2020 yılına COVİD-19 ile başladı. Hayatımıza birçok bilinmezle birlikte giren Coronavirüs salgını tüm dünyayı hazırlıksız yakaladığı gibi etkisi de çok büyük oldu. Milyonlarca insan virüsten kaynaklı hayatını kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor. Tüm dünyayı etkisi altına alan COVİD-19 virüsü nedeniyle küresel bir pandeminin de ortasındayız. Küresel çapta insanlığı etkisi altına alan salgının insanlara yaşattıklarından şüphesiz alınacak çok ders var.
Bugüne dek tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de rant uğruna doğal alanlar yok edildi. Ormanlar ve meralar kaynak yaratmak amacıyla ortadan kaldırıldı. Kıyılarımız turizm uğruna yağmalandı. Kirlilik üretecek teknolojiler, termik ve nükleer santraller inşa edildi, ya da edilmesi için imzalar atıldı.
Pandeminin eve kapandığımız sürede gösterdikleri bile dikkate değer. Venedik’in kanallarındaki suda uzun süreden sonra ilk defa balıklar görüldü. Hava kirliliğinin çok yoğun olarak yaşandığı Çin’de ve İtalya’da hava kalitesi arttı. İstanbul’da hava kirliliğinin yüzde 30 azaltıldığı belirtildi. Yıllarca temizlenmesi için uğraşılan Haliç’in sularında Yunuslar görüldü.
Salgınla birlikte yapılan araştırmalar, hastalanmamıza neden olan patojenlerin ekosistem tahribatının hızlanmasıyla yayıldığını gösteriyor. Son 20 yılda karşılaştığımız Domuz gribi, SARS, MERS, Ebola ve Covid-19 gibi küresel salgınlar bunun bir sonucu. İklim krizi nedeniyle sarı humma, dang humması gibi hastalıkları da eklemek gerek. İnsan, el değmemiş ormanlara girdikçe, onunla birlikte yaşamak yerine doğayı tahrip etme, kontrol etme amacı taşıdıkça hem iklim krizi büyüyor hem de Coronavirüs gibi sonuçları ağır salgınların sayısı artıyor. Engels’in, “Doğanın Diyalektiği” adlı eserinde önemli bir paragrafı hatırlamakta yarar var. Engels “Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşme durumuna zemin hazırladıklarını, akıllarına hiç getirmiyor” demiş tam 1,5 asır yıl önce.
Bugüne dek kendisini dünyanın tek hâkimi olarak gören, doğayı, hayvanları ve bitkileri kendi istekleri doğrultusunda katleden insanoğlu artık dönüp yeryüzüne yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda. Artıgerçek olarak bugünkü dosyamızda 2021 yılında da yaşam alanlarımızın nasıl yok edildiğini, madenlerle, HES’lerle, termik santrallerle doğanın sermaye yararına nasıl peşkeş çekildiğini, gıdaya erişim hakkımızın nasıl gasp edildiğini, iklim krizinin yarattığı tahribatları ve insan için yaşamsal değeri olan tarımın nasıl yok edildiğini masaya yatırdık.
Ekoloji yazarı Yusuf Gürsucu 19 yılda doğal yaşam büyük yıkım yaşadı
İlk sözü ekoloji Yazarı Yusuf Gürsucu’ya veriyoruz. Gürsucu, kapitalizmin sınırsız üretim ve tüketim üzerinden sürdürdüğü sömürü mekanizmasıyla, doğal yaşam üzerinde yıkım yaratırken büyük bir ekolojik krizinin ortaya çıktığını söylüyor. Gürsucu, Türkiye’de AKP iktidarının yaşamın her alanında sermaye yararını gözeterek dünya da olup biteni çok aşan biçimde doğayı tamamen yağmaya açtığını, 19 yıllık iktidarları süresince enerji, maden, inşaat vb. sermaye guruplarını kanatları altına alarak, doğa kıyımının önündeki yasal engelleri kaldırdığını ifade ediyor. Gürsucu, Türkiye coğrafyasının tamamına yayılan yağmayla su havzaları susuz bırakılırken, tarım arazilerinin işgal edildiğini, ormanların ya yakılarak ya da kesilerek maden, enerji ve turizm alanları haline getirildiğini belirtiyor.
