Joseph Schumpeter, İktisadi Analiz Tarihi adlı çalışmasında “her bilimin ilk buluşu, kendini buluşudur” tanısını yapıyor. Kendini bulan bilim varlık nedeni olan kendi konu alanını tanımlayabilen (ontolojisi), bütün ve parça arasındaki bağları ilişkilendirebilen, değişim ve hareketin nedenselliğini sorgulayabilen, kendine ait norm ve kuralları olan (epistomolojisi), yanlışlanabilir bir otonomi alanına karşılık geliyor. Schumpeter’in bir bütün olarak sosyal bilimler için yaptığı “kendini bilme” tanısının 19’uncu yüzyılın içinde şekillenen toplumsal bilginin parçalanma dinamikleriyle çoklu mesleki kimliklere dönüştüğü biliniyor: Yasa koyucu nomotetik bilimler (iktisat, sosyoloji, siyaset) ve kendine özgü/biricik olguların inceleme alanı olan tarih ve antropoloji gibi idiografik disiplinler. Immanuel Wallerstein’a göre bu parçalanma 19’uncu yy’nin sosyal bilim düşünce geleneğindeki ortaya çıkan bir yıkımdı. Bir anlamda kendi bütününü yitiren sosyal bilimin giderek körleşmesiydi bu. Somut toplum ve zamandan koparılmış, parçalanmış disiplin alanlarının, normatif bir yönelimle kendinde bir ekonomiyi, kendinde bir toplumsal yapıyı ve kendinde bir siyaset alanını bağımsız inceleme nesnesine dönüştürdüğü bir tür körleşme. Bu hiç kuşkusuz bilimsel bilgi üretiminde süregiden yabancılaşma sürecinin meşrulaşması, kendini arayan sosyal bilimin bir tür uzmanlaşmış meslek alanlarına hapis olmasının da başlangıcıydı: Meslek olarak iktisat, meslek olarak siyaset, meslek olarak sosyoloji…
Ana akım sosyal bilim düşünce geleneğindeki bu parçalanmanın pratik olarak yanlışlanmasını çevre ülkelerin kalkınmacı deneyimlerinde izlemek mümkün. Geç kapitalistleşen bu toplumların hiçbir alanın bir diğerinden bağımsız şekilde düşünülecek kadar olgunlaşmaması, bu toplumların sosyal bilimler geleneğinde kendine özel konumlanışlara yol açtığı bilinen bir gerçek. Bunun belki de en iyi örneklerinden birini Latin Amerika kalkınmacı deneyimlerinden ve burada şekillenen Latin Amerika Yapısalcı Okulu’ndan (EC-LA, Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomik Komisyonu) izlemek mümkün. Latin Amerika’nın geri kalmışlığını araştıran bu oluşumun önceliği bağımsızlık, kendine yeterlilik ve modernleşme… Latin Amerika’daki bu hattın Türkiye’deki karşılığını Kadro hareketinde görebiliriz… Ortak noktaları milliyetçi, anti emperyalist ve modern olmaları. Ne tek başına iktisat ne tek başına siyaset, bir bütün olarak toplum… Hal böyle olunca meslek de başka oluyor…!
Hiç kuşkusuz sosyal bilimlerde bir düşünce alanının mesleki bir norma dönüşmesi kurumları ve taşıyıcı, inşa edici entelektüelleriyle mümkün. Bu açıdan “üniversite ve hoca” iki önemli tamamlayıcı unsur olarak bir disiplinin olmazsa olmazları… Özerk bir üniversite, özgürce düşünen hoca ve tabii özgürce tartışabilen öğrenci. Bunların olmadığı yerlerde bilim de olmuyor. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi Türkiye’sini “darbelerin ve çöküşlerin” tarihi olarak okumak mümkün. Ben kendi hayatımda iki kez yaşadım: 1980’lerde ODTÜ’de öğrenciydim hocalarımı kaybettim; 2017’de hocaydım öğrencilerimi kaybettim. Peki böyle bir durumda bir meslek alanı kendi geleneğini nasıl oluşturur?
Türkiye’de meslek alanı ve meslek ahlakı kurumlarla değil kişilerle ayakta kalıyor. Bunun en iyi örneklerinden birini yakınlarda Çiğdem Boz tarafından hazırlanan “İktisatçı” belgeselinde izledim. Tarihsel bir perspektifin içine yerleştirilen Türkiye’nin iki önemli fakültesinde hocalık yapmış altı önemli bilim insanıyla filmize edilmiş söyleşilerde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler’in dört önemli hocası (Korkut Boratav, Tuncer Bulutay, Bilsay Kuruç, Yılmaz Akyüz) ile ODTÜ’de öğrencileri olmaktan gurur duyduğum iki hoca (Fikret Şensen, Oktar Türel) yer alıyor. Bu grubun içine elbette başkalarını katmak da mümkün ama inanın çok da fazla değil… Başka bir şey söyleyeyim, bu grubun Türkiye iktisat yazınına yaptığı katkıyı “yok” sayalım, emin olun iktisat yazınımız “fakirleşir.” Bu grubu yan yana getiren en önemli ortaklıkları belgeselin sonunda Keynes’ten yapılan “iktisat doğal bir bilim değildir, öncelikle bir ahlak bilimidir” alıntısı olsa gerek: Keynes, G. E. Moore’un ahlak felsefesinin etkisiyle içinde yer aldığı Cambridge geleneğinin soyut, kural koyucu iktisat algılayışını eleştirerek somut olana vurgu yapmaktadır. İlgisi, metodik bir birey ve ekonomi değil, farklı özellikleri olan somut toplumsallık üzerinedir. Böyle olunca da onun için iktisat da evrensel bir mekanik değil, toplumsal bir bilimdi. Bu altı iktisatçının tümünde aynı yönelimi görüyorsunuz. Onlar için iktisat öncelikle yaşadıkları toplumun, Türkiye ve dünyanın gerçekliğine kapı aralayan bilim alanıdır.
