık suratlı dizeleri’, dönemin ‘gül kokulu’ dizeler arayan burjuva edebiyatçıları tarafından hor görülür. Fakat tüm çıplaklığıyla bir işçi ağzından anlatılan dizeler, kendi gibi dertlere sahip diğer işçiler tarafından büyük beğeni toplar. Onun şiirlerinin bugün hâlâ güncel ve etkileyici olmasının nedeni de budur. Her şeyden önce duyguları kitlelerin duyguları, sözü kitlelerin sözüdür. Fabrikada döktüğü alınterinde şiirini pişiren bir adamın kaleminden, yine aynı kazanda kavrulanlara yazılmıştır. Bu hemhal olma durumu bir tarafa; yabancılaşmayı, tarihle hesaplaşmayı, kavgayı, aşkı bu denli açık anlatmaksa Vaptsarov’u ‘özel’ kılan edebi başarısından başka bir şey değildir. ‘Fabrika’ isimli şiiri, yabancılaşmayı böyle bir dille ele aldığı en güzel şiirlerinden:
“ Fabrika. Üstünde duman tüten bulutları. / İnsanlar -cahil / yaşam -zor, sıkıcı. / Maskesi ve boyalı yüzüyle yaşam, / hırlar vahşi bir köpek gibi. / Bıkmadan dövüşmelisin / güçlü, ısrarlı olmalısın. / Çekmelisin / açlığın / öfkeli hayvanının dişlerinden / bir kabuk ekmeği. /… / Uzak değil bahar meltemi / taşlar, tarlalar, güneşin çağrısı… / Göklere yaslanan ağaçların / fabrika duvarında / gölgeleri. / Nasıl yabancı, / nasıl unutulmuş / öylesine garip gelir bize şimdi / o tarlalar. / Onlar / atmışlar çöplüğe / mavi gökleri ve düşlerini. / … / Haykırmalısın, / makinelerin gürültüsünü / aşıp geçmeli / senin sözcüklerin, / Aşıp geçmeli / meydanları, bomboşluğu. / Ben haykırdım yıllarca / sonsuzca… / Bir araya topladım herkesi: /Fabrika / makineler / ve insan / o en uzak / karanlık köşede olanı. /…/ Sen fabrika / sen sessizce bizi körelten / dumanla ve kurumla / üst üste / kibir içinde! Sen öğrettin bize mücadeleyi. / Getireceğiz / güneşi / indireceğiz yere. / Öylesine yorgunlukla kararmış yüzler / senin zulmünün, acının altında. / Fakat bir yürek içerde sen yorulmadan / atar bin yürekle birlikte.”
Ve savaş…
İkinci Paylaşım Savaşı’nın ilk yıllarında Vaptsarov BKP’nin görevlendirmesiyle işini bırakıp yalnızca parti faaliyetine odaklanır. Parti üyesi diğer çoğu yoldaşı için de durum aynıdır. Bulgar-Sovyet İşbirliği anlaşması için imza toplarken 1940 yılında tutuklanır ve Godeç’e sürülür. Sürgünden döndükten sonra ülkenin koşulları da sertleşmiştir. Vaptsarov, liderliğini İspanya İç Savaşı’nda girdiği çatışmalardaki cesaretiyle bilinen Tsevenko Radyonov’un yaptığı BKP’nin Merkez Askeri Komitesi’nde göreve başlar. Göreviyse faşistlere karşı savaşan güçlere silah ve belge sağlamaktır.
Ancak Mart 1942’de yakalanır ve aylarca gördüğü işkencelere rağmen faşistlere karşı savaşan arkadaşlarının planlarına dair hiçbir şey söylemez. Üstelik kendisi sabotaj gibi ağır ithamlarla sorgudadır. Radyonov’un Haziran ayındaki infazının ardından Vaptsarov’un da içinde olduğu onlarca komünistin ‘yargılanma’ süreci başlar. Karar günü mahkemede adım atacak yer yoktur. Arkadaşlarının anlatılarına göre Vaptsarov, savunmasında şöyle der: “Memleketimin gerçek bir oğlu olarak tam bir bilinçle hareket ettim. Pişman değilim. Kimseden merhamet dilemiyorum.” Gerçeğin tüm haykırışmalarına karşın kara kaplı kitap açılır ve karar ‘infaz’dır. Vaptsarov diğer 11 arkadaşıyla birlikte yargılandığı günün akşamında, 23 Temmuz 1942’de kurşuna dizilir. Ölmeden önce arkadaşlarıyla birlikte cellatlarına karşı, Bulgarların ulusal bağımsızlık kahramanı olarak gördükleri Hristo Botev ile bilinen“Kim ki özgürlük mücadelesinde düşerse, o ölmez” şarkısını söylerler, son sözleri bunlar olur.
