Bu yıl ‘Uyumlu ve Sürdürülebilir Bir Dünya İçin Paydaşlar’ başlığıyla düzenlenen Davos zirvesi, ardında Donald Trump ve “Gelecek İçin Cuma Günleri” adlı protesto eylemleriyle ünlenen İsveçli on altı yaşındaki iklim aktivisti Greata Thunberg arasında geçen tartışmayı bırakarak tamamlandı. Thunberg, küresel ısınmaya karşı sürdürdüğü protesto eylemleri nedeniyle küresel sermayenin zirvesi Davos’a davet edildi ve küresel ısınma konusunda mevcut sistemi suçlayan bir konuşma yaptı. Genç bir insan, yaşadığı dünyanın en önemli gördüğü sorununu ‘aklın ve ahlakın’ diliyle eleştiriyor ve uyarıyordu: “Henüz hiçbir şey görmediniz…”
Eleştirisi zirveyi düzenleyen ekip açısından kabul görmüş olmalı ki, bu yıl Dünya Ekonomik Formu tarafından yayınlanan Küresel Riskler 2020 raporunda yer alan en önemli riskler iklim krizleri, ekosistemin çöküşü ve çevre sorunları şeklinde sıralanıyordu. Üç binden fazla iş insanının katıldığı ‘zirvede’, bu genç insanın sözleri küresel sermayenin genel patronunun canını sıkmış olmalı ki Trump, doğrudan adını vermese de Thunberg’i mazinin sersem falcıların haleflerine benzetti: “Bu alarm zilleri çaldıranlar hep aynı şeyi talep eder: Yaşamlarımızın her yönünü tahakküm altına almak, dönüştürmek ve kontrol etmek… Bunlar mazinin sersem falcılarının halefleri…”
Trump’ın otoriter ‘akıl ve ahlakının’, Thunberg’in naif ‘akıl ve ahlakından’ çok farklı olduğu açık. Ancak gerçekliğin Thunberg’in yanında olduğunu söylemek lazım: İspanya’nın 1904 yılından beri küresel iklim kayıtları oluşturan Ebre Gözlemevi 2019 yılını son yirmi yıl için küresel ısınmanın zirve yaptığı yıl olarak rapor ediyor ve şunu belirtiyor: Geçmişte 25 yılda bir yaşanan büyük iklim olayları şimdi her beş yılda bir yaşanıyor. İklim değişikliği ilkbahar ve sonbaharı daraltarak giderek ısınan bir dünya yaratıyor. Peki sonuçları ne oluyor? Kesin tespitler şunlar: Yangınlar (Avusturalya ve Amazon ormanlarında olduğu gibi), buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesi ve bunların yol açtığı ekolojik kayıplar…
Ancak sorunu ahlaki bir alana sıkıştırmakta elbette doğru değil. Hepimizin gündelik hayatında dahi deneyimlemeye başladığı sorunun temeli, Zirve’ye katılan üç bini aşkın iş insanı, iktidar sahipleri ve onların düşünsel elitlerinin oluşturduğu sermaye topluluğunun bir tür dışavurumudur. Sermayenin doğası doğaya yabancıdır. Doğa, sermaye için kâr amaçlı değişim değeri üretim deposudur. Yok edilebilen, talan edilebilen, mülk haline getirilmiş bir servet alanı. Sermayenin ve sermayeleşmiş insan ilişkilerinin doğaya yabancılaşması bugün kapitalizmin en önemli insanlık sorunudur.
Marx’ın 1844 el yazmalarında doğayı insanın bedeni olarak tanımlayışını hatırlayalım. Ona bağlı olan ama sürekli onu değiştiren çelişkili bir bağdır bu. Bu çelişkinin güzel bir ifadesini Engels’in Doğanın Diyalektiği’ndeki şu sözlerde bulmak mümkündür: “Doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız…” Bu iki büyük düşünür ısrarla insanlık tarihinin doğa tarihinden koparılamayacağını vurgulamaktadırlar. Alman ideolojisindeki o büyük tespiti hatırlayalım: “İnsan tarihe iki açıdan bakabilir ve tarihi insanlık tarihi ve doğa tarihi olarak bölebilir. Ancak, bu iki yan birbirinden ayrılmaz. İnsanlar var olduğu sürece, doğa tarihi ve insanlık tarihi karşılıklı olarak birbirini koşullayacaktır…”
Marx ve Engels’in bize anlattığı bu çelişik bağ, doğanın edilgen bir oluşum olmadığıdır. İnsanoğlu ancak onun kendi mantığı içinde onunla uyumlu bir ilişki kurabilir. Bu mantığı, bugün olduğu gibi, sermayenin mantığına dönüştürürse doğa kusar. Bugün öylesi bir süreçteyiz: Doğa sermaye toplumuna kusuyor… Trump gibi fütursuz biri bunu yok saysa da Zirve’nin konukları bu gerçeği yok sayamıyorlar. Ama yine de sermayenin ahlakı ve gerçekçiliği soruna kendi mantığıyla çözüm arıyor. Pratik açıdan çözümün iki bileşeni var: İlki, yok ettikleri ekosistemi ve çevresel tahribatı, bir tür kurtarma politikası olarak, yeni bir iş alanına dönüştürmek yani küresel ısınma ve kirlilikle mücadele başlığıyla yeni bir birikim süreci oluşturmak. İkincisi, kirliliği dünyanın bazı bölgelerine yığarak lokalize etmek. Bu ikilinin iyi bir örneğini AB komisyonu başkanı Ursula von der Leyen’nin ‘Yaşlı Avrupa’yı Kurtarma’ programı olarak açıkladığı çoğu uluslararası şirketlere dağıtılacak olan 100 milyar Euro tutarındaki fonda görmek mümkün. Program 2050 yılına kadar enerji tedarik, sanayi, ulaştırma ve tarımda yapılacak düzenlemelerle bu yaşlı kıtayı ‘karbon nötr’ bir kıta haline getirmeyi hedefliyor. Tabi şu soruyu sormak gerekiyor: Dünyanın öbür tarafına ne olacak?
