Salgın normalleşe dursun!.. Küresel kriz derinleşiyor… Finans kapitalin borç kalkanı salgınla birlikte hızla ağırlaşıyor ve kapitalizmin yakın dönemdeki Aşil topuğuna dönüşüyor. Bugünü kurtarmaya yönelik çabalar, yarının çok daha köklü yapısal krizinin tuğla taşlarını döşüyor. İktisadi olduğu kadar siyasal; siyasal olduğu kadar yönetimsel, ulusal ölçekli oldu olduğu kadar uluslararası çok boyutlu toplumsal bir kriz sarmalının içinden geçiyoruz. Sonuçlarının nasıl bir spektrumda yapılanacağını izleyen dönemde göreceğiz. Niyetim bu spektrumun erken bir yorumunu yapmak değil; bu aşamada, kapitalizmin gerçek bir hegemonya krizine sürüklendiği görüşünü paylaşmakla yetineceğim.¹
Niyetim, bu sürecin yarattığı küresel borç yönetimine ilişkin ABD, Çin ve Avrupa Birliğine ilişkin gözlemleri paylaşarak, izleyen dönemin hegemonya krizine ilişkin ip uçları sunmak. Yazıda bu mücadelenin çok önemli birçok bileşeni (örneğin Rusya) konu edinilmiyor. Elbette önemsiz oldukları için değil. Daha çok yakın dönemde yaptığım okumalar ve elbette yer ve zaman sorunları nedeniyle.
İlk gözlemimiz, salgınla birlikte küresel borç yığınının hızla arttığıdır: Küresel durgunluk zaten birikmiş olan borç stokunun yönetimini ek borçlanma ihtiyacı olarak açığa çıkarmıştır. Institute of International Finance’in verilerine göre 2019 yılında 255 trilyon dolar olan küresel borç stokunun, bu yıl mayıs ayına kadar 14 trilyon dolardan daha fazla artığı ve 2025 yılında 325 trilyon dolara çıkacağını tahmin etmektedir. Artışın en önemli payını ABD doları temelli kamu borçlanması oluşturmaktadır.
İkinci gözlemimiz, borç yığınında Çin ve ABD’nin rolü üzerinedir: Çin ekonomisi, 2007 yılından bu yana küresel borç yığınında, en büyük paya sahip ekonomidir.² Çin’in küresel borç yığınındaki payı yüzde 40’lar düzeyindedir. Çin hem borçlanan ve hem de kredi veren bir ekonomi olarak küresel kapitalizmin yalnızca üretim alanında değil finans alanında da güçlenen ekonomisidir. Çin’in toplam borç stoku yani hane halklarının, şirketlerin ve kamunun büyük ölçüde yuan üzerinden olan borçları 2019’un dördüncü çeyreğinde bürüt milli gelirinin yüzde 300 düzeyinden, 2020’nin ilk çeyreğinde yüzde 317’ye yükselmiştir. 2004 yılında küresel ekonomiye 875 milyar dolar kredi açtığı tahmin edilen Çin’in 2019 yılındaki banka ve ticaret kredileri 5,5 trilyon dolara ulaşmıştır. Bu toplam küresel milli gelirin yüzde 6’dan fazladır. Çin özellikle Asya (başta Pakistan) ve Afrika’daki (başta Angola ve Etiyopya) düşük gelirli ekonomilerin kamu borçlarının yaklaşık yüzde 11’ne sahiptir. 1 Nisan 2020’de G20’nin oluşturduğu Borç Servisi Erteleme İnisiyatifi‘nin, Çin’i bu ekonomilerin borçlarının yönetilmesi konusunda yükümlü kılmaya çalıştığını da ek bir bilgi olarak paylaşalım.
Çin’in dünyanın en büyük cari işlemler fazlası veren ekonomisi olduğunu da unutmayalım. 2019’da 422 milyar dolar fazla veren Çin ekonomisi, salgının ardından (2020 Şubat ayında) ticaret dengesinde bir açık yaşasa da Nisan ayında 45 milyar dolar fazla vermiştir. 2019 Nisan’ında bu miktarın 13 trilyon dolar olduğu düşünülürse, Çin ekonomisinin salgın koşullarında da ticaret alanını genişlettiği söylemek mümkündür. Üretim, ticaret (dolaşım) ve finans alanında giderek “derinleşen” Çin’in gelecek dönemde bugün olduğundan daha çok hegemonya çatışmasının merkezinde yer alacağı açık görünmektedir.
Üçüncü gözlemimiz, Almanya Anayasa Mahkemesinin 5 Mayıs 2020 tarihinde aldığı kararla ilişkilidir: Bu kararla, Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) Euro Bölgesi’ni istikrara kavuşturmak için toplu tahvil alımlarının kısmen Alman anayasasını ihlal ettiği hükme bağlanmıştır. Karar, Mart 2015 ile Aralık 2018 tarihleri arasında Avrupa Merkez Bankası tarafından alınan 2,7 milyar Euro değerindeki tahvil alımlarını kapsasa da, aslında Alman Merkez Bankasına hükümet ve parlamento izni olmadan, yani siyasi karar olmadan, para basılamayacağını söylemiş oldu ve böylelikle Avrupa Merkez bankasının “bağımsızlığı”, Avrupa Adalet Divanının yetki alanı tartışmaya açıldı.
