Geçtiğimiz haftanın “nahoş” gelişmelerinden biri önde gelen uluslararası kredilendirme kuruluşlarından Moody’s’in Türkiye’nin kredi notunu düşürmesi oldu. Ekonominin tam da “uçuşa” geçtiği bir dönemde Moody’s’ in bu açıklaması yedi düvelle savaşan iktidar açısından hiç de hoş olmadı.
Elbette Moody’s ve benzeri kuruluşları tarafsız, objektif kurumlar gibi değerlendirmiyorum. Karneleri çok kirli; 2001 Enron iflası, 2002 WorldCom skandalı, konut balonu ve Lehman Brothers iflası, bu kurumların güvenilirliği hakkındaki kuşkuyu haklı çıkardı. Zamane Keynesyeni Paul Krugman bu kurumların yarattığı “sistemik çöküntü” hakkında (ahlaki tehlike, asimetrik enformasyon gibi kavram setleri eşliğinde) sayfalar dolusu yazdı.
Bugün dünyada 150’ye yakın küresel ve yerel düzeyde kredi derecelendirme şirketi bulunuyor. Ama Moody’s, Standard&Poor’s ve Fitch’in oluşturduğu üçlü, finans sermayenin hâkim ve yönlendirici kredilendirme kuruluşları olarak işlev görüyorlar. Üçlünün küresel piyasalardaki payları Moody’s ve S&P’nin yüzde 40 ve Fitch’in yüzde 15 olarak dağılıyor. Gelirlerinin önemli bir kısmını ABD ve merkez ekonomilerdeki faaliyetleri oluştursa da 1990’lı yıllarda başlayan küresel finansallaşma süreciyle çevre ekonomilerdeki kamu borç tahvilleri de üçlü için giderek önemli bir portföy oluşturuyor.
Üçlü arasında sadece Moody’s holding içinde bir iştirak değil de bağımsız bir şirket konumunda ve verilerine ulaşılabiliniyor. Küresel düzeydeki büyüklüğünü anlamak için gelirlerine ve çalıştırdığı kişi sayısına bakmak yeterli. 2008 yılında (küresel finansal kriz) toplam geliri 1,8 milyar dolar ve çalışan sayısı 3 bin 900 kişi olan şirketin büyüklüğü 2019 yılında 11 bin kişilik bir çalışan ordusu ve 4,8 milyar dolarlık geliriyle neredeyse üçe katlanmış durumda.
Üçlünün tarihi 20’nci yüzyılın başına, ABD’deki borsacılık sisteminin gelişimine uzanıyor. Başlangıçta borsa yatırımcılarına ücret karşılığı bilgi satan şirketler olarak işlev gören üçlü zamanla ABD finansal sisteminin organik parçası haline dönüşüyor. Öykü uzun ama zaman içinde ABD Menkul Kıymet ve Takas Komitesi’nin yaptığı düzenlemelerle “ulusal olarak kabul gören istatistiksel derecelendirme organizasyonları” olarak ayrıcalıklı haklara sahip olduklarını belirtmek, bu yapılar ile ABD devleti ve finans sermaye arasındaki bağı anlamamız açısında yeterli olacaktır.
Bu kurumların yapılarındaki en önemli dönüşümlerden biri “hizmet-gelir” modellerinde 1970’lerin sonunda yaygınlaşmaya başlayan “tahvil çıkaran öder” (issuer pay) modeline geçişle başlıyor. Böylelikle bağımsız denetleme kurumları olarak kabul edilen üçlünün ücret karşılığı kurduğu ilişkinin yarattığı “ahlaki tehlikeye” de zemin hazırlanmış olduğu açık. Yani spekülasyon eğilimini düzenleyeceği beklenen bu kurumların bizatihi yaşanan krizlerin bir parçası olabildikleri artık biliniyor. Ama oyunun kuralı bu, finans sermaye spekülasyonla beslenir…
New York Times yazarı (üç kez Pulitzer Ödülü kazanan) Thomas L. Friedman’ın 1996’da PBS New Hour’da yaptığı konuşmasındaki tespitine kulak verelim. Friedman şöyle söylüyor: “Bugün dünyada iki süper güç var. Birleşik Devletler ve Moody’s. Birleşik Devletler sizi bombayla, Moody’s ise tahvillerinizin fiyatını düşürerek mahvedebilir. Ve inanın bana bazen hangisinin daha güçlü olduğu belli değildir.”
Ne kadar açık değil mi? Fiili şiddet ve finansal şiddet kapitalizmin iki önemli silahıdır ve emperyalizm ancak bu silahların varlığında dünya halkları üzerinde tahakkümünü kurabilmektedir.
Üçlünün 1982 Latin Amerika borç krizini izleyerek IMF’nin bir tür tamamlayıcı işlevini yürüttüğü biliniyor. Bu işlevi özellikle 1990’lı yıllarda küresel düzeyde yaygınlaşmaya başlayan finansallaşma döneminde çok daha belirgin hale geliyor. Türkiye’nin üçlü ile macerası 1992 yılına uzanıyor. Türkiye’nin uluslararası sermaye hareketlerine açıldığı yıllar; Süleyman Demirel başbakan, Tansu Çiller ekonomiden sorumlu bakan. 1994 yılında Fitch’in de eklenmesiyle üçlü tamamlanıyor.