Gürsucu şöyle devam ediyor:
“HES’lerle başlayan ve 'enerji ihtiyacımız var' yalanıyla süslenen süreçte Karadeniz başta olmak üzere yüzlerce HES inşa edildi. Yine Türkiye coğrafyasının tamamında büyük barajlar inşa edilerek ekosistemin işleyişi darbelendi. Ardından termik santrallerle adeta işgal hareketi başlatan iktidar. hem küresel ısınmaya hem de bölgesel ısınma, hava ve toprakların kirlenmesine neden oldu. Tüm dünyanın terk etmeye çalıştığı nükleer santraller için adım atan iktidar Mersin’de Rusya tarafından işletilecek olan santrale yol verdi. Sinop’ta 600 bin ağacın kesilmesine neden olan diğer nükleer santral ise şu an durdurulmuş durumda. Enerji kapasitesinin 1/3’nün kullanılıyor olmasına karşın enerji şirketleri için yeni destekler açıklandı”
Denizler, tarım alanları yok ediliyor
Gürsucu, doğalgaz çevrim santralleri ile doğalgaz ithalatını giderek arttıran iktidarın, yerli üretim adı altında yine uluslararası enerji tekellerinin eliyle Marmara Denizi ve Karadeniz’de doğalgaz aramaları gerçekleştirirken Diyarbakır ve Trakya’da ise kaya gazı sondajlarını başlattığını söylüyor. Gürsucu, Marmara Denizi’ni yok oluşa sürükleyen sondajların aynı zamanda İstanbul depreminin tetikçisi durumunda ilerlerken bir başka yağma kapısı Zonguldak Ereğlisi açıklarında sürdürülmeye başlandığını, diğer yandan JES’lerin önünü açan AKP’nin Aydın, Denizli, Manisa ve Çanakkale coğrafyasını adeta yok oluşa mahkûm ettiğini belirtiyor:
“Biyokütle enerji santrallerine de yol veren iktidar bitkisel atıklardan enerji üretileceği iddiasını yaparken bu santrallerde dünyanın ve Türkiye’nin her türden zehirli-zehirsiz atıkların yakılmasının önünü açtı. Çimento fabrikalarına atık takma özgürlüğü veren iktidar yaşamın her noktasını zehirlemekten geri durmayacağını gösterdi. RES’lerle dağlık, ormanlık ve meralık alanların işgali sağlanırken ‘temiz enerji’ yalanına da sarılmaktan geri durmadı. Tarım alanları üzerindeki tarlalar işgale açılıp ‘güneş tarlaları’ oluşturularak tarım üretimini bir avuç sermaye çıkarına tercih etti”
Doğa sermaye yararına yok ediliyor
Gürsucu, diğer yandan inşaat sermayesine büyük bir yağma alanı açan, halkın yaşam alanlarına ve doğal alanlara TOKİ eliyle çöken iktidarın, kamu bütçesini ve deprem vergileriyle toplanan paraları yol-köprü vb. inşaatlarla sermaye kesimlerine aktardığını, 3. havalimanına ihtiyaç olmamasına karşın İstanbul’un akciğerleri olan Kuzey Ormanlarını katledilip, su havzaları yok edilerek çalıştırılamayan bir havalimanı inşa edildiğini söylüyor.
Gürcusu, iktidarın bunlarla da yetinmeyip Kanal İstanbul projesiyle inşaat sermayesi için yeni bir yağma alanı açmaya giriştiğini ifade ediyor.
