Türkiye ile Rusya arasında Moskova’da bir ateşkes mutabakatının imzalandığı Mart 2020’den bu yana geçen altı aylık sürede hiç görülmeyen bir şey oldu. Rus savaş uçakları aniden İdlib’i vurmaya başladı. Eş zamanlı olarak Suriye ordusu da cihatçı grupları, son altı ayın en yoğun bombardımanına tabi tuttu. Rus keşif uçakları eşliğinde bir gün içerisinde 300’ün üzerinde top ve füzeyle cihatçı mevzilerin vurulması, keza yarım yıl süren bir ateşkes sükûnetinden sonra Rusya’nın İdlib’i bombalamaya başlaması, yeni bir İdlib savaşının eli kulağında olduğuna işaret etti.
Rusya’dan bu İdlib hamlesinin zamanlaması da önemli. Türkiye’nin Libya ve doğu Akdeniz’deki sıkışmışlığına denk gelen bir zamanda oldu. Aslında İdlib bataklığında yaşanagelen en derin hezimetten sora tekrar bir İdlib savaşının ihtimali dahi Türkiye açısından büyük felaket demektir. Yaşanan o büyük hezimetin ardından bu ateşkes protokolünün nasıl imzalandığını hatırlayalım. Suriye ordusunun M5 yolunu cihatçılardan arındırma operasyonundaki hızlı ilerleyişi sonrasında Türkiye, ABD ve hatta NATO'nun silah kuşanıp peşi sıra geleceğini zannederek Suriye ordusuna karşı aleni bir savaş ilan etmişti. Suriye ordusuna, sanki Soçi sınırları AKP’nin Suriye’de hak ettiği coğrafi sınırmış gibi, Suriye ordusunun bu sınırların gerisine çekilmesini şart koştu ve savaş ilanı için süre verdi. Ancak savaş çağrılarına ne ABD, ne NATO ne de mülteci kartıyla bir çeşit hiza verilmek istenen AB yanıt verdi. Bu sırada İdlib bataklığında onlarca asker yaşamını yitirdi, öte yandan iç siyasete "perişan ettik" şeklinde propaganda edilen Suriye ordusunun hızla ilerleyişi devam etti. Yine tek başına kalan AKP rejimi, Rusya’ya “ikili zirve” çağrısı yaptı, ama olmadı. Sonra Astana muhatapları olarak üçlü zirve istedi, yine olmadı. Ve sonunda Rusya’nın “davetiyle” Moskova yolculuğuna razı olup, malum ateşkesi imzaladı. İçeriye “büyük zafer” olarak propaganda edilen bu ateşkesin özü şuydu; Savaş çağrılarının zirve yaptığı bir dönemde Erdoğan’ın Şubat sonuna kadar süre vererek çekilmesini istediği ve çekilmediği takdirde "omuz üstünde baş bırakmayacağız” dediği Suriye ordusu çekilmedi, aksine hedefteki M4 yolunun, bizzat AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir imzasıyla Suriye ordusuna verilmesi taahhüt edildi. AKP’nin Ateşkesle üstendiği yeni yükümlülük şu oldu: Suriye ordusu ilerlediği alanda kalacak, henüz ilerlemediği M4 yolu da bizzat AKP eliyle cihatçılardan temizlenerek Suriye ordusuna teslim edilecek, M4 ve M5 ticaret yolları da sivil geçişlere açılacak… Dahası, bunca sene içi içe ilişki kurulan ve ateşkesin kapsamı dışında tutulan HTŞ, Hürrasül Din, Türkistan İslam Partisi gibi uluslararası toplumun terör listesinde yer alan radikallerle yolların ayrılmasının yükümlülüğü üstlenildi. Bu örgütler ateşkesin ne muhatabı ne de kapsamındadır. Ama garantör olarak Türkiye'ye bunlarla ilgili görevler verildi. Türkiye’nin bu sorunu nasıl çözeceğine dair hiç kimsenin bir fikri yoktu, ama AKP bu yükümlülüğü 6 ay önce bir kez daha üstlenmiş oldu.
İdlib’de ateşkesin sağladığı sükûnetin ardından gelen Libya hamlesi
Asıl kritik soru şuydu; Rusya, İdlib’de adeta hezimet yaşayan AKP’ye, bu ateşkesle başka coğrafyaya yönelmesi için bir “sükûnet” fırsatı mı verdi? Evet!.. Ve bu fırsat Libya’da zühur etti… O hengamede “İdlib olmadı, Libya olsun” mantığıyla hareket edilen bir dış politikanın seyrini hatırlayalım; AKP’nin birden aklına Libya’daki İhvancı müttefikler geldi ve aniden “Mavi Vatan” davası önem kazanmaya başladı!... Sanki İdlib’de bir ay içinde 54 askerini kaybetmemiş gibi, Rusya’nın protokolüyle sağlanan sükûnetten istifade, İdlib ve kuzey Suriye’den Libya’ya cihatçı transferi başlattı. Bu vesileyle AKP, Libya’daki malum müdahaleyle “hatırı sayılır” bir askeri kazanım edindikten sonra kendini “dünyaya meydan okuyan” bir pozisyonda konumlandırdı. İdlib hezimetinden sonra bu konumlanış, AKP’ye bir hazine değerindeydi. Tam bu dönemde Rusya ile ortaklık, Libya’da ateşkes ve siyasi çözüm sürecinini “birlikte yönetme” hamlesinde kendini gösterdi. Ancak bu ortaklığın ürünü olan “ateşkes ve siyasi çözüm” süreci tıkandığında, Libya’daki karşı konumlanışlar daha da alenileşti. Özellikle AKP’nin Libya’yı resmi olarak bölecek biçimde Sirte-Cufta hattını “kırmızı çizgi” ilan etmesinden sonra, Rusya’nın Türkiye’nin Libya’daki genişlemesini sınırlandırmak istediği belirginleşmeye başladı. Bu günlerde gündeme gelen Rusya’nın İdlib hamlesinin de, Türkiye’nin Libya ve doğu Akdeniz’deki sıkışmışlığından istifade etme anlamına geldiği söylenebilir. Ya İdlib ya Libya pazarlığı söz konusu. Zira gözlemcilerin sürekli dile getirdikleri şey şudur; Rusya ile Türkiye arasında süren ikili menfaat anlayışında, iki tarafın beklentileri ve pozisyonları zıt yönde olsa da, İdlib’deki ateşkesin başlamasından bu yana, her iki taraf aynı anda 2 dosyayı (Suriye ve Libya dosyası) birlikte müzakere ettiler. Aslında pozisyonlar zıt ve dolayısıyla çıkarlar da ortak değil. Her şeyden önce Rusya Suriye’de Şam yönetimini destekliyor, Türkiye ise Şam’ın muhalifleri olan cihatçıları… Libya’da da Rusya doğudaki Tobruk Temsilciler Meclisi ve Halife Hafter’i desteklerken, Türkiye batıdaki İhvancı Uusal Mutabakat Hükümetini destekliyor. Rusya Hafter’e askeri destek sunarken Türkiye, Suriye’deki muhaliflerden UMH’ye paralı asker desteği sağlıyor… Bu zıt duruşlarla iki ülkenin iki dosyayı birlikte müzakere etmesi, eşit bir ortaklık ilişkisini ifade etmiyor. Aksine, bir tarafın diğer tarafa hiza vermesi anlamına geliyor. 2015’ten bu yana AKP’nin rasyonel temelden uzak ve salt hırslara dayanan dış politikasının Rusya tarafından “iyi” izlendiği biliniyor. Hırsın yönettiği politikanın AKP’yi sürüklediği her sıkışmışlık anında Rusya, sözde AKP’ye can simidi uzatır. Ama özünde “fayda müttefikliği” esastır ve buna göre elinde adeta bir “hiza verme” dosyası vardır.
Doğu Akdeniz’de AKP’nin payına yine bir “değerli yalnızlık” düşerken İdlib’in ısınması tesadüf mü?
AKP’nin dış politikada içine düştüğü her sıkışmışlık hali, bir öncekini aratır düzeyde seyrediyor. Libya’daki “meydan okuyan” pozisyonu giderek daralmaya başladı. Çünkü Libya’da artık çok sayıda bölgesel ve küresel aktörün müdahilliği söz konusu ve buna karşı Türkiye, Katar müttefikliği dışında tamamen yalnızlaştı. Ardından Oruç Reis gemisiyle gerilim doğu Akdeniz’e taşındı. Ama Yunanistan’la bir savaşın eşiğine gelecek kadar tırmandırılan gerilim, Türkiye’ye daha fazla yalnızlık getirdi ve geri adım attırdı. Bu geri adımın akabinde, geçtiğimiz günlerde AB dışişleri bakanları toplantısından, Libya'ya yönelik silah ambargosunu deldiği gerekçesiyle bir Türk şirkete yaptırım kararı çıktı. Samsun merkezli Avrasya Shipping şirketine ait 'Çirkin' adlı kargo gemisi, Mayıs ve Haziran aylarında Libya'ya silah taşımakla suçlandı. İşin ilginç yanı şu ki, BM Libya'ya yönelik silah ambargosu kararını 2011'de aldı, ancak ambargo ihlaliyle ilgili ilk kez bir yaptırım kararı verildi.. Ve bu ilk karardan Türkiye'ye yaptırım çıktı. İş bununla da sınırlı değil. Bu gelişmenin ardından, doğu Akdeniz’e kıyıdaş olan 7 ülkenin Türkiye’yi dışlayan ittifakı resmileşti. 20 ay önce Kahire’de kurulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu üyeleri, AB’nin yaptırım kararının ardından yine Kahire’de toplandılar ve bu birlikteliğin kuruluş tüzüğünü imzaladılar. Bu imza törenine ait fotoğraf karesinde –Suriye ve Lübnan’ı saymazsak- olmayan tek ülke Türkiye’dir. Bu “çok değerli” yalnızlığın yarattığı atmosferde Rusya’nın İdlib’i bombalamaya başlaması ve hemen ardından heyet göndererek Türkiye ile bir müzakere başlatması, elbette ki tesadüf değildir.
Şimdi esas soru şu: Rusya İdlib’deki ateşkesin süresini sonlandırdı mı? Gerçekte Rusya’nın Türkiye’ye bu ateşkes ile önemli bir fırsat verdiği görüşü hakimdir. Çünkü Suriye’de krizin başladığı 2011 yılından bu yana ilk kez bir ateşkes sürecinin ömrü bu kadar uzun oldu. Ve bu uzun süre içerisinde de Türkiye’nin yine hiçbir taahhüdünü yerine getirmediği, çünkü bu fırsatla savaş gerilimini başka coğrafyalara taşımakla meşgul olduğu görüldü. Şimdi belli ki Rusya, Türkiye’ye verdiği süreyi sonlandırmaya ve İdlib ya da Libya’da (belki de iki tarafta) bir tavizler/avantajlar dizisini müzakere etmeye hazırlanıyor.
Nitekim İdlib bombardımanının hemen ardından Rusya ve Türkiye’nin müzakere heyetleri Ankara’da bir araya geldiler. Bu müzakere turunun sonuçsuz kaldığı söylendi, bunun dışında başka bir açıklama yapılmadı. Ama Suriyeli muhalif kaynaklar, “sızdırılan bilgi” diyerek müzakerenin içeriğine dair detayları aktardılar. Buna göre Rusya ateşkesin bittiğini ilan etmiş, Türkiye’nin İdlib’deki varlığını azaltmasını istemiş. Özellikle Suriye ordusunun kuşatması altında kalan gözlem noktaları başta olmak üzere, M4 karayolunun güneyindeki askeri varlığını kuzeye çekmesini, Halep-Lazkiye yolunun ticarete açılmasını sağlamasını istemiş. Yani esasında AKP’ye, Mart’ta imzaladığı Moskova ateşkes anlaşmasının ek protokolündeki yükümlükleri yerine getirmenin zamanının geldiği hatırlatılmış. Şarkul Avsat yazarı İbrahim Hamidi’ye göre “Türk tarafı, Rusya’nın bu talepleri karşısında şaşırdılar. Buna karşın Ruslardan birtakım talepleri oldu, ama talep ettikleri şeylerde ısrarcı olacakları konusunda pek inandırıcı değiller.” Türkiye Rusya’dan İdlib’e karşı ne talep etti? Yazara göre, İdlib’deki istenilen alandan gözlem noktalarını söküp taşma ve ağır silahlarını tahliye etme talebine karşılık, Menbiç ve Tel Rıfat’ın Türkiye’nin kontrolüne devredilmesini istemiş. Ayrıca “Rus ordusunun Fırat'ın doğusundaki Kürt birliklerinin sınırdan uzaklaştırılması da dahil, sözlü anlaşmaların tümünün uygulanması gerektiğini hatırlatmış” Tabi ki Rusya bunları kabul etmemiş…
Rusya’nın Türkiye ile ortaklığı nereye kadar?
Şu anda Rusya Türkiye’ye İdlib’den doğru bir ihtar çekmiş gibi görünüyor, ancak asıl soru şu: Rusya çatışmanın kaçınılmaz olduğu anlayışıyla mı hareket edecek, yoksa yine Türkiye’ye taviz verecek mi, ya da İdlib sorununu çatışmasız çözebilecek mi? Öyleyse Türkiye’den ne kopacak? Suriye’den yerel kaynaklara göre “askeri çatışma kaçınılmaz olsa da, Rusya hala M4 konusunda Türkiye’ye barışçıl bir çözüm şansı veriyor.” Mideast Discourse’tan Steven Sahiounie’ye röportaj veren Izvestiya gazetesinden Ortadoğu uzmanı Rus yazar Andrey Ontikov'a göre, Rusya Türkiye ile ilişkilerinde “ödünlere dayalı” bir politika izliyor. Sahiounie’nin “Suriye'nin İdlib kentinde Rusya ve Türkiye işbirliği var. Anlaşmaya göre Lazkiye'den Halep'e M4 Karayolu üzerinde güvenli bir geçiş yolunun sağlanması gerekiyordu, ancak bu hiçbir zaman sağlanamadı. Bu başarısızlığın nedeni nedir ve bu Türkiye ile başarılabilir mi?” sorusuna Rus uzaman şöyle yanıt veriyor: “Gerçekten de sorunlar var. Ancak anayasa komitesinde olduğu gibi süreç durmuyor. İdlib'in teröristlerden nasıl yavaş yavaş kurtulduğunu görüyoruz. Bir yıl önce M4'te serbest dolaşımın prensipte tartışılacağını kim hayal edebilirdi? Yine de buradaki çalışma, ödünlere dayalı olsa da çok net olmalıdır. Sonuçta genellikle zıt olsa da Rusya ve Türkiye'nin kendi çıkarları var. Bu nedenle ortak bir zemin aramak gerekiyor. Diplomatik yöntemlerle hareket edilecek yerler var, kimi yerde zorlama olacaktır. Ama çalışma devam ediyor ve bunun tamamlanacağına inanıyorum.” Öyle anlaşılıyor ki, Rusya İdlib’de yine önce zoru gösterdi, sonra “bir şeyler koparma” diplomasisini yürütmeye yöneldi. Çünkü yine yerelden aktarılan bilgilere göre “önümüzdeki günlerde M4 karayolu üzerinde yeni bir Türk-Rus anlaşması yapılacak, Rus ve Türk kuvvetlerinin ‘hava ve kara ortak devriyesi’ yapılacak.”
Genelde Rusya’nın son aşamadaki Suriye politikası, “barışçıl, ama diplomatik üstünlüğü elde tutma” kurgusuna dayalıdır. Özellikle Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, “bazı bölgelerde hâlâ gerginlik olsa da Suriye’deki savaşın gerçekten bittiğini” söylemesinden de bu anlaşılıyor. Son aşamada Rusya’nın Suriye politikası gözlemlendiğinde şu görülür: Her ne kadar Şam yönetimi işgal ve terörü bitirmeye yönelik askeri çözümlere odaklansa da, Ruslara göre Şam’ın şu anki önceliği siyasi çözüm ve kalkınma projeleri olmalıdır. Özellikle geçtiğimiz haftalarda üst düzey bir Rus heyetinin Şam'da Devlet Başkanı Esad ile bir araya geldiğinde de ele alının konuların ve atılan adımların daha çok ekonomiyi kalkındırma ile yatırım projeleri odaklı olması dikkat çekti. Bu görüşmede muhtemelen işgal altındaki bölgelerin askeri çözümü ya konuşulmadı ya da Rusya, siyasi çözüm sürecinin yönetimi konusunda Şam’a güvence verdi. Dolayısıyla Fırat’ın doğusu da dahil olmak üzere İdlib sorununun tümüyle Rusların Türkiye ile yürüttüğü ilişkilere havale edildiği söylenebilir. Şu anda İdlib hamlesiyle Rusya’nın, “stratejik ortak” dediği Türkiye’den ne tür bir avantaj koparacağı merak ediliyor. Belki Türkiye’nin Libya’daki “kırmızı çizgisi” Sirte-Cufra hattına dair ABD’nin “uçuşa yasaklı bölge” önerisine karşı ortak bir hamle kurgulandı. Tam da “yeniden İdlib savaşının eli kulağında” denildiği bir dönemde, geçtiğimiz günlerde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Türkiye ile Rusya'nın Libya müzakerelerinin olumlu geçtiğini ve sona gelinmek üzere olduğunu” açıklaması tesadüf değildir.
AKP’nin İdlib belasından kurtulması mümkün mü?
İdlib’e karşı Libya dosyasında taraflar elde etmek istediklerine erişir mi erişmez mi bilinmez ama şu anda İdlib’deki gerilim hala kritikliğini sürdürüyor. Ve eğer Libya dosyasından Ruslara bir avantaj çıkmazsa, Türkiye’nin M4 yolunu boşaltması talebi geçerliliğini korumaya devam edecektir. Ve elbette ki Türkiye de ayak diremeye devam edecek. Çünkü kabul etmesi zor, ama seçenekleri de çeşitli değil..
Şarkul Avsat yazarına göre, Türkiye’nin Rusların İdlib’le ilgili taleplerine karşı ayak diremek için sebepleri var. Birincisi, ateşkese rağmen İdlib’e yoğun askeri sevkiyat gerçekleştirdiği için, bölgede askeri güç birikimine güveniyor. Çünkü “İdlib ve kırsalında TSK’nin 12.000'den fazla askeri, binlerce askeri aracı var. Bazıları daha çok askeri üslere benzeyen yaklaşık 60 gözlem noktası var. TSK gözetiminde eğitim gören binlerce militan da var. Ve sınırda içeri girmeye hazır yaklaşık 50 bin Türk askeri var.” Ancak daha önce ABD/ NATO’ya güvenilerek askeri seçeneğin denendiğini ve içine düşülen bataklığı gördük. Bu yüzden kimi gözlemcilere göre Türkiye’nin İdlib’deki yığınağına güvenerek tekrar bir çatışmaya girmeye gönüllü olduğu pek söylenemez. Ama ayak diremenin daha önemli sebebi var. O da şudur: Himaye edilen bütün cihatçı gruplar, Türkiye’nin bu çekilmeyi kabul etmeyeceğine güveniyorlar. Bu cihatçı gruplar, Türkiye’nin Ruslarla yürüttüğü müzakereler sayesinde kendilerinin İdlib’de hem kalıcı hem de güvende olduklarını düşünüyorlar ve Türkiye’nin kendilerini yüzüstü bırakmayacağına inanıyorlar. Bu güvenin Türkiye’ye bir sıkıntı yumağı olarak geri döneceği bellidir. Eğer Türkiye İdlib’deki varlığını azaltırsa, cihatçıların İdlib merkezine doğru bir kez daha sıkışmaları söz konusu olacak, ama cihatçılar bunu kolay kabul etmeyecekler. Kaldı ki, M4 yolunun güneyinde varlık sürdüren ve özellikle Suriye hükümetinin hedefindeki Lazkiye kuzey kırsalında kendileri için adeta “özerk” bir cihadistan kurduklarına inanan Türkistan İslam Partililer var. Bu grubun üyeleri, Suriye cihadına aileleriyle birlikte gelip, Türkiye sınırına yakın bu bölgeye yerleştiler. HTŞ’yi desteklemekle birlikte, İdlib’deki cihatçı gruplara pek dahil olmayı tercih etmedikleri biliniyor. Dolayısıyla eğer Rusya’nın talep ettiği tahliye gerçekleşirse, bu cihatçıların yönelecekleri tek yer muhtemelen Hatay olur. Keza Cebel Zaviye’deki cihatçı grupların M4’ün kuzeyine çekilmeyi kabul edip etmeyeceklerinin garantisi yok ve aynı tehlike bunlar için de geçerli… Yani İdlib belası ne kadar ötelense de bir yere gitmiyor ve Türkiye’nin yanı başındaki felaket olarak duruyor.
Artı Gerçek / 25.09.20