Dünya tarihinde diğer yıllardan farklı bir gerçek nedeniyle, zor günlerin, ayların yaşandığı 2020’nin sonuna geliyoruz. Yeni yıla doğru girerken hesaplaşmalardan biri de takvime duyulan öfke. Bu yıl yaşanan ölümler, hastalık ve adaletsizliğin kör gözlere parmak sokarcasına su yüzüne çıkmasına bir müsebbip gerekiyor: Tanrılar değilse de insanlar kurban istiyor. İşte her yıl olduğu gibi bu yılın kurbanı da takvim, basit anlatımla yılın kendisi, 2020. Sanırım 2020 bir kukla olsaydı, çoğunluk tekmeyi basmak için sıraya girerdi. Oysa yaşanılanların takvimle alakası olmadığını biliyoruz, yaşadığımızın sistemin sıradanlığı olduğunu biliyoruz, akıl bilse de gönül el vermiyor bir nevi. 2020’nin takvimden olmasının ötesinde bize bu yıl bıraktıklarına bakalım.
Göz görmez kulak duymaz 14 gün içinde kapınızı çalar: Korona virüsü
2019’dan 2020’ye kalan en önemli bakiye bir virüs oldu. Sars ailesinden olduğu rivayet edilen bu virüsün önce varlığı inkar edilmiş, “yok artık siz de, grip yahu” denerek küçümsenmişti. Bu serzenişteki tek doğruysa virüsün belirtilerinin gribi andırmasıydı. Mızrağın çuvala sığmamasını sağlayansa rejimin baskısı ve tehditlerini insanlık için göz alan birkaç sağlık çalışanı ve virüsü Çin’den dünyaya duyuran gazetecilerdi. İşte bu gazetecilerden Zhang Zhan, “halkı kışkırtıp huzursuzluğa neden olmak” suçundan 4 yıl hapse mahkum edildi. Oysa tıpkı ülkemizdeki pek çok gazeteci gibi Zhang halkın doğru haber alma, haber alma hakkını savunmuş, bunun gereğini yapmıştı. Bu yıl da Çin ve Türkiye başta olmak üzere toplum yararına, toplumun haber alma hakkını savunan yüzlerce gazeteci, işinden, özgürlüğünden oldu.
Gazeteciler gibi işlerini yaptıkları için bedel ödeyen bir diğer grup, sağlık çalışanlarıydı. Türkiye’de virüs nedeniyle yaşamını yitiren sağlık çalışanı 300 üzerinde, dünyada bu sayı on binlere çıktı. Yani binlerce sağlık çalışanı bizler yaşama tutulanım diye 2021’i göremeyecek.
Yaydan fırlayan ok gibi yayılan virüs kısa sürede dünyayı sardı. Geride resmi kayıtlara göre 1 milyondan fazla ölüm ve milyonlarca hasta bıraktı. Hepimizin poşet yıkadığı, limon kolonyası ile duş aldığı salgın, hayatlarımızın kontrolünün ne kadar elimizde olduğunu da olmadığını da gösterdi.
Yok mu bunun bir çaresi: Aşı çalışmaları
Virüsün her ülkede can almaya başlaması, bilindik tedavilerin yaraya derman olmaması, bilim insanlarına “hücum borusu” oldu. Üretilmesi en az beş yıl alan aşı gerçeğine karşın virüse çare olmak için bilim insanları laboratuvarlara kapandı.
Bilimi küresel rekabette hanesine yazılacak bir artı puan olarak gören Putin’inden Trump’ına liderler “aşıyı önce biz bulduk”, “asıl biz bulduk, bizimki daha etkili” tadında entelektüel(!) diyaloglara girişti. Nihayetinde şu ana kadar 5 firma aşı bulduğunu duyurdu. Elbette bilim insanlarının adları değil, firma adları ve devletlerin tuhaf rekabetini öğrendik.
Küresel rekabet ve pazara hizmet etmeyen bilimin uzun süredir, sahnenin kıyısına itildiği, bilimin varlığının bu iki unsura indiği sır değildi, korona virüsüyle beraber yeniden gözümüze sokuldu.
Yaşama hakkı ve aşı stoklayanlar
Sağlıkla para arasındaki ilişki bu yıl daha görünür oldu. Güvencesi olmayanların, yoksulların, mavi yakalı işlerde çalışanların, göçmenlerin virüse daha kolay yakalandığı ve öldüğü görüldü. Yani var olan sağlık sisteminin metalaşmasının, korona virüsüyle bazı yaşamlar pahasına sürdüğü yeniden görüldü.
Aşının bulunması sevinci yerini kısa sürede, kasası dolu ülkelerin nüfuslarının çok üstünde aşı stoku yaptığının açığa çıkmasıyla sorgulamaya bıraktı. Kapitalizme dair çok tanım yapılabilir. Ancak bunlardan birinin ihtiyacından fazlasına göz koyma olduğu, ileride bunu daha yüksek ücretten satma beklentisinin temel saik olduğu biliniyor, tabii arka planındaki sömürüyle beraber. Dünya bu pratiği bu sefer aşıda gördü.