S&P ve Moody’s tarafından 1992 yılında Türkiye’ye verilen ilk not (belki de bir başlangıç primi olarak) “yatırım yapılabilirlik” derecesi olan Ba3. Üçlü ile ilk “nahoş” deneyim Ocak ve Haziran 1994’de art arda Moody’s ve S&P’nin Türkiye’nin kredi notunu düşürmeleri ile yaşandı. Bu kararların 19 Ocak 1994’te yaşanan para krizini tetiklediği kabul edilir ve sonucu 27 Ocak 1994’de TL’nin yüzde 13,6 oranında devalüe edilmesi ve ardından gelen 5 Nisan kararlarıdır. Henüz ortalıkta “hoop size ne oluyor” diyecek bir devletlu yoktur… Çiller başbakan, Karayalçın ise yardımcısıdır. Ne de olsa biri “hanımefendi”, diğeri ise “beyefendidir”…
Bu dönemde Türkiye’deki finansallaşma sürecinin yoğun iç borçlanma ile sürdüğünü biliyoruz. Bir fikir versin diye yazıyorum. 1990 yılı toplam (bono ve tahvil ihracından oluşan) iç borç stoku 57 milyar 180 milyon TL (henüz altı sıfırı atılmamış TL cinsinden), 2000 yılına gelindiğinde bu stok 637 kat artarak 36 katrilyon 420 milyar 620 milyon TL’ye ulaşıyor. Doğal olarak üçlünün bu döneme ilişkin temel ilgisi de Türkiye’nin kamu borçlanma performansının sürekliliği üzerine yoğunlaşıyor. İnternet ortamında erişebildiğim kadarıyla üçlünün döneme ilişkin değerlendirmelerini okudum. Raporlar kırılganlık ölçütü olarak hiç bitmeyen (ama henüz başlangıç sayılabilecek olan) neoliberal reçeteyi tekrarlıyor: Özelleştirmeler, emeklilik sistemi, kamu yönetim reformu, vs… Bu sürecin 1999 IMF stand-by anlaşması, onu izleyen 2000 Kasım ve 2002 Şubat krizleri, Kasım 2002 seçimleri ve nihayet AKP ile tamamlandığını biliyoruz.
Dönem içinde üçlünün Türkiye not karnesinde çok büyük korelasyon olduğunu söyleyeyim. Bu nedenle birini izlediğinizde diğerleri hakkında da bilgi sahibi oluyorsunuz. Moody’s not cetvelinde zaman içinde şöyle bir eğilim ortaya çıkıyor:
(i) Mart 1997-Şubat 2005: Spekülatif/Yüksek Kur Riski Dönemi (B1);
(ii) Kasım 2005-Haziran 2013: Spekülasyon Eğilimi/Kur Riski Olasılığı (Ba 1/2/3);
(iii) Mayıs 2013-Haziran 2016: Yatırım Yapılabilir Ülke (Baa3);
(iv) Eylül 2016-Ağustos 2018: Spekülasyon Eğilimi/Kur Riski Olasılığı (Ba 1/2/3).
Aslında üçlü ile sorun Ağustos 2016’da kur riski olasılığının güçlendiğini ilan etmesiyle başlıyor. Hatırlayalım dönemin başkanı Erdoğan duruma fena halde bozulmuş ve “Bunların cebine 3-5 kuruş ekstra para koy, istediğin notu al. Bunlar böyle çalışıyor” demişti. Zamanın başbakanı bu şirketlerin asıl sorumluluklarının küresel finans kapitale olduğunu düşünememiş olmalı…
O dönemde Türkiye’nin bu kurumlara para ödeyip ödemediği tartışılır olmuş, dönemin ekonomiden sorumlu bakan yardımcısı Mehmet Şimşek, Hazine’nin döviz cinsinden tahvil ihracında en az iki kredi derecelendirme kurumu tarafından kredi notu almasının zorunlu olduğunu, Türkiye’nin Moody’s ve Fitch ile anlaşması bulunduğunu ancak bu kurumlara ödenen ücretin sözleşme gereği açıklanamayacağını bildirmişti. Döviz cinsinden tahvil ihracı bir iktisat “gurusu” sayılabilecek olan Berat Albayrak’a “nasip” oldu. İşte burası çoook önemli…
Türkiye ekonomisindeki kriz eğilimi arttıkça üçlünün de değerlendirmesi nahoşlaştı ve değerlendirmeleri spekülasyon ve kriz eğiliminin “güçlendiği” yönünde kademe kademe sertleşti. Bugün gelindiği aşamada son noktayı 11 Eylül’de yayınlanan Moody’s’in spekülasyon ve kur riskinin “çok yoğunlaştığı” durumu temsil eden B2 notu koydu. Bunun ardından gelen “C grubu” değerlendirme ve deyim yerindeyse “düşmüşler” ligini temsil ediyor.