Gürsucu, tarihi yapıların da yağmaya uğradığını, Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki binlerce yıllık yaşam biçimi ve buna imkân veren mimari özelliğin yerle bir edilerek bir avuç yağmacıya tarihin peşkeş çekildiğini belirtiyor:
“12 yıllık Hasankeyf ‘enerji ihtiyacı’ yalanı ile yıkılıp suya gömüldü. Türkiye’de enerji üretim gücü 100 bin MW’lara ulaşırken bugün ancak 1/3’nün kullanılıyor olması şirket yağmalarında sınır tanımadıklarının önemli bir göstergesi. Arz fazlası nedeniyle son 4 yıldır enerji şirketlerine üretmedikleri enerjinin parası dahi kamu eliyle ödenmeye başlandı. Her ay kapasite mekanizması adı altında şirketlere 200-300 milyon lira açıktan para ödenmeye ise halen devam edilmekte”
Türkiye’nin dört bir yanı maden alanı
Gürsucu, Türkiye coğrafyasının yüzde 60’lık kısmını maden sahası olarak işaretleyen iktidarın binlerce maden saha ihalesi açtığını, altın, gümüş, bakır, demir vb. metalik madenlerle doğal yaşam siyanüre bulanırken ormanların ise katledildiğini söylüyor. Şirketlerin zaten güdük olan doğa koruma kanunlarına dahi tahammülsüzlüğünü emir telakki eden iktidarın maden yağmasının önündeki tüm yasal engelleri kaldırdığını belirtiyor.
Gürsucu, teşvik sistemiyle arazilerin, altyapılar (enerji-yol vb.) ücretsiz kamu eliyle maden şirketleri için inşa edilmeye başlandığını, bu bağlamda en büyük alt yapının Karadeniz yaylalarını birbirine bağlama adı altında maden şirketlerine açılan yollar olduğunu ifade ediyor.
‘Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu’ndan Fatoş Osmanağaoğlu: İktidar gıdaya erişim hakkımızı gasp etti
Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonundan Fatoş Osmanağaoğlu bırakın sağlıklı gıdaya erişim hakkını, AKP iktidarının politikaları yüzünden pestisitlere bulanmış, GDO’lu dünyanın istemeyip geri yolladığı zehirli gıdaya bile muhtaç olduğumuzu söylüyor.
2021 yılının AKP iktidarı tarafından tarıma son çivilerin çakıldığı, halkın ekmeğe bile ulaşmak için kuyruklarda beklediği bir yıl olarak akıllarda kalacağını, 2022’nin daha kötü olacağını söyleyen Osmanağaoğlu, artık TÜİK verilerinin bile bunu söylediğini, tarımda sorunların çok ciddi olduğunu ve düzelmesinin her gün zorlaştığını, tarım alanlarının azaldığını, çiftçinin tarımı bıraktığını, kazanamadığı için kentlere göç ettiğini belirtiyor.
Osmanağaoğlu tarım alanındaki sorunları şöyle sıralıyor:
“Tarım alanları endüstriyel tarım tekellerine devredildi. Tarımda kullanılan su artık ciddi bir maliyet. Teşvikler tümden kaldırıldı, çaydan fındığa, baklagillerden buğdaya hem üretim yetmiyor hem de zaten geliri bir avuç sermayeye gidiyor. İktidar her geçen gün artan biçimde ithalat yapmak yerine çiftçiye destek verse hem üretim artar hem de ürün bollaşınca halk daha ucuz gıdaya erişebilir. Sorunlarımız çoklu, başlıklardan biri tarım yapan (tarım yapmaya devam edebilen, kalan ne kadarsa) çiftçi döviz - enflasyon sarmalında boğuluyor. Gübresi, mazotu, tohumu hepsi ithal ve döviz arttıkça ekime devam edemiyor. Kısa süre önce döviz artışı nedeniyle gübre satışlarının durdurulduğunu hatırlayalım. Geçen yıl tonu bin 800 lira olan üre gübresi bu yıl 14 bin liraya çıkmış, artış yüzde 780. Devletin sübvanse etmesi gerek fakat devleti yönetenlerin sübvanse ettiği üç beş müteahhit, geri kalanımızın hiçbir önemi yok”
‘Bu düzen böyle gitmez’
Osmanağaoğlu, iklim değişikliğinin herkesi sel ve kuraklıkla terbiye ettiği zamanlardan geçtiğimizi ve bunun artarak devam edeceğini söylüyor. Osmanağaoğlu bu yıl tahıl rekoltesinin etkili biçimde azalmasının en önemli nedenlerinden birinin kuraklık olduğunu, İç Anadolu’yu kuraklığın diğer bölgeleri ise sellerin vurduğunu ifade ediyor.