‘Ben düşerim, gelir bir başkası, hepsi bu’
Fakat Vaptsarov’un bir diğer ‘son sözü’, yoldaşlarına ve eşine ulaşma fırsatı bulur. İnfaz edilmeden önce, kalem olmadığı için kağıtla kestiği bedeninden akan kanla son şiirlerini yazar. Şiirlerini arkadaşları aracılığıyla dışarı çıkartmayı başarır. Bunlardan biri, ‘Veda Şiiri’ olarak bilinen şiiri, eşine yazmıştır. Şiirin farklı bir çevirisini kullanan Grup Ekin, bu şiirin Türkçesini, 1993 yılında çıkardıkları ‘Gün Bizim’ isimli albümlerinde seslendirmişlerdir.
“Ara sıra uykunda geleceğim sana, / beklenmedik uzak bir ziyaretçi gibi. / Dışarda bırakma beni sakın, / beni sokakta bırakma, / sakın sürgüleme üstüme kapıları. / Usulcacık gireceğim içeri, / oturacağım ses çıkarmadan, / gözlerimi sana dikeceğim zifiri karanlıkta, / bakacağım doya doya yüzüne senin, / sonra çekip gideceğim, bir öpücük kondurup.”
Diğer şiiriyse uğruna ölümü tereddüt etmeden göze aldığı kavgasına adanmıştır elbette. Şiiri Mehmet Celal ‘Fırtınadan Önce’ albümünde, yine farklı çeviriyle Türkçe seslendirmiştir.
“Amansızdır savaş, alabildiğine kıyasıya, / hani ne derler, destanlara yaraşır. / Ben düşerim. Gelir bir başkası. Hepsi bu. / Bu yolda kişinin ne önemi var! / Yersin kurşunu. Sonra solucanlar, kurtlar. / Çok basit bir şey bu ve akla uygun. / Hep senin yanında olacağız ama / ey halkım, / o gün / o fırtınada. / Ne yapalım, seni sevmişiz bir kere.”
Son
Kendi ‘çatık kaşlı’ hayatı, kanla yazdığı dizelerle sona eren Vaptsarov’un öldürüldüğü yer komünistlerin zaferinden sonra onun anısına müzeye dönüştürülür. Hakkında şarkılar bestelenir.* Bu şarkı, Vaptsarov’un konuştuğu dilde, Yeni Türkü tarafından söylenmiştir.**
Kimi ölümler, garip ve acıklı bir biçimde o kişinin hayatını özetliyor: Yaşamına acı, kavga, aşk, savaş, hüzün ve mücadele boca edilmiş bu genç işçi ve şairin, yine tüm bunlarla dolu bir ölümle hayata veda etmesi gibi. Vaptsarov gibilerin yolu doğru ya da yanlıştı, farklı seçenekler vardı ya da yoktu… Her ihtimali düşünebilirsiniz. Ancak yaşamın yükünü, ‘gül kokularına’ batırmadan, romantizmin bayağılığından sıyrılarak tüm gerçekliğini gösterebilen biri, kuşkusuz saygıyı hak ediyor. Ne diyelim, bu ‘sıradan’ adamlar ve kadınlar, basit insanın bilinmeyen acılarını henüz tarihin tüm ciltlerine yazamamış olsa da, en azından bize kadar ulaştırmış, şiirleri 98 dile çevrilmiş…
Notlar ve kaynaklar
1- Motor Türküleri – Vaptsarov (Odak Şiir)
2- Dünya Halk ve Demokrasi Şiirleri – A. Kadir (Hilal Matbaacılık)
Gazete Duvar / 15.09.2018