Moody’s aslında ekonomideki inişin sert olabileceği konusunda küresel sermayeyi uyarıyor. Değerlendirmesinin merkezinde Türkiye’nin borç yönetme kapasitesi ve dış finansman ihtiyacı bulunuyor. Kendi gerçeklik alanından hareketle ortaya çıkan kötümser beklentileri sıralıyor ve puanlıyor: 2020 yılında ekonomi yüzde 5 küçülecek; küçülme ödeme kapasitesini daraltarak başta bankacılık kesimi olmak üzere ekonomideki yükümlülükleri ve kısa vadeli döviz ihtiyacını artıracak; bu eğilim TL’nin değer kaybını daha da tetikleyerek kur riskini artıracak… Moody’s bu gerçekliği, Merkez Bankası rezervlerindeki erimeyi de dikkate alarak Türkiye’nin muhtemel bir borç kriziyle karşı karşıya olduğu şeklinde yorumluyor.
Bu tür kurumların Türkiye ekonomisine ilişkin verilere bizlerden daha kolay ulaştıklarını düşünmüşümdür hep. Yine de Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın Mayıs-Aralık 2020 dış borç ödeme servisi verilerine bakılacak olunursa Türkiye’nin bu yıl için ödemesi gereken 51 milyar 664 bin dolarlık (34 milyar 941 bin doları özel sektöre ait olan) bir yükümlülüğü var; buna bir de 136 milyar 854 milyon iç borç anapara ve faiz ödemeleri de eklendiğinde (yaklaşık 18 milyar dolar) Moody’s’in kuşkularına hak vermemek elde değil.
Bu kurumların değerlendirmeleri salt ekonomi alanıyla sınırlı kalmıyor. Ülke riskleri de bir tür “yönetişim” kriterleri olarak değerlendirmedeki yerlerini alıyor ve kurumsal kapasiteler, siyasal ortam vs., risk faktörleri olarak analize dahil ediliyorlar. Nitekim Moody’s de Doğu Akdeniz gerilimini, ABD ve Avrupa Birliği’yle bozulan ilişkileri Türkiye’deki iktisadi krizi tetikleyici birer jeopolitik risk olarak değerlendiriyor.
Böyle bakıldığında iktidarın “sizin derdiniz nedir” diye sorması haklı olabilir. Ancak oyunun kuralı bu, ne mali sermaye ne de mali sermayenin değerlendirme kurumları, küresel iktidar oluşumundan bağımsız davranmıyorlar.
Moody’s elbette bu sürecin Türkiye’de yarattığı tahribatla ilgilenmiyor. İşsizlik, gelir dağılımı ve ülkede giderek artan yoksullaşma ile bir ilgisi yok. İktidar ekonomi alanında da yanılsamalarla yoluna devam ededursun, ülke tarihinin belki de en zor iktisadi koşullarıyla karşı karşıya. Görülmemiş bir borç yığını, giderek yoğunlaşan durgunluk eğilimi, enflasyon ve elbette kitlesel işsizlik.
Bu soruların yanıtlarını da emekçi sınıfların aydınları veriyor. DİSK-AR’ın “Emeğe Karşı Sermaye Darbesi: 40 Yıldır 12 Eylül” broşürü ve “İşsizlik ve İstihdam Görünüm Raporu” bunlardan biri. Rapor ülkenin yüzde 28,9’unun işsiz olduğunu, Covid-19 salgınıyla işsiz sayısının 4 milyon 69 bin artarak 14 milyon 263 bine yükseldiğini ortaya koyuyor. Geçmişte uzunca bu konuları çalışan biri olarak bu verilerin hiç de abartılı olmadığını söylemek isterim. İnsanın sorası geliyor: Hal böyleyse Türkiye’de kim ya da kimler uçuyor?
Yanılsamalar kurmak, gerçeği algıya dönüştürmek ve yönetmek tüm totaliter rejimlerin ortak özelliklerinden biri olmalı. Hannah Arendt’in kitle toplumu kavramı geliyor aklıma. Yanılsamalar güruh haline gelen toplumun yönetim dilidir; insanın bilfiil tanık olduğu gerçeğe yabancılaşması, gerçeği yadsımasıdır. Ülkenin “uçtuğunu” söyleyenlere inanan kitlelerin hali tam da böyle olsa gerek. Ancak unutmamalı yoğunlaşan kriz yanılsamaların da krizidir, karar anıdır…
Peki şimdi ne olacak? Hiç bitmeyen “yeni” ekonomik programlara bir yenisi daha eklenip içi boş “reform” programlarıyla mı yola devam edilecek? Hiç sanmam. Thomas L. Friedman’ın uyarısını unutmamak lazım. Moody’s’in kredi notu bazen bombadan da tahripkâr olabilir…
Gazete Duvar / 17.09.20