Naziler Sovyetler Birliği’ne savaş ilan edip Doğu Avrupa üzerinden Sovyet topraklarına doğru bir ölüm makinesi gibi yürürken ilk büyük Yahudi katliamlarından birini Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Babi Yar’da gerçekleştirdiler. 29-30 Eylül 1941’de, yani sadece iki gün içerisinde burada tam 33 bin 771 kişi öldürüldü ve bu hadise savaş boyunca tek seferde yapılan en büyük Yahudi katliamlarından biri olarak tarihe geçti. Nazi güçleri savaş boyunca Babi Yar’ı bir ölüm üssü olarak kullandılar ve Kızıl Ordu’nun 1943’teki gelişine kadar burada on binlerce Yahudi’yi, Roman’ı ve Sovyet savaş esirini katlettiler.
Ukraynalı bir faşist olan Stepan Bandera, lideri olduğu Ukrayna Milliyetçileri Örgütü ile birlikte 1933’ten itibaren Polonya’da çok sayıda Polonyalıyı öldürmüş, 1936’da ise içişleri bakanına düzenlenen suikasttan sonra tutuklanarak cezaevine konulmuş, idam cezasına çarptırılmışsa da uluslararası baskılar nedeniyle cezası infaz edilmemişti. Naziler 1939’da Polonya’yı işgal ettiklerinde Bandera ve arkadaşlarını serbest bıraktılar ve birlikte Sovyetler’e karşı savaşmaya başladılar.
Bandera çetesiyle ve Nazilerle birlikte iki yıl boyunca hem Polonya’da hem Ukrayna’da büyük katliamlara imza attıktan sonra, 1941 yılında Ukrayna bağımsızlık bildirgesini ilan etti; ancak kuracağı devlet için kendilerine sadakat sözü veriyor olsa da Naziler bu bildirgeyi reddetti ve Bandera’yı hapse attı. 1943’e gelindiğinde ise yaklaşan Kızıl Ordu birliklerine karşı Naziler Bandera’yı tekrar serbest bıraktı ve Bandera’nın yönettiği milis güçleri 1943 ile 1945 yılları arasında aralarında on binlerce Yahudi’nin de olduğu yüz binden fazla kişinin ölümünde doğrudan rol oynadılar.
Rusya-Ukrayna savaşı başladığından beri dünya Bandera adını daha fazla duymaya başladı; çünkü hem Bandera Ukrayna’da bir süredir itibarı iade edilen bir ulusal kahraman mertebesine yükseltilmişti hem de silahlı neo-Nazi güçler onu tarihsel liderleri olarak görüyorlardı. İki yüzlü Batı ise bunu görmezden geldi ya da önemsizleştirdi. Çünkü yüz yıldır olduğu gibi kapitalizm ne zaman başı sıkışsa, ne zaman bir beka tehdidiyle karşılaşsa, faşizmi yardıma çağırıyor ve onu bir vurucu güç olarak kullanıyordu.
Şimdilerde bir kez daha Filistin vesilesiyle tanıklık ettiğimiz bu riyakârlığı bütün çıplaklığıyla ortaya koyan hadiselerden biri geçtiğimiz günlerde yaşandı. Ukrayna’daki Bandera heykellerinden birine, dayanışma adına İsrail bayrağı yansıtıldı. Yani Holokost’un (Yahudi soykırımının) en önemli figürlerinden biri üzerinden Yahudilerle dayanışma mesajı vermek gibi akıl almaz bir garabet ortaya çıktı.
Artık Bandera’nın mı yoksa onun tarafından katledilen Yahudilerin mi kemikleri sızlamıştır bilemiyoruz ama bu hadise hem Ukrayna ve İsrail’in dünya sisteminin iki şımarık çocuğu olduğunu hem de kapitalizmle faşizm arasındaki ilişkiyi ve bundan kaynaklı o korkunç riyakârlığı bir kez daha gözler önüne sermiş oldu.
Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan NATO’yu Sovyetler sonrası dünyada lağvetmek yerine jeopolitik çıkarları adına daha da güçlendiren ve genişleten, sonra da Ukrayna üzerinden Rusya’nın kapısına dayanan uluslararası kapitalist sistem, tüm dünyayı Rus işgalinin Rusya’nın emperyal heveslerinden, Putin’in çarlık hayallerinden kaynaklandığına, Ukrayna’nın ise mazlum ve masum olduğuna inandırmaya çalışıyor. Buna inanmayan ve itiraz edenlerin başına neler geldiğini ve Batı demokrasisinin bu tür durumlarda nasıl işlediğini ise devreye sokulan sansür ve yasak mekanizmalarından gayet iyi biliyoruz.
Peki aynı Batı on yıllardır devam eden ve bir soykırımın eşlik ettiği İsrail’in Filistin işgali hakkında ne düşünüyor? Ne düşündüğünü görüyoruz. İsrail, uluslararası hukuk bile aksini söylese de işgalci muamelesi görmüyor, herhangi bir ambargoya, herhangi bir yaptırıma maruz kalmıyor, uluslararası organizasyonlardan dışlanmıyor, izole edilmiyor. Tam tersine, Hamas’ın son saldırısına Gazze’de verilen yanıtın da gösterdiği üzere başta ABD olmak üzere bütün bir Batı kayıtsız şartsız İsrail’i destekliyor.
Ukrayna-Rusya ve Filistin-İsrail meselesi bugün içinde yaşadığımız dünya düzenini anlamak açısından en sembolik iki hadiseyi temsil ediyor belki de. Batı istediğini işgalci istediğini direnişçi, istediğini mazlum istediğini zalim, istediğini meşru istediğini gayrimeşru olarak sunabiliyor tüm dünyaya. Kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa ona uygun bir söylem inşa ediyor ve o söylemi sahip olduğu ideolojik aygıtlar aracılığıyla kitleler nezdinde benimsenir hale getiriyor. Korkunç bir yalan ve propaganda makinesi 24 saat boyunca kesintisiz bir şekilde çalışarak zihinleri iğdiş ediyor, insanları ahmaklaştırıyor, sürüleştiriyor.
Bunun Türkiye’de bir karşılığı yok mu peki? Elbette ki var. İçinde bulunduğumuz insanlık durumunu göstermesi bakımından bütün boyutlarıyla ele almamız gereken Filistin meselesine “ama onların dedeleri toprak sattı” ya da “ama onların dedeleri bizi sırtımızdan vurdu” gibi saçmalıklarla ve korkunç bir sığlıkla bakan bir ahmaklıkla sınanıyoruz toplum olarak. Ellerindeki tek siyasi sermaye sığınmacı ve göçmen düşmanlığı olan nevzuhur ırkçılar, hangi istihbarat servisine çalıştığı az çok belli olan etki ajanları, popüler kültür figürleri, atarici soytarılar el ele vermiş, iktidarın yaptıkları sanki yetmiyormuş gibi muhaliflik adı altında koca bir ülkeyi ahmaklaştırıyor, çürütüyorlar.
Peki ya diğer taraf? Sözde Filistin’in yanında yer alan İslamcılar? Tarihsel olarak sahiplenmedikleri bir davayı sırf Yahudi düşmanlığı ve cihat ideolojisi adına şimdilerde benimsiyormuş gibi yapıyorlar onlar da. Emperyalizmle, dünya sisteminin adaletsizliğiyle, kapitalizmle özsel bir dertleri yok; meseleyi dinler/medeniyetler arası bir savaşa indirgiyor, buradan başka bir tür faşizmi yeniden üretiyorlar.
Ama sadece bu değil; davayı sahipleniş biçimlerinin de sahici olmadığını biliyoruz. Soğuk Savaş boyunca emperyalizmin seküler Arap rejimlerine yönelik müdahalelerine antikomünizm adına ses çıkarmadılar. Son yirmi yılda ise Filistin direnişinin en büyük destekçileri olan Irak, Libya ve Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin bir parçası oldular. İlk ikisi yıkıldı ama El Kaide’siyle, İhvan’ıyla, ÖSO’suyla, IŞİD’iyle İsrail’in baş destekçisi ABD güdümünde ve Katar’ın, Suud’un sponsorluğunda saldırdıkları halde Suriye’yi yıkmayı başaramadılar.