Osmanağaoğlu, doğal alanların tümü tahrip edildiğinde sonucun bu olacağını, kuraklığın 2022’de artarak devam edeceğini belirtiyor. Osmanağaoğlu, “Konya Ovası kurudu, buğday üreten çiftçi bağırıyor fakat sultan sağır” diyerek sözlerine şöyle devam ediyor,
“Buğday üretimi uzun zamandır yetmiyor, özellikle makarna ve un ihracatı için ithal buğday kullanılıyor ve pandemi ile dünyada da yükselen buğday fiyatları nedeniyle işlenen ürün aldığının yarısı fiyata ihraç ediliyor. Bu yıl 15,5 milyon ton olduğu tahmin edilen buğday üretiminin gelecek yıl 12,5 milyon ton kadar olacağı öngörülüyor. Buğday demek, ekmek demek, makarna demek, halkın en çok tükettiği gıdalar. Bu nedenle en çok konu oluyor. Halk ekmek fiyatlarını, fırınlar un ve elektrik zamlarını takip etmekten yoruldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Halk Ekmek büfelerinde halkın oluşturduğu kuyruklar aslında durumu özetleyen tablo. Halkın satın alma gücü her gün artan enflasyonla düşüyor. Halk kursağından lokma geçmez hale gelmişken birisi Bakara Suresi’nden “Allah bizi açlıkla sınıyor” deyiverdi. Halkı, siz açlıkla sınıyorsunuz ama bilmenizde yarar var, bu düzen böyle gitmez”
Tarım yazarı Abdullah Aysu: Türkiye tarıma yeterli hassasiyeti göstermedi
Çiftçi-Sen Eski Genel Başkanı ve tarım yazarı Abdullah Aysu, tarımın insan yaşamı için öneminin tartışma götürmeyecek biçimde ortada olduğunu, bu kadar gerekli ve görünür olan tarıma ilişkin on yıllardır yanlış politikalar belirlenmesinin ve uygulanmasının bu yıl en çok konuşulan konuların arasında yer aldığını söylüyor.
Aysu, pandeminin sağlığımızı tehdit ettiği gibi üretim koşullarını da olumsuz etkilediğini, üretimin devamlılığını zora soktuğunu, üretim sürecinde yaşanan sağlık sorunlarının yanı sıra bin bir güçlükle üretilmiş ürünlerin hasat döneminde mevsimlik işçi bulma sıkıntısı ortaya çıkardığını, bölgeler ve ülkeler arası işçi seyahatini kısıtladığını ifade ediyor.
Covid’le birlikte gıdanın yeterli ve sağlıklı erişiminin gerekliliğinin bütün dünyanın konusu haline geldiğini, ülkelerin tarımı gündemlerine alıp tartıştığını, çözüm üretmek için çabaladığını belirten Aysu sözlerini şöyle sürdürüyor,
“Türkiye bu konuda yeterli hassasiyeti göstermedi. Üretimi düşünmek ve desteklemek yerine bunu önerenlere, ithalatı eleştirenlere “paramız var alıyoruz” diye yüksekten sözlerle tribünlere oynandı. Oysa tarım ve gıda tribünleri değil, halkı ve onun doğrudan midesini ilgilendiren bir durumdu, hükümet 2021’de önceki yıllarda olduğu gibi bunu önemsemedi.