Yaşama hakkı kutsal, bu konuda herkes hemfikir. Ancak yaşama ket vuran bir sağlık sorununda tedavi, ilaç ve aşıya ulaşmanın da bir insan hakkı olduğu iddia edildiğinde kaşlar çatılır. O kadar da değil, denir. Binlerce aşı tartışması içinde, aşının herkese ücretsiz sağlanmasının temel bir insan hakkı olduğunu birkaç kişi dışında gündeme taşıyan olmadı. Hal böyle olunca 2021’e bakiyemiz yine yoksul ülkelerin aşıya erişemediği, tedaviye ulaşamadığı oldu. Tıpkı, dünyada milyonlarca ton ekmek çöpe atılırken, kıtlığın ölme sebebi olduğu coğrafyaların varlığı gibi. Oysa başka türlü olabilirdi, olabilir.
Define avcıları ve gölgesi olmayanlar
2020 dünyadaki ekonomi ve sosyal adaletsizliğin keskinleşmesinin yılıydı. Küresel olarak bilinen 10 milyarderin salgında servetlerini 400 milyar dolar arttırdığı ortaya çıktı. Merkez Bankası’nda rezervi biten, gerçek enflasyonun yüzde 20’nin üstünde olduğu, her dörtten gençten birinin işsiz olduğu Türkiye’de de milyonerlerin serveti arttı. Ülkemizdeki milyoner sayısı Eylül 2020’ye kadar olan sürede 76 bin 123 kişi artarak 301 bin 564’e yükseldi. Milyonerlerin toplam mevduatı 1 trilyon 958 milyar 817 milyon lira. Yani milyoner başına düşen ortalama mevduat 6 milyon 496 bin lira. Sadece pandemi döneminde artan servet hesaplandığında Rusya’nın neredeyse gayrisafi yurtiçi hasılası olacak çapta bir paranın zenginlerin hesaplarında biriktiği görüldü. Yani define avcıları aslında defineyi bulmuş, sistemi çözmüştü.
Öte yandan Dünya Bankası, IMF gibi sistemin içinden yorum yapan kuruluşlar bile gerçeğin üstünün örtülemeyeceği bir noktaya geldi. İki kuruluşun tahminlerine göre, 2020’de salgının da etkisiyle 100 ile 300 milyon arasında insanın yoksulluğa (günlük gelinin 1.9 doların altına inmesi), halihazırda yoksul olanlarınsa aşırı yoksulluğa düşeceği ifade edildi. Günlük harcamaların yanında, sağlık hakkı, enerjiye erişim hakkı gibi unsurlar eklendiğinde dünyada en az 700 milyon insanın yoksullaşacağı tahmin ediliyor.
Öte yandan Türkiye’de nereye baktığı, hangi veriyi dikkate aldığı meçhul olan bir bakan “ülkemizde yoksulun kalmadığını” müjdeledi. Bakanın cümlesi çok doğru, sermeyesi, iktidarla ilişkisiyle semiren bazı aile ve isimler hariç, ülkemizde yoksul kalmadı, çünkü yoksulluğun ötesinde açlık durumuna düştük.
Asgari ücretle çalışan işçilere/çalışanlara üç özgürlük verildi: Birincisi, 'salgına rağmen işe geleceksiniz' özgürlüğü. Nitekim aynı özgürlük havariliği “aman ekonomiye bir şey olmasın” denerek vaka sayısının 50 binlere çıkmasına neden olacaktı.
İkincisi, neredeyse tüm dünyada 14 gün olarak uygulanan karantina süresinin, işverenlerin talebiyle bir haftaya indirilmesi özgürlüğü. Demek ki 14 gün karantinada kalmak için de hesap bakiyenizin milyonla ölçülmesi gerekiyor.
Bu kadar özgürlük yetmez tabii, madem öyle bundan sonra asgari ücret alanlar dahil (buna bazı cingöz üniversiteler de eklendi) kısa çalışma ödeneği alınacağına hükmedildi. Adı üstünde kısa çalışma ödeneği, ama bir dakika elbette kısa mısa çalışmayacaksınız. Bu çalışanlar da pek naif, kısa çalışma deyince demek daha az çalışacağız anladılar. “Hem aynı mesaiyi yapacaksınız hem de bin 765,80 liraya geçineceksiniz”. Ayrıca fazla ortada dolanmayın, yoksulluğunuz belli olmasın, sonuçta ülkemizde yoksul yok. Evinizde, eviniz yoksa, polisin görmeyeceği, uzak izbe bir yerde ağlayın, polis ceza keser, çünkü ülkemizde yoksul yok.
2020’de dünya ekonomisi ve sağlık dışında başka gelişmeler de oldu elbet, ancak hayatımızın fay hatları bu iki konuydu. İkisi de birbiriyle bağlantılandırılmış iki başlık. 2020, yaşam hakkı, haber alma hakkı, gazetecilerin işlerini yapma hakkı için “aralarında bağlantı yok” diyenleri savunmasız bırakarak, “hakikat” öyle değil diyor.
2021’e yine adaletsizlik, yine zenginin daha zengin, yoksulun bıçak sırtına sürüklendiği bir hayat kaldı. Aşının ücretsiz olması gerekliliğiyse ekonomi ve sağlık arasındaki tuhaf ilişkide insan hakkı olmanın taşrasına sürüklendi. 2021’in herkesin sağlık hizmetine eriştiği, hayırseverliğin değil, hak kavramının konuşulduğu, yoksulun zenginin insafına kalmadığı bir yıl olmasını dilerim.
Gazete Duvar / 30.12.20