Bugün Filistin meselesi Türkiye için de dünya için de bir ayna niteliğinde. Antisemitizm (Yahudi düşmanlığı) Batı medeniyetinin içerisinde dallanıp budaklandı ve yine aynı yerde Nazizm’e dönüştü. Tarihin en büyük soykırımını Batı medeniyetinin içerisinden çıkan bir ideoloji olan Nazizm gerçekleştirdi. İngiltere 2. Dünya Savaşı öncesi Nazilerle Sovyetler’i birbirine kırdırmaya çalıştı, ABD ancak Stalingrad’ın düşmeyeceğini anladıktan sonra savaşa gerçek anlamda müdahil oldu. Sovyetler 20 milyon insanını savaşta kaybederken Hollywood ABD ordusunun kahramanlıklarını anlatan filmler çekti. Oysa ABD Nazi kadrolarını ülkeye taşıyıp onlarla birlikte Sovyetler’e karşı NATO’yu ve CIA’yı kurdu. Soğuk Savaş boyunca Ortadoğu’daki bütün gerici rejimlerin ve örgütlerin arkasında Batılı emperyalist devletler vardı. Cihatçılığı Afganistan’da besleyip büyüten ABD oldu, cihat ideolojisi ABD’nin Irak işgaline duyulan tepkinin sonucu olarak tüm bölgeye yayıldı. Filistin davasının İslamcıların kontrolüne geçmesi de bu sayede mümkün oldu. Ukrayna’da önce renkli devrimle, sonra da neo-Nazilerle Rusya’yı çevreleme politikasından vazgeçilmediği ortaya konuldu, NATO gelecekteki Çin kapışması öncesinde Rusya sınırlarına dayandı ve işte bugün soykırımcı Nazi Bandera’nın heykeline İsrail bayrağı yansıtılması gibi bir sirk gösterisiyle karşı karşıyayız.
Tüm bunlar olurken Türkiye yönetici sınıfının ne yaptığını ise biliyoruz. 1946’dan itibaren antikomünizmi siyasetin merkezine koydular, bağımlı bir ekonomi, gerici bir toplumsal yapı yarattılar. Türkiye’yi devasa bir ABD/NATO üssü haline getirdiler, her türlü emperyalist savaşa müdahil olmaya çalıştılar, buna karşı çıkanları cezaevlerine doldurdular, idam ettiler, öldürdüler.
Türk sağı ise bunların hepsine ortak oldu; Menderes’ten bugüne uzanan bir çizgi, milim sapma olmaksızın sermayenin ve emperyalizmin çıkarları adına hareket etmeye ve işbirlikçiliğe devam etti. İşte bugünlere oralardan gelindi, işte bugünkü çöküş tablosu, uçurumun kenarına geliş hali böyle ortaya çıktı.
Bugün dünya, sermaye düzeninin kendisini getirdiği yerde, adaletsizliğin ve eşitsizliğin kural olduğu, açlığın, yoksulluğun, savaşın, iklim felaketinin üzerine demokrasi, insan hakları, özgürlükler adlı yalancı örtülerin örtüldüğü bir halde, başka bir tür faşizme doğru doludizgin ilerliyor.
Nazizm’in iktidara gelişini de gören Frankfurt Okulu düşünürlerinden Horkheimer, “kapitalizm hakkında sessiz kalanlar, faşizm hakkında konuşmasınlar” minvalinde bir söz söylemişti zamanında. Bir kez daha tam olarak oradayız, kapitalizmin beka tehdidiyle faşizmi yardıma çağırdığı zamanlardayız. İşte tam da bu yüzden konuşmak zorundayız, ya kapitalizm hakkında konuşacağız ya da faşizm konuşmamıza zaten izin vermeyecek.
soL / 18.10.23