Bilindiği gibi geçtiğimiz hafta Merkez Bankası politika faizini yüzde 14’ten 100 baz puan indirimle yüzde 13’e çekti. Öncelikle bunun iktisadi bir anlam taşımadığını belirtelim. Çünkü kimse tarafından inandırıcı bulunmayan resmi tüketici enflasyonu yüzde 80’i baz alırsak dahi, enflasyon politika faizi makası eksi 66’dan eksi 67’ye düşmüş oluyor ki bu da hiçbir fark yaratmıyor. Diyelim ki, aksine faizler 200 baz puan artırılsaydı, hala 65 puanlık bir uçurum bulunacaktı, politika faizinin ekonomik gerçeklerden kopukluğu aynen devam edecekti. O nedenle, Nurettin Nebati’nin, “politika faizinin hiçbir anlamı kalmadı” sözleri ne yazık ki geçerliliğini koruyor.
Tüm dünyada aksine, enflasyonu kontrol altına almak için keskin faiz artırımları sürüyor. Ancak politika faizlerinin anlam ifade ettiği ülkelerde, diyelim ABD’de FED’in 75 puan faiz artışı “aktarım mekanizmaları” yoluyla ekonomideki tüm mevduat ve kredi faizlerini doğrudan etkiliyor. Firmaların ve bireylerin tasarruf etme veya harcama kararlarını otomatikman şekillendiriyor.
MB niye faiz indirdi?
Peki öyleyse MB aracılığıyla Saray yönetiminin faiz indirimine yönelmesini nasıl açıklayabiliriz? Birincisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir iç politika malzemesi sağlayacak, “faizleri daha da indireceğiz” vaadinin yerine getirilmesi anlamı taşıyacak. “Faiz tüm kötülüklerin hem anasıdır hem babasıdır” sözlerine uygun bir adım olarak nutuklara yansıyacak.
İkincisi, son zamanlarda ülkeye bir döviz girişi olduğu anlaşılıyor. Bu MB brüt rezervlerine 3 haftada 15,4 milyar dolar artış şeklinde yansıdı. Rusya’dan Akkuyu Nükleer Santralının tam sahipliği karşılığı bir ödeme yapıldığı biliniyor. Öte yandan Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden 55 milyar dolarlık fon girişinin söz konusu olduğu haberleri yayılıyor. Elimizde somut veriler bulunmamakla birlikte, belli ki Saray’a bir faiz indirimi için cesaret veren bir hareketlilik ve vaatler var.
Sermaye fraksiyonlar kavgası
MB faiz indiriminin seçimlere yaklaşılırken ekonomik büyümeyi desteklemeye yönelik bir adım olduğu yorumları yapıldı. Bu yaklaşımda doğruluk payı bulunmakla birlikte, cuma günü MB’nin açıkladığı “makroihtiyati tedbirler paketinin” tam aksi yönde, kredileri frenlemeye yönelik bir nitelik taşıdığı görüldü.
İsterseniz makroihtiyati tedbirlere bir göz atmadan önce, farklı sermaye fraksiyonları arasındaki bir çekişmeye dikkat çekelim. MB’nin bankacılık kesimine yüzde 14 ile çok ucuz fon sağlaması yanında, Kur Korumalı Mevduatlar için bankaların kendilerine yüzde 17 gibi düşük bir maliyetle tasarrufları toplaması sektöre rekor karlar yazdırdı. Bu kez sanayicilerden, “ama bize yüzde 36-40 ile kredi kullandırıyorlar” şikayetleri yükseldi. Bu sıkıntılar Saray’a kadar taşındı. Aslında üretici fiyatları ÜFE’nin yüzde 145 arttığı bir ortamda yüzde 40 bile çok düşük bir oran. Bu koşullarla borçlanıp çalışma sermayesine takviye yapan, diyelim hammadde stoklarını artıran bir şirket yine de ciddi karlar sağlar. Nitekim şirket karlılıkları da yüksek seyrediyor. Ama farklı sermaye kesimleri arasında ganimet pastasını paylaşmak konusunda sıkı bir rekabet açığa çıkıyor.