Kararın yarattığı asıl endişe Avrupa para birliğinin geleceği ve birleşik Avrupa ütopyasının sonlanmaya dönüp dönmediği üzerine odaklanıyor. Bu kuşkunun yorumunu George Soros’un Peter Schmitz ile yaptığı söyleşide arayalım… Doksan yaşındaki bu güngörmüş kapitalist, ilk olarak yaşadığımız sürece ilişkin şu yorumu yapıyor:
“Bu hayatım boyunca gördüğüm en büyük kriz… devrimci bir dönemden geçmekte olduğumuzu düşünüyordum. Tam da böyle bir dönemde insanların tüm hayatlarını tamamen değiştiren ve oldukça farklı davranışlar gerektiren korona virüsü salgını geldi. Bu da medeniyetimizin geleceğini ciddi anlamda tehlikeye atıyor.” Soros’un devrimci dönüşümü “açık toplum” düşüyle sınırlı olsa da tespitine katılmamak mümkün değil. Elbette burjuvazinin tarihsel olarak devrimci rolünü çoktan tamamladığını unutmayarak…
Soros, Alman Anayasa Mahkemesinin kararı için ise şöyle diyor: “Ben bunu fazlasıyla ciddiye alıyorum. Birliğin geleceği açısından büyük bir risk taşıyor. Almanya, Avrupa Merkez Bankasının kararının kendi yasalarıyla çeliştiğini ilan etti… Polonya kısa zaman önce kendi yasalarının daha önemli olduğunu ilan etti. Macaristan’da ise Viktor Orban korona virüsü salgınından faydalanarak meclis vasıtasıyla kendini diktatör ilan ettirdi. Almanya’nın kararı AB’yi (tüm) bu gelişmelere direnmekten alıkoyarsa bu, AB’nin sonu olur.”
Alman Anayasa Mahkemesinin asıl itirazının bağımsız bir devletin otonomisini temsil eden senyoraj (para basma) hakkı üzerine temellendiği ve Avrupa Merkez Bankasının bu hakkı Alman halkının aleyhine sonuçlar yaratacak şekilde kullandığı görüşü üzerine temellendiğini unutmayalım. Krizin yoğunlaşmasıyla paranın ulusal kimliği tartışmalarını daha da güçlenmesiyle, Soros’un adı konmamış uyarısı, Euro’nun yani birleşik Avrupa sermayesi planının çökmesi muhtemeldir.
Dördüncü gözlemimizde, yorgun hegemonya Amerika’ya ilişkin, Greg Rosalsky’nin Nisan ve Mayıs 2020’de Planet Money’de yayınlanan iki yazısından yararlanarak durumu özetlemeye çalışacağım. İlk yazı “Fed neden Dünyanın her yeninde milyarlarca doları harcıyor?” başlığını taşıyor. Yazı, Fed’in oluşturduğu swap mekanizmalarıyla (swap line) dünyanın merkez bankası gibi davranıp, çok sayıda ekonomiye sanki krediye ihtiyaç duyan Amerikan bankaları gibi dolar pompaladığını vurgulanıyor ve bunun sınırı soruluyor. Cevabı Fed başkanı Jerome Powell veriyor: Washington istedikçe bir sınır yok… Yazarın belirttiği gibi “Amerika kimin ne zaman ne alacağına karar verir…” Nitekim, swap mekanizmasına Çin, Rusya, İran politik kural olarak giremiyor. “Müttefik” Türkiye ise Fed’in iktisadi kurallarınca bu yapıya dahil olamıyor ve olabilmesi hiç de mümkün görülmüyor. Türkiye gibi ülkelerin payına IMF, Dünya Bankası gibi “koşullu” krediler düşüyor…
Yazara göre ABD hükümeti tarihinin en büyük açıklarıyla karşılaşsa da küresel düzeyde dolara ve dolar temelli ABD hazine kağıtlarına talep sürüyor. Bu ise ABD’nin tüm harcamalarını (şimdilik) düşük faiz oranlarıyla finanse edebilmesini olanaklı kılıyor. Kenneth Rogoff’un ifadesiyle bu durum “kendi parasıyla borçlanan” ABD’de paniği engelliyor. Aslında Rogoff’un kendi paramızla borçlanabiliyoruz vurgusu, doların hegemonik para olma yani rezerv para olma rolünü tanımlıyor. Marksist teorinin soyutlama düzeyiyle doların metaların genel eş değeri olma rolü ve bu gücü düzenleme yetkisi ABD’nin dolar üzerinden küresel krize müdahale gücünü oluşturuyor. Başka bir deyişle dünyanın en fazla dış borca sahip ekonomisi küresel borç krizini yönetiyor!..
