Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler kategorisinin fert başına yıllık geliri 750 dolar olan ekonomiler olarak tanımlıyor. Bu tanımlamaya göre dünyamızın 1 milyara yaklaşan nüfusu en azgelişmiş ülkelerde yaşıyor. Bu grubun 400 milyonu Sahra-altı Afrika’da yer alıyor; Latin Amerika ülkelerinde yaşayanların yüzde 30’u da bu gruba dahil. Dünyamızdaki en yoğun ve acımasız yoksulluk koşullarıyla birlikte varlıklarını sürdürme savaşımı veren bu ülkelerde, sorunlar sadece ekonomik geri kalmışlık ile sınırlı değil. Söz konusu ülkelerde ekonomik yoksunluk, bir yandan zayıf ve kırılgan demokrasi kurumları, bir yandan da birer sömürü ve rant tasarımı haline dönüştürülmüş çarpık ve güvencesiz işgücü, mal ve hizmet piyasaları ve sosyal şiddet ile birlikte eşanlı sürdürülmekte.
Söz konusu ülkeler grubunda yer alanlarla birlikte dünyamızda 1 milyar insanın temiz su kaynaklarına; 2.6 milyarın temiz sanitasyon olanaklarına ve 1.5 milyarının da elektriğe ulaşımı yok.
Küresel kapitalizmin 1980’lerden itibaren “başka alternatif yok” sloganlarıyla koşullandırdığı neo-liberal dönüşümü, “toplumsal” olan her türlü kurumu ve insanların sosyal dayanışma, eşitlik ve sosyal gönence dayalı değerlerini verimsiz ve etkin olmayan kaynak dağılımına neden oluyor dogmalarıyla itibarsızlaştırmaktaydı. Bu dönüşüm gezegenimizin tüm kaynaklarını ve doğal zenginliklerini doğrudan doğruya piyasaların ticari değerler sistemine tabi kılmıştı. İktisadi ve sosyal yaşamımızda “toplumsalın” yerini bireysel kazanç ve bireyci yarışma alırken, insanlığın yeniden üretimi için biricik önkoşul olan eğitim, sağlık, yaşanabilir mekânlar ve temiz bir çevre gibi bütün kamusal / sosyal hizmetler ulus-ötesi şirketlerin ve yerel sermaye gruplarının kâr hırslarına terk edilmişti.
Bu süreçte devlet kurumları da sermaye sınıflarının stratejik çıkarlarının korunması için yeniden tasarlandı. “Yönetişimci ve etkin devlet” benzeri süslü kavramların ardına sığınan söz konusu dönüşümler, giderek otoriterleşen ve demokrasi kurumlarını bir yandan yüzeysel olarak uygulayan; ancak, özünde otoriter ve faşizan uygulamalarla emeğin kazanımlarını yok ederek, vahşi sömürüye dayalı sermaye birikiminin önünü açmayı amaçlamaktaydılar.
Tüm bu olan biten ise “yeni normal” diye anılmaktaydı. Artık bizler için çağımızın eski normali...
Sermayenin dolaşımı serbest, emek duvarlar ardına kapalı
Söz konusu sürecin dünya ölçeğinde en ayırt edici özelliği ise sermayenin kâr ve rant amacıyla serbest dolaşımının önündeki tüm düzenlemelerin “akıldışı / çağdışı” adlandırılarak kaldırıldığı bu dönüşümde, emeğin ulusal sınırlar içerisine hapsedilmesi ve küreselleşmiş sermayenin tahakkümüne tabi kılınması oldu. Esnekleştirilen işgücü piyasaları güvencesiz ve sosyal korumasız biçimlerde parçalandı; emekçiler birbirleriyle acımasız bir rekabete itilirken, dünya ölçeğinde dibe doğru bir yarış kurgulandı.
İktisadi yoksulluk ile birlikte kol kola oluşturulan toplumsal şiddet ve savaş ortamı uluslararası göç dalgaları ile birlikte dünyamızın en büyük sosyal dramına dönüştü.
Suriyeli göçmenlerin dramı ve koronavirüs
Sözü ülkemize getirirsek, dünyadaki diğer tüm ülkelere göre daha fazla kayıtlı Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’de, son haftalarda hem hükümetin kurtarma paketlerinde, hem de ana akım medyada mülteciler konusunda hiçbir önlem yer almıyor.
TED Üniversitesi’nden Profesör Ayça Tekin Koru Hoca’nın bu hafta sonu BirGün gazetesinde bizlerle paylaştığı verilere göre, çatışmaların başladığı 2011 yılından bu yana yaklaşık 5.5 milyon Suriyeli, ülkelerinden göç etti. Türkiye Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, 26 Mart 2020 itibarıyla, Türkiye’de “geçici koruma altında” 3.6 milyon kayıtlı Suriyeli var. Ayça Hoca, çalışmasında şu net uyarılarda bulunuyor: “Kırılgan yaşam koşulları göz önüne alınırsa, bu illerdeki mülteci nüfus içinde ortaya çıkan bir salgının bir kere başladıktan sonra durdurulmasının çok zor olacağı açık. Bu durumda, sadece mültecilerin kendileri değil, aynı zamanda bu illerde yaşayan nüfusun geri kalanı da COVID-19 salgınına karşı büyük oranda savunmasız hale gelebilir. Dünya Doktorları 2019 anketinin sonuçları, kentsel alanlarda mültecilerin yüzde 23’ünün, kırsalda ise yüzde 58’inin sağlık hizmetine erişimi olmadığı sonucuna varıyor.
COVID-19 ile ilgili temel sağlık bilgileri, dil engeli aşılarak bu amaçla oluşturulacak ekipler ile mültecilere ulaşmak zorunda. Yetersiz beslenen ve halihazırda kırılgan Suriyeli çocuklara yardım eli uzatılmalı. Hükümetin ve uluslararası yardım kuruluşlarının koşulsuz nakit transferleri aşırı yoksulluk ve kötü yaşam koşullarını hafifletmek için devam etmeli. Sağlık hizmetine erişimde eşit muamele hakkı hiçbir koşulda terk edilmemeli. Bunlar sadece ilk anda akla gelen en temel önlemler. Tüm bunların başarısının en temel önkoşulu dayanışma”.
Sağlıklı, barış ve gönenç dolu günler dilekleriyle...
Cumhuriyet / 15.04.20