Peki bu değirmenin suyu nereden geliyor? Kestirmeden söyleyelim, bizim gibi sade yurttaşın cebinden. Bu yüksek enflasyon ortamında bankaların yüzde 13’ten fonlanması MB’nin zarara uğramasına yol açıyor. Bu fonları sağlamak için bankanın döviz yükümlülükleri yükseliyor. En son swap hariç net rezervler eksi 53 milyar dolar civarındaydı. Bu dolardaki 1 liralık artışın son tahlilde MB kanalıyla Hazine’ye 53 milyar lira maliyet yüklemesi anlamı taşıyor. Çünkü MB kârı/zararı yıl sonunda Hazine’ye devrediliyor. Aynı şekilde Kur Korumalı Mevduat’ın maliyeti bireyler için doğrudan, şirketler için MB kanalıyla Hazine’ye rücu ediyor. Bu da faturanın ya daha fazla vergi ödeyerek ya da daha niteliksiz kamu hizmeti alarak yurttaşlar tarafından ödenmesi demek.
Makroihtiyati tedbirler ne anlama geliyor?
Şimdi gelelim makroihtiyati tedbirler setine. Cumhurbaşkanlığı SBB’nin en son verilerine göre ortalama faizler ticari kredilerde yüzde 27,6, ihtiyaç kredilerinde yüzde 34,4, konut kredilerinde yüzde 18.6 idi. Özetle borçlanmayı ve tüketimi teşvik eden bir ortam var. MB son kararla zorunlu karşılıkları artırıyor. Nisanda yüzde 10 ile başlayan karşılık oranını Mayıs’ta yüzde 20’ye çıkardıktan sonra şimdi yüzde 30’a yükseltiyor. Yani her 100 liralık kredi için 30 lira karşılık ayır, bununla sabit faizli devlet tahvili al diyor. Yalnız bu uygulamadan KOBİ’leri, ihracatçıları, esnaf ve çiftçileri muaf tutuyor.
Üzerine bir de referans faiz oranını aşan krediler kullandırılması halinde ek yaptırımlar var. Referans faizini (bugün yüzde 16,32) 1,4 kat aşan oranlar için yüzde 20, 1,8 kat aşılması halinde ise yüzde 90 devlet iç borçlanma senedi alma zorunluluğu getiriyor. Ek bir önlem ise, yıl sonuna kadar zorunlu karşılığa tabi kredilerin artış hızının yüzde 10’u geçmesi halinde, aşılan tutarın 100’ü kadar zorunlu karşılık tutulacak olması. (Konunun ayrıntılarını anlamak isteyenlere Abdurrahman Yıldırım’ın 22 Ağustos tarihli “Bu Ne Perhiz Bu Ne Lahana Turşusu?” başlıklı yazısını okumalarını hararetle öneririm).
Özetle bankalara, ihtiyaç kredisi, tüketici kredisi vb. kullanacak bireylere yüksek faiz uygulayabilirsin deniyor. Aynı şekilde döviz varlığı bulunan, ithalatçı, yurt içine üretim yapan şirketler ve hizmetler sektörüne yönelik kredi faizleri de serbest bırakılıyor.
Sonuçta bu kadar ayrıntılı bir programın anlaşılması ve uygulanması olanaksız gibi. Kısa sürede şikayetler yükselecek, geri adımlar atılacaktır. Ayrıca kredilerin kısılması zaten düşük elektrik tüketimi, gerileyen konut satışları vb. ile kendini gösteren ekonomide yavaşlama eğilimlerini güçlendirecektir. Ne pahasına olursa olsun döviz talebini kısmaya yönelik kısıtlamaların, ihracat için gerekli ithalatı engellemesi benzeri yan etkileri görülecektir. Öte yandan devlet tahvili satın aldırma zorlaması bu kağıtların faizlerini suni biçimde aşağı çekerek, tam aksine alternatifsizlikten dövize olan eğilimi güçlendirecektir.
İş işten geçti
Birbiriyle çelişkili görünen faiz indirim ve kredi sıkılaştırma adımları, zaten enflasyonun hız kesmediği, belirsizliğin giderek arttığı bir ortamda ekonomik aktörlerin önünü görmesini iyice zorlaştıracaktır. Bu durum aksine dövize talebi ve mal stoklama eğilimini körükleyecektir. Eğer gerçekten Körfez kaynaklı bir döviz girişi olursa, 2022 sonuna kadar 49,5 milyar doları, 2023 Nisan’ına kadar 100 milyar doları bulacak dış borç ödemelerinde tıkanma yaşanmadan seçime gidilebilecektir. Ancak enflasyonun göreceli gerilediği, işsizliğin azaldığı, büyümenin sürdüğü; seçmene iyimserlik aşılayan, RTE’nin inandırıcı bir ekonomi başarısı hikâyesi yazmasına olanak tanıyan bir iklimde seçimlerin gerçekleşmesi olanaksız görünüyor.
BirGün / 23.08.22