Greg Rosalsky, “Kriz güçlü şirketleri niçin daha güçlü yapabilir?” başlıklı ikinci yazısında Amerikan Şirket kapitalizmi ile Fed arasındaki bağın sonuçlarını öne çıkartıyor. Yazıda büyük şirketlere “trilyonlarca dolarlık” tahvil alımı sözü verdiği öne sürülüyor. Başka bir deyişle Donald Trump yönetimi Hazine ve Fed operasyonlarıyla ABD’nin sermaye devleti olma işlevini koruyup, güçlendiriyor. Değerleri düşmekte olan “trilyonlarca dolarlık” ABD şirket tahvili Fed’in “aktiflerinde” konsolide edilerek, Fed’e ticari banka işlevi yüklenmiş oluyor, ilginç olan bu. Son başvuru mercii (lender of last resort) Hazine ile birlikte bir tür batık yönetim fonuna dönüşüyor. Yazıda ayrıca küçük şirketlere yapılan yardımlarınsa ancak 650 milyar dolar seviyesine ulaşan ücret destekleriyle sınırlı kaldığı belirtiliyor. Bu sürecin doğal sonucu özellikle küçük işletmelerde yaşanacak olan yaygın iflaslar ve (yazarımız belirtmese de) ortaya çıkacak tekelleşme eğilimi olacağı açık. Nitekim, David Skeel’ın Brookings Institution yer alan “İflaslar ve Corona Virüs” adlı raporunda yaşanacak iflas dalgasının boyutlarının 2007-2009 Büyük Krizinden (32.000 iflas) çok daha fazla olacağı beklentisini bu görüşü destekliyor.
Brookings Institution’da yayınlanan 30 Nisan tarihli bir başka raporda ABD’nin hali hazırda 18 trilyon dolar olan kamu borcunun 3,5 trilyon doları hane halkları, şirketler ve devlete; 3 trilyon doları varlık yöneticilerine; 3 trilyon dolar Fed’e; 2 trilyon doları banka ve sigorta şirketlerine ve yaklaşık 7 trilyon doları (toplam kamu borcunun yüzde 40’ı) yurtdışına ait olduğu yer alıyor. 2019’da bürüt ulusal gelirin yüzde 102’si düzeyinden olan kamu borçlarının bu yılın sonunda yüzde 120’lere ulaşacağı raporun beklentileri arasında yer alıyor. Bu borç yapısı Trump’ın “trilyonlarca dolar” tahvil alımlarıyla ABD Hazine yönetiminin ve şirket-devlet yapısını yeni bir boyuta taşınacağı açık.
Bu gözlemleri uzatmak ve başka kaynaklarla desteklemek mümkün. Ama ortaya çıkan eğilimleri küresel kapitalizmin üç güç dengesi için şöyle yorumlamak mümkün görünüyor:
(i) Avrupa Birliğinin mutlak bir restorasyona tabi olacağı olası görünüyor. Bu restorasyonun alacağı biçimin (başta Almanya olmak üzere) devlet refleksine tabi olduğu kadar, sürecin kazanacağı biçimin Avrupa sermayesinin kendi içindeki ve uluslararası bağlarıyla şekilleneceğini öngörmek yanlış olmayacaktır;
(ii) küresel sistemin ve hegemonya mücadelesinin gelecek dönemki kodlarında Çin bugüne göre daha açık ve daha güçlü bir rol üstlenecektir. Çin, ABD hegemonyasının sistemik virüsüdür. ABD’nin Çin’i suçlama ve dışlama stratejisinin zaten mevcut olan hegemonya mücadelesini daha da keskinleştirerek besleme olasılığı mümkündür. Yeni dönemin olası gelişmelerinden biri parçalı güç dengelerinin oluşturduğu jeopolitik alt alanların daha da güçlenerek, kutuplaşmanın belirginleşmesi olabilir;
(iii) ABD’nin sermaye devlet işlevi bu süreçte “devlet-şirket” korporasyonunun kazandığı yeni yönetişim araçlarıyla güçlenmektedir. Trump’ın otoriter neoliberalizmi yeni dönemde çok daha belirgin bir karakter kazanacaktır. Kriz yönetimi bunun tüm izlerini taşımaktadır. Adımlar, bana göre Marksist anlamda egemen sınıf fraksiyonlarının (ABD çok uluslu şirketleri ve finans kuruluşları) doğrudan temsilcisi olan devlet formunun yapılanmasına doğrudur. Gelecek dönem her açıdan sınıf mücadelesinin keskinleşmesiyle sürecektir… Yapısal krizin niteliği bu mücadelenin kazanacağı özelliklerle şekillenecektir…
¹ Bulunduğumuz eşiğin güzel ve olgun bir yorumunu için sevgili Ahmet Öncü’nin İzmir EMO’nun düzenlediği söyleşide yaptığı konuşmayı izlemelerini salık veririm: https://www.youtube.com/watch?v=MXV6W3mjOFE&t=6140s
² Borç stoku dış borçla karıştırılmamalıdır. Burada dikkate alınan hane halkları, şirketler ve kamunun mali kesimde olmak üzere tüm borçlarıdır.
Gazete Duvar / 20.05.20