Filmin açılışı Jacob Viner’ın çok spekülatif ve çokça tartışılan “iktisatçı kimdir?” sorusuyla yapılıyor. Joan Robinson’nun “sosyal bilimlerin kraliçesi” olarak tanımladığı iktisada, Viner “iktisat iktisatçının yaptığı iştir” diye yanıt veriyor. İki tanım birleşince şu soruyu sormak mümkün: Peki kraliçe ne yapar? Elbette kurulu düzeni temsil eder ve iktidar oluşturur. Boratav, bu hisle olmalı, iktisat mesleğini yozlaşmaya açık suçlu bir meslek olarak tanımlıyor. Keynes ve Marx hepsi için özel bir yere sahip. Kapitalizmin kriz eğilimini gören iki önemli sosyal düşünür. Biri krizi ve kapitalizmi düzenlemeye diğeri ise onu aşmaya yönelik düşünen ikili bu grubun düşünsel ortaklığını oluşturuyor. Hepsi 12 Eylül’ün yarattığı tasfiyeye tanıklık etmiş ya da doğrudan yaşamış kişiler. Tuncer Bulutay, Korkut Boratav, Yılmaz Akyüz 12 Eylül’ün 1402’liklerinden olup, koca bir Mülkiye geleneğinin yok oluşunu yaşıyorlar. Geride kalanlar YÖK’ün yıkıcı düzenlemelerine dayanıp, okullarını korumayla uğraşıyor. ODTÜ öğrencisi olduğum o yıllarda bunun ne demek olduğunu bizler yaşayarak gördük. ODTÜ iktisat o dönemde Mülkiye ile karşılaştırıldığında çok genç bir kadroya sahipti. Genç, tutkulu, ahlaklı… İktisat bölümünden 1402’lik olan tek kişi Yakup Kepenek idi. Ama o faşist dalga bu genç akademinin birçoğunu bir tür dayanışma olarak istifaya sürükledi. Aklımda kalanları anmalıyım: Orhan Kurmuş, Gürel Tüzün, Güntaç Özler… Geride kalan hocalarımız ve biz öğrenciler bir yandan bölümün “restorasyonuna” bir yandan da programın içeriksel dönüşümüne tanıklık ettik. İktisat bölüm başkanlığına Aydın Yalçın’ın, Sosyal Bilimler Enstitüsü başkanlığına da Yahya Tezel’in gelişini nasıl unutabiliriz? Elbette hocası giderse program da gider: Tam da öyle oldu. Bölümün toplum öncelikli iktisat anlatısı yerini giderek piyasalara terk etti. Gelen neoliberalizm ve meslek olarak iktisattı…
1933’de Darülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüştüğünde bu ülkede sadece bir tane üniversite bulunuyordu. 1946’da üç (İÜ, İTÜ, AÜ), 1960’da yedi, 1971’de 12, 1981’de YÖK kurulduğunda ise 27 üniversite mevcut. Bu sayı 1992’den sonra hızla artıyor ve 1992-2003 arasında 53’ü devlet, 24’ü vakıf üniversitesi olmak üzere 77’ye yükseliyor. Bugünkü iktidar sürecinde bu sayı 2017’de 119’u devlet, 67’si vakıf olmak üzere 186’ya çıkarıldı. YÖK’ün sayfasında 2019 için faaliyet gösteren 206 üniversite yer alıyor. 7 milyon 300 bin kişinin bu kurumlarda “eğitim” aldığı, bu kurumlarda yaklaşık 11 bin 500 öğretim üyesinin bulunduğu biliniyor. Bu üniversitelerin hemen hepsinde “iktisat” bölümü var. Peki bu kalabalıktan diyelim yirmi yıl sonra böyle bir altılı çıkar mı? Hayır.
Yazının başında anlattığım 19’uncu yy’nin bölünme pratiği iktisat disiplini içinde önemli bir tartışma alanı açmıştı: Bilim olarak iktisat ve sanat olarak iktisat. İlk varoluş biçimi gerçekliğin dışında soyut bir alanda yaşama hakkı ararken (bilim olarak iktisat ya da akademik iktisat) diğeri somut alanda (iktisat politikası) kirlenmeye cüret ediyordu. Böylece aşırı soyut dünyada aşırı soyut varsayımlarla saf bilim yapabilme mümkün görünüyordu! Bu eğilim bazı farklarla halen sürüyor. Bilim olarak iktisadın en önemli sorunu kendi ontolojisine yani araştırma nesnesine inanılmadık derecede yabancılaşmaya başlaması (ileriki yazılarımda tartışmaya çalışacağım); sanat alanında ise doğrudan sermayenin programına dönüşüp, toplum sorunundan tümüyle uzaklaşması. İktisat sanatı geldiğimiz aşamada Boratav’ın vurguladığı gibi finans dünyasının bir enstrümanı durumuna indirgenmiş durumda. Böylesi bir durumda Keynes’in sorusunu yeniden formüle ederek, soralım: İktisat esasen bir ahlak bilimiyse, bugün bu disiplinin ahlakından söz etmek mümkün mü? Ya da sermayenin “ahlakı” nedir?
Gazete Duvar okurlarıyla düşünüp, tartışmak umuduyla merhaba…
Gazete Duvar / 18.12.19