Çözüm arayışının belki de “en samimi” yanıtlarından birini bir zamanlar Hazine sekreterliği, Ulusal Ekonomi Konseyi başkanlığı, Harvard Üniversitesi rektörlüğü yapmış olan Lawrence Summers’ın 1991’de Dünya Bankası’nın baş iktisatçılığı görevindeyken yayınladığı bir yazısında bulmak mümkün: Summers, toksit atıkların düşük ücretli ülkelere gönderilmesinin arkasındaki iktisadi mantığın kusursuz olduğunu vurgulayarak, Afrika’nın Los Angeles ile karşılaştırıldığında daha temiz olan havasının iktisadi anlamda etkisiz olduğunu vurguluyor ve Dünya Bankası’nın kirli atıkların az gelişmiş ülkelere aktarılmasını desteklemesi gerektiğini alaycı bir dille savunuyor.
Bu ‘büyük’ insanlar rastgele konuşmuyorlar. Nitekim, 1991 sonrasında küresel düzeyde hızla artan çöp ticareti Summers’ın bir beklentiyi değil, bir projeyi açıkladığını ortaya koyuyor: Research and Market grubunun bulguları küresel atık (çöp) yönetimi piyasasının büyüklüğünün 2017 yılında 324,78 milyar dolar düzeyinde olduğunu, bu miktarın 2026 yılında 643 milyar dolara ulaşacağı vurguluyor. Dünya Bankası verilerine göre her yıl yaklaşık olarak iki milyar ton atık üretimi yapılıyor. Atık üretiminin en yüksek olduğu ülkeler, beklenildiği gibi, başta ABD olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkeler. ABD’de her yıl kişi başına yaklaşık bir ton atık üretiliyor. 2018 verileri dikkate alındığında bu ülkede yalnızca plastik atıkların tutarının 25 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Küresel çöp üretiminin en önemli parçasını küresel şirketler gerçekleştiriyor. Statistica verilerine göre teknoloji devi Google sadece 2018 yılında 57,713 ton çöp üretimiyle başı çekiyor. Nike 4,891 ton (2017), P&G 655 bin ton (2019), Shell 1,4 bin ton (2018) çöp üretimiyle sıralamadaki yerlerini alıyorlar.
Merkez kapitalizmin bu çöpten dünyası, küresel çöp yönetimi piyasalarında devasa bir ticarete dönüşüyor. 2017 yılında dünya plastik çöp ithalatının 6,1 milyar dolar düzeyinde olduğu yine aynı tahminlerde yer alıyor. Çin, 1988 ve 2016 yılları arasında 168 milyon ton plastik çöp ithalatıyla bu çöp yığınına ev sahipliği yapan en önemli ülke oldu. Çin’in 2018 yılında çöp ithalatına getirdiği yasaklamayla beraber Endonezya, Malezya, Tayland, Vietnam ve Filipinler’in Güney Asya’nın çöp hangarlarındaki payları hızla büyüyerek 2017 yılında 10,76 milyar dolarlık bir pazara dönüştüğü biliniyor. Türkiye’de bu çöp pazarında hızla payını artıran ülkeler arasında yer alıyor. Greenpeace’in raporuna göre, Türkiye’nin plastik çöp ithalatı 2016 yılının başında aylık 4.000 tondan, 2018’in başında aylık 33.000 tona yükseldi. Türkiye’nin çöp pazarındaki en önemli payını Ursula von der Leyen’nin yaşlı Avrupası oluşturuyor. Türkiye 2018’de %31,5 ile AB’den en çok çöp alan ülke oldu. AKP iktidarının yeni AB projesi bu olmalı…
Çoğu merkez kapitalist ülkelerde üretilen ve çevre ekonomilerde çöp ekonomisine dönüşen bu bağlantının bir de adı var: ‘Toksik Kolonizasyon’. Kavram, neoliberalizmin sürecinde çevre ekonomilerde ortaya çıkan kamusal alandaki çöküşün, sendikasızlaşmanın, piyasalaşma ve metalaşmanın ve özellikle ticaret sistemindeki kuralsızlaşmaların yol açtığı kâr amaçlı çevresel tahribat, emek sömürüsü ve iktisadi bağımlılık ilişkisi için kullanılıyor. Yani neoliberal kapitalizmin yeni sömürgeci saldırıları yalnızca mal ticareti ve sermaye hareketleriyle sürmüyor, merkez ekonomilerin çöplerinin ve kirliliğinin çevreselleşmesiyle de yeni bir nitelik kazanıyor.
Elbette dünyayı korumak gerek. Bu kendini soldan, sosyalist gören herkesin yalnızca doğa bilincinin sorumluluğu olduğu için değil, aynı zamanda, Marx ve Engels’in açıkça belirttiği gibi tarih bilincinin de sorumluluğu olduğu için vazgeçilmezdir. İnsanın kendi varlık alanı olan doğayla yeni bir beraberlik kurabilmek için…
Gazete Duvar / 29.01.20