Türkiye’de hükümet üretimi önemsemezken, yaşanılan pandemi koşulları nedeniyle ellerinde-stoklarında ürün fazlası bulunan ülkeler tedbir amaçlı olarak ürünlerini ihraç etmekten imtina etti, bu da ithal ürün fiyatlarının artmasına neden oldu. Üretimin ne kadar gerekli olduğu apaçık gözler önüne serildi. Hükümet 2021 yılı içerisinde 2022 yılı için üretimi destekleyecek politikalar konusunda bir hazırlık yapma içine girmedi, tarım politikasında bir değişikliğe gitmedi yeni hamlelerde bulunmadı”
Çiftçiler icralık durumda
Çiftçilerin borç batağında olduğunu, bu durumun çeşitli kesimler tarafından mütemadiyen dillendirildiğini söyleyen Aysu, 2021 yılı itibarıyla çiftçilerin bankalara olan toplam borcunun 150 milyar TL, Tarım Kredi Kooperatifleri’ne olan borçlarının da 10 milyar TL’yi geçtiğini söylüyor.
Aysu, çiftçilerin sadece bankalara ve Tarım Kredi Kooperatifi’ne borçlanmadıklarını, girdi temini için piyasada girdi satan şirketlere de borçlandıklarını, bunun da tahmini miktarının 50 milyar TL civarında olduğunu belirtiyor. Çiftçinin toplamda, yaklaşık 200 milyar TL’nin üzerinde borcu bulunduğunu söyleyen Aysu, Covid-19 nedeniyle planlanan ekonomik destek programında çiftçiye destek verilmediğini ama haciz işlemlerinin hızlandırıldığını, şu an itibarıyla 100 binin üzerinde çiftçinin borcundan dolayı haciz işlemi veya tehdidi altında bulunduğunun altını çiziyor.
Aysu rekolte durumuna ilişkin ise şöyle konuşuyor:
“TUİK verilerine göre tahıl ve diğer bitkisel ürünlerde 2020 yılına göre 2021’de %4,7 bir azalma oldu. Tahıl üretim miktarlarının %5,5 azalarak 35,1 milyon ton olacağı, buğday üretiminin %7,3 azalarak 19 milyon ton olacağı, arpa üretiminin %6 azalarak 7,8 milyon ton, nohut yüzde 12,7 azalarak 550 bin ton olacağı belirtildi. Fakat genel olarak yaşanan kuraklığın da etkisiyle rekoltelerin daha düşük olduğu; buğday rekoltesinin 17 milyon ton, arpa rekoltesinin 6 milyon ton olarak düşünülmesi daha gerçekçi görünmektedir”
Çiftçi mi devleti, devlet mi çiftçiyi destekliyor?
Aysu, çiftçinin buğdayının ton fiyatının 2.250 TL olarak bakan tarafından açıklandığını, aynı bakanlığa bağlı Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) tonuna 4680 TL ödeyerek buğday ithal ettiğini, 4680 TL/ ton olarak ithal ettiği buğdayın tonunu 2030 TL daha düşük fiyatla yani tonunu 2650’den sanayiciye sattığını söylüyor. Aysu, Tarım Bakanlığının çiftçiyi değil sanayiciyi desteklemiş olduğunu, çiftçinin aldığı tüm desteklerin toplamının 1 ton buğday için 180 ile 280 TL arasında değişmekte olduğunu, değişikliğin nedeninin dekara verimlerin farklılığından kaynaklandığını ifade ediyor. Aysu, çiftçinin şu an mazotun litresine 10,38 TL ödediğini, bunun %65’i ÖTV ve KDV olarak devlete gittiğini, çiftçilerin yılda 3,5-4 milyar litre mazot kullandığını belirtiyor. Aysu:
“Azını ele alalım. 10.38 TL’nin %65’i, 6747TL etmektedir. Bunu 3,5 milyar litreX6747TL= 23 milyar 614 bin 500 TL sadece mazot üzerinden vergi veriyor. Şimdi şunu da açıklayayım, Türkiye tarımının tamamına merkezi yönetim bütçesinden 2021 yılı için ayrılan pay 22 Milyar TL: Yani sadece devletin çiftçinin mazotundan aldığı vergi, çiftçiye merkezi yönetim bütçesinden ayırdığından daha fazla”
1 litre sütle 2 kg yem alınabilmeli
Aysu, hayvancılığa ilişkin yemin hammaddesi soya ve mısırın dışarıdan ithal edildiğini, dövize endeksli olduğunu söylüyor. Aysu, arpa üretiminin de yeterli olmadığını, dolayısıyla yem fiyatlarının sürekli arttığını, Ocak 2021’de süt yeminin tonu 2.250TL/Ton iken Aralık 2021’de 5000 TL’yi geçtiğini söylüyor Aysu, hayvancılığın devam edebilmesi için 1 litre süt ile 2 kg, ya da en az 1,5 kg yem alınabilmesi gerektiğini ifade ediyor. Aysu, sözlerini şöyle bitiriyor.
“Aksi durumda süt üretimi devam etmez sığırlar kesime gider. Aynı şekilde sütün fiyatı yüksek olmamalı, ama sütün fiyatı marketlerde 15-17 TL/litre düzeyinde. Bu fiyata tüketicilerin süt alıp tüketmesi zorlaşmakta süt satışı azalmaktadır. Süt satışı azalınca alımında kısıtlamaya gidilince süt sığırları yine kasaplık olur, kesime gider. Yani hayvancı yem şirketleri ile süt sanayicilerinin çapraz ateşinde ayakta kalmaya çalışıyor, hükümet bu konuda da seyirci. Evet şimdiye kadar anlattıklarım kadar bankalar, kendi kurdukları ve ortağı oldukları Tarım Kredi Kooperatifi, ekmek fırınları, pastaneler, makarna ve un sanayicileri, devlet aldığı vergi ile çay ve fındık sanayicileri, konserve ve meyve suyu fabrikaları, yem şirketleri, gübre şirketleri aklıma gelmeyenleri de siz ekleyin hepsi çiftçinin ensesinde boza pişiriyor. Ama lafa gelince de “çiftçi devletin sırtında yük” diye anlatılıyor. Çiftçinin 2021 fotoğrafı özetle böyle”
Ekoloji gönüllüsü Elif Cansu İlhan: 2021 yılında iklim krizi ile yüzleştik sıra eyleme geçmekte
Polen Ekoloji Gönüllüsü ve iklim aktivisti Elif Cansu İlhan, 2021 yılının insanlığın iklim krizinin geleceğini değil bugünün sorunu olduğunu en sert şekilde hissettiği bir yıl olduğunu söylüyor. İlhan, aşırı hava olayları dünyanın pek çok yerinde iklim normallerinin kaybolduğunu gösterdiğini, Türkiye’de de yaz boyu söndürülemeyen orman yangınlarına tanık olunduğunu, iklim krizinin, bu krizin birincil sebepleri arasında olan fosil yakıt şirketlerinin bile inkar edemediği boyuta ulaştığını ifade ediyor. İlhan sözlerini şöyle sürdürüyor.
“Bu yıl, Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) iklim değişikliği ve iklim sistemi üzerine altıncı raporu “İklim Değişikliği 2021: Fiziksel Bilim Temeli Raporu” Ağustos’ta yayınlandı. Rapor, iklim açısından 2021 yılının en önemli gelişmelerinden ve iklim değişikliğinin gidişatının en önemli göstergelerinden biri. İklim bilimi açısından dünyanın en önemli otoritelerinden olan IPCC’nin 2013’te yayınlanan beşinci raporundan sekiz yıl sonra yayınlanan, 60’tan fazla ülkeden 234 bilim insanının katkısıyla hazırlanan rapor, şimdiye kadarki en sert uyarıyı yapıyor, iklim değişikliğinin geri döndürülemez boyuta geldiğini belirtiyor. Raporun çalıştığı 5 farklı senaryonun hepsinde küresel sıcaklık artışı 1,5℃’yi aşıyor. Raporun yazarları acilen emisyonların kesilmesi ve negatif emisyon çalışmaları ile 1,5℃ hedefinin canlı kalabileceğini belirttiler. IPCC raporuyla birlikte 2021’de, iklim krizinin günlük hayatta hissedilen etkilerinin yanına, bugüne kadarki en sert bilimsel uyarılardan biri de eklenmiş oldu.”
Bilimsel ve fiziksel veriler krizin derinliğini gösteriyor
İlhan, bilimsel ve fiziksel verilerin krizin derinliğini gösterirken devletlerin harekete geçmesi için de itici güç olduklarını, verilen sözlerin iklim değişikliği ile mücadele ve bildiğimiz haliyle dünyayı koruma konusunda yetersiz kalsa da pek çok ülkenin iklim değişikliği ile mücadele konusunda adımlar attığını söylüyor. İlhan, 2021 Şubat ayında, Amerika Birleşik Devletleri, Biden’ın Başkan seçilmesi sonrası, Trump’ın çekilme kararı aldığı Paris İklim Anlaşması’na tekrar katıldığını, Temmuz’da Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği’nin 2030 yılında emisyonlarını yüzde 55 azaltması ve 2050 yılında karbon nötr olmasını hedefleyen Avrupa Yeşil Mutabakatı için mevzuat düzenlemeleri içeren FitFor55 yasal düzenlemeler paketini açıklayarak bu yolda önemli bir başlangıç yaptığını İfade ediyor.
İlhan, pek çok ülkenin 2021 yılında iklim krizi ile mücadele için kömürden çıkış ve karbon nötr olma hedef tarihlerini açıkladığını, krizin geldiği boyutları ve fosil yakıt kullanmaya devam etmenin hem ekonomik hem iklimsel açıdan gerçekçi olmadığını gören bazı ülkelerin ise daha önce açıkladıkları kömürden çıkış tarihlerini güncelleyerek daha erken tarihler verdiklerini belirtiyor. İlhan Türkiye de iklim konusunda uluslararası trendleri geriden de olsa takip etmeye başladığını, Paris Anlaşması’nın imzalanmasından 6 yıl sonra Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı onaylayarak Anlaşma’nın tarafı olduğunu, Paris Anlaşması onayının yanında Türkiye 2053 yılında karbon nötr olma taahhüdü de verdiğini söylüyor. İlhan, öte yandan karbon nötr olma yoluna atılması gereken ilk adım olan kömürden çıkış için ise hala bir planın açıklanmış olmadığını, dünya kömürlü termik santralleri terk edip kömürden adil bir çıkışı tartışmaya başlamışken Türkiye’nin bu tartışmanın da gerisinde kalan ülkelerden olduğunu ifade ediyor. İlhan sözlerine şöyle devam ediyor.
“2020 yılında pandemi sebebiyle ertelenen 26. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP26) da bu yıl Glasgow’da düzenlendi. Konferansa pek çok aksaklık damga vurdu ve bir kez daha COP iklim krizine ve etkilerine çözüm üretmeden, küresel güney ülkelerinin iklim finansmanı, Kayıp ve Hasar fonu gibi acil, haklı ve hayati taleplerine cevap olmadan tamamlandı. Ancak krizin boyutları COP’a da etki etti. İlk kez bir COP sonuç metninde fosil yakıtlar iklim krizinin sebebi olarak açıkça anıldı ve sonuç bildirgesinde ‘kömür kullanımının azaltılması’ ile ‘fosil yakıtlara teşviklerin sonlandırılması’ vurguları yer aldı”
İlhan, 2021, iklim eyleminin aciliyetinin kabul edildiği ve eylemin yükseldiği bir yıl olduğunu, pek çok devletin (hala yapabileceklerinden çok azını yapıyor olsalar da) çözüme dair adımlar atmak zorunda kaldığını ama bu adımların krizin boyutuyla karşılaştırıldığında, özellikle krizden etkilenenlerin yaşamlarını ve yaşam alanlarını koruma konusunda yetersiz olduğunu söylüyor. İlhan, krizden etkilenen halkların ise yıl boyunca iklim adaleti talebi ile yürüyüşlerden açlık grevlerine çeşitli eylemlerle seslerini yükselttiklerini ifade ediyor. İlhan “her geçen gün özellikle bu krizde payı en az olan yoksul ülke yurttaşlarının hayatlarını daha ciddi şekilde etkileyen iklim krizine karşı, 2022 umarım halkların sesinin ve iklim adaleti taleplerinin daha çok duyulduğu bir yıl olur” diyerek sözlerini bitiriyor.
Esra Çiftçi – Artı Gerçek / 16.12.21