Geçtiğimiz günlerde Arap medyasında bir haber okudum.
Şam’da yaşayan Amina Şaban adlı sanatçı evinde ölü bulunmuş. Şaban’ın komşuları bir süredir evden kokular geldiğini fark edip polisi haberdar etmiş. Eve gelen polise göre Şaban öleli 4 gün olmuş.
“Amina Şaban köşe yazısına konu olduğuna göre Suriye’de ve hatta Arap dünyasında önemli bir sanatçı olmalı” diye düşünenleriniz olacaktır.
Açıkçası Şaban’ın adını ben de ilk kez duydum.
Şaban’ın cesedi ve Arap baharı
Bugünlerde her dilden dünya basını hararetle, öfkeyle, hayal kırıklığıyla, ‘Bu iş daha bitmedi’ telkinleri ile kaleme alınmış Arap ayaklanması değerlendirmeleri ile dolu. Yazılardaki grafikler, veriler, istatistikler arasında kaybolmamak işten değil.
Ancak diğer taraftan kanlı çatışmaların çarpıcı, ürpertici, insani duyguları sarsıcı görüntülerle ekranlara taşındığı günler geride kaldı. Ya da yüz milyonların hayatını altüst eden o kaosu ekranları başında takip edenler artık doydu.
Birkaç yıl öncesine kadar canını kurtarma derdine düşen milyonlarca insan bile duruldu, hayatının hasar tespitini yapmaya çalışıyor.
Ölenlerin isimleri, hikayeleri, umutları, iyilikleri ve kötülükleri yok artık; hepsi birer rakama dönüştü. Üstelik tahmini rakamlara… Mesela hiç kimse 2011 yılından beri kaç Libyalının, Tunuslunun, Mısırlının, Suriyelinin, Iraklının öldüğünü tam olarak bilmiyor.
Akdeniz ‘daha iyi bir hayat’ düşleyenleri yutan uçsuz bucaksız bir mezarlığa dönüştü. Türkiye’de, Yunanistan’da, İtalya’da kimsesizler mezarlığında baş uçlarında bir numara yazılı tahta parçaları ile yatanların asla ziyaretçisi olmayacak.
İnsan kaçakçılarına para karşılığında böbreklerini satan göçmenlere üstten üstten bakıp “Ülkesinde çatışma da bitmiş!” diye ahkam kesenler kaç insanın organ tacirlerinin, fuhuş mafyalarının elinde yok olduğunu umursamıyor bile.
Halbuki gerçek savaş silahlar sustuktan sonra başlıyor.
Bu açıdan Amina Şaban’ın yalnız başına ölümüne ve cesedinin bulunuşuna dair birkaç satır haber Suriye’yi ve Arap dünyasını az çok tanıyanlara çok şey anlatıyor.
“Dünyanın her yerinde yaşlılar hatta gençler tek başlarına evlerinde ölüyorlar” diyebilirsiniz. Haklısınız. Bu durum birçok ülke için normal olabilir ancak Suriye için değil!
Suriye’de insanlar yalnızlıktan değil, yalnız kalamamaktan şikayet ederler(di) yakın zamana kadar.
Haftada birkaç gün komşularla kahve içmeyene, balkonda/sokakta karşılaşıp da ilgisiz davranana pek hoş bakılmadığı gibi 1-2 gün görünmeyenin illa ki kapısı çalınır(dı).
Amina Şaban 2010’da ölmüş olsaydı muhtemelen ne evinde yalnız olacaktı ne de cesedi 4 gün sonra bulunacaktı.
Savaşların sosyolojik boyutuna atıfla “Toplumsal doku bozuldu” değerlendirmelerine illa ki denk gelmişsinizdir.
Şaban’ın ölümü bu değerlendirmeye örnek işte!
Her ev bir savaş alanı
2011’de Suriye’de ayaklanma başladığında ülke nüfusu 23 milyon civarındaydı. Yıllar içinde yaklaşık 7 milyon insan farklı ülkelere göç etti. Yaklaşık 9 milyonu da ülke içinde yer değiştirdi.
Artık her ailede en az bir ağır savaş hikayesi var. Kimisi en az bir evladını kaybetmiş, kimisi bütün ailesini. Kimilerinin evi barkı yerle bir olmuş, taş üstünde taş kalmamış; yarınların belirsizliğinden endişeli…
Yıllar süren savaştan eve enkaz halinde dönmüş askerler, siviller; savaş döneminde çeşitli derecelerde yaralanmış asker ve sivillerden oluşan bir sakatlar ordusu var.
Birçok evde erkek yok. Günümüzde kendini ve çocuklarını doyurmak zorunda olan yüz binlerce kadın var ama üniversite diplomaları olsa bile iş tecrübeleri yok, nereden başlayacaklarını, ne yapacaklarını bilmiyorlar.
İnsanlar çıkış bulamadığı için kendi bedenini satmaya başlayan kadınların hikayelerini anlatıyor. Ancak kınayanlar değil, “Ne yapsın? Başka çaresi olsaydı bunu yapar mıydı?” diyenler çoğunlukta.
Savaşın ilk yılları önce büyük aileler parçaladı. Zor zamