Türkiye, Suriye krizi boyunca milisleri örgütleme, eğitip donatma ve kullanma konusunda epey tecrübe edindi. Fırat Kalkanı’yla sahaya intikal ettiğinden beri Suriye Milli Ordusu adıyla birbiriyle sorunlu pek çok grubu kontrolü altına aldı. Ancak ne örgütler arası iç çatışmaları bitirebildi ne de hedeflediği düzenli orduyu kurabildi.
Astana, Soçi ve Moskova’da varılan mutabakatlarla terör örgütlerini elimine etme sorumluluğunu üstlenen Türkiye, Rusya’nın baskılarını savuşturmak ve İdlib’e yönelik operasyonları bertaraf etmek için silahlı grupları şekillendirmeye çalışıyor. Bu çerçevede BM’nin terör örgütleri listesindeki Heyet Tahrir El Şam’ın (HTŞ) dönüştürülmesi en önemli mesele. HTŞ’nin ismini değiştirmesi ya da kendini feshetmesi gibi seçenekler tartışıldı. Bir süreden beri de Türk istihbaratı Suriye Milli Ordusu, Ulusal Kurtuluş Cephesi ve HTŞ’in katılımıyla ortak askeri konsey kurulması için uğraşıyor.
Beri tarafta HTŞ İdlib’in hâkim gücü olarak kendini merkeze alan bir siyaset izliyor. Bu siyaset dört boyutta kendini gösteriyor: Birincisi Türkiye ile uyumlu olmaya özen gösteriyor. İkincisi İslamcı grupların yer aldığı Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni kendine çekmeye çalışıyor. Üçüncüsü “hedefi Suriye ile sınırlı yerel muhalif güç” imajı yaratmak istiyor. Dördüncüsü El Kaide çizgisindeki örgütleri baskılıyor, bunların kendi aralarında ortak operasyon odası kurmasını önlüyor. Böylece radikalleri bastıran güç görüntüsü yaratıyor.
Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtlarına katılan Suriye Milli Ordusu’ndaki bileşenler üzerinde kontrol mekanizmaları kurmak nispeten kolay. Bu grupları yağma, fidye, adam kaçırma, haraç gibi suçları işlemekten alıkoyan bir mekanizmadan bahsetmiyoruz. Kontrolden kasıt örgütlerin Türkiye’nin çıkarlarına göre güdülenebilmesi. Ancak HTŞ bir yana Türkiye’nin girişimiyle 2018’de oluşturulan Ulusal Kurtuluş Cephesi içindeki örgütleri koşulsuz Türk çıkarlarına bağlamak kolay değil. Her şeyden önce bu örgütler farklı düzeylerde ideolojik altyapıya sahip.
Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin bile neden yoğrulması zor bir yapı olduğunu 10 Ekim’den beri Ahrar El Şam’da yaşanan kavgalar sayesinde bir kez daha görüyoruz.
Türkiye ile işbirliğine önem veren Ahrar El Şam’ın siyasi lideri Cabir Ali Paşa ile HTŞ’ye yakın duran askeri kanat arasında başlayan gerilim örgütü bölünmenin eşiğine getirdi. HTŞ’nin desteğiyle Ali Paşa’nın yerine örgütün eski lideri Hasan Sufan’ı geçirmeye yönelik bir darbe planına dair spekülasyonlar kavgayı tetikledi. Ali Paşa 10 Ekim’de Sufan’a yakın olan sahil bölgesi komutanı Ebu Faris Dera’yı görevden aldı. Buna karşı gelen askeri kanat sorumlusu Ebu El Munzir’in başını çektiği komutanlar 20 Ekim’de örgütün cihat ve kurtarılmış bölgeleri savunma görevini sürdürebilmesi için Sufan’ı lider olarak görmek istediklerine dair bir muhtıra yayımladı. Ali Paşa da 23 Ekim’de Ebu el Munzir, yardımcıları ve diğer beş komutanı görevden aldı. Sufan’ın iki yıl öncesine kadar öfke kustuğu HTŞ lideri Ebu Muhammed El Colani ile yakınlaştığı söyleniyor. İki taraf 25 Ekim’de müzakere sürecine girdi ama Munzir, Ali Paşa’nın açığa alınması talebinden; Ali Paşa da Munzir’in görevden alınması kararından vazgeçmedi.
Bu kavga söz düellosuyla da sınırlı kalmadı. Asi kanat, HTŞ’nin yardımıyla önce Eriha ve El Fua’da, daha sonra Cebel Akrad’da Ahrar El Şam’ın karargâhlarını bastı. HTŞ de iki taraf arasındaki gerilimi düşürme bahanesiyle Eriha ve El Fua’ya askeri güç takviye etti.
Ulusal Kurtuluş Cephesi’ndeki en büyük güç olan Ahrar El Şam’ı bölen ve HTŞ’nin gücünü artıran bu tür bir kavga Ankara’nın çok hoşuna gidecek bir gelişme değil. Buna yol açtığı için Sufan da Ankara’nın “istenmeyenler” listesine girebilir. Ahrar El Şam, Feylak El Şam ile birlikte Türkiye’nin silahlı muhalefet içinde omurga muamelesi yaptığı örgüt. Temel beklenti müttefik örgütlerin bölünmesi değil zayıflatılmış ya da pragmatik tarafı öne çıkarılmış HTŞ’nin ortak askeri konseye çekilerek daha büyük bir güç yapısının oluşturulmasıydı. Ama iç çatışmalar genelde HTŞ’nin işine yarıyor.
Beri tarafta HTŞ’nin Türkiye’ye “Güvenliği ben sağlarım, buradaki tek muhatap benim” diyen esnek yaklaşımı Selefi cihadi kanatlardaki ayrışmaları da büyütüyor. Bu ayrışma hem HTŞ içindeki pragmatist ve radikal kanatlar arasında hem de HTŞ ile El Kaide çizgisindeki örgütler arasında görülüyor. HTŞ, Astana mutabakatlarına pragmatik yaklaşıldığı ve Türkiye’ye taviz verildiği gerekçesiyle kendisinden kopanların oluşturduğu Hurras El Din’in Ensar El Din, Tensikiyat El Cihad, Ensar El İslam ve Mukatilin El Ensar’la birlikte alternatif bir blok oluşturmasını tehlikeli buluyor. Haziranda Hurras El Din’in bu grupları Fesbutu Operasyon Odası altında toplaması çatışmaya yol açmıştı. HTŞ, Türkiye’nin istekleri doğrultusunda Hurras El Din mensuplarını bastırmakla suçlanıyor. Son olarak HTŞ 19 Ekim’de İdlib ve El Fua’da Hurras El Din ve diğer cihatçı gruplardan 25 kişiyi tutukladı.
11 Ekim’de de Harim yakınlarında HTŞ ile Selefi cihatçılar arasında çatışma çıktı. HTŞ, İslam Devleti ile bağlantılı 13 kişiyi öldürdüklerini söylerken yerel kaynaklar çatışmanın HTŞ ile Hurras El Din arasında olduğunu aktarmıştı.
Türkiye’nin de terör örgütleri listesinde olan HTŞ bu şekilde rakip radikalleri bastırarak makul muhatap olduğunu göstermeye çalışıyor. Ancak Türkiye ile iş birliği Selefi cihatçılar arasındaki meşruiyet tartışmalarını da körüklüyor. Cihatçıların önemli ideologlarından Ebu Muhammed El Makdisi 19 Ekim’de HTŞ’yi “Türk istihbaratının kuyruğu” olarak niteleyip bu örgüte katılmanın ve iş birliği yapmanın şeriata göre meşru olmadığı fetvasını verdi.
Türkiye de HTŞ’nin dönüşme eğilimine ve pragmatist kanadın arz ettiği işbirliği potansiyele değer atfediyor. Sahada zaten askerler ve istihbarat üzerinden iletişim ve koordinasyon söz konusu.
Listelenmiş terör örgütlerine karşı seçici davranma eğilimi Amerikan güçlerinde de var. Bölgedeki Amerikan güçleri sıklıkla El Kaide bağlantılı örgütleri insansız uçaklarla vururken HTŞ’ye dokunmuyor. ABD 22 Ekim’de Salkin’e bağlı Cakara köyünde 11’i komutan 17 cihatçıyı öldürdü. Saldırı sırasında HTŞ’den ayrılan liderler, Hurras El Din liderleriyle akşam yemeği yiyordu.
15 Ekim’de yine bir Amerikan saldırısında Hurras El Din’in yetkililerinden Ebu Zer El Mısri ve Ebu Yusuf El Mağribi ölmüştü. 14 Eylül’de İdlib’de bir otomobil vurulmuş, iki kişi ölmüştü. 13 Ağustos’ta Sarmada’da yabancı cihatçılardan Ebu Yahya Özbeki öldürülmüştü.
Önce Türk gözlem noktalarına, daha sonra 5 Mart Moskova Mutabakatı çerçevesinde M-4 otoyolunun açılmasına izin verilmesi bu radikal kümelenmede itici faktör oldu. Yabancı savaşçıların etkili olduğu radikaller M-4 güzergâhının batı tarafında, özellikle Cisr El Şuğur ve Lazkiye kırsalında yoğunlar.
HTŞ Ekim 2017’de gözlem noktaları kurmak için bölgeye giren Türk askerlerine eşlik ederek Türkiye’nin askeri-istihbari koordinasyon ağına girmişti. Bu ortaklık HTŞ’nin elimine edilecek örgütlerin dışında tutulacağı algısına yol açtı. Esasen HTŞ bir kenara Türkiye El Kaide çizgisindeki örgütlere karşı da düşmanca bir pozisyon almış değil. Yani Türkiye Rusya’ya verdiği sözlere rağmen hasım edinmek istemiyor. HTŞ’nin Türk-Rus mutabakatlarına direnen radikalleri temizlemesi, Ankara’nın kendi hesabına yazdığı bir sonuç gibi duruyor.
Özetle, belli ölçülerde kullanışlı ama yönetilmesi zor bir örgüt karmaşası sürüyor. Türkiye’ye bağlılığını gösterenler yeterince kriminal; Türkiye ile uyumlu İslamcılar kendi aralarında çatışmacı; terör listesinde ama “makbul örgüt” muamelesi yapılanlar ise pragmatik tarafıyla işbirlikçi ama bir noktadan sonra El Kaide’den farksız. El Kaide’ye bağlı örgütlere henüz sıra gelmedi. Şimdilik onlar için “Bırakalım ABD vursun, HTŞ halletsin” diyen bir mantık yürürlükte.
Al Monitor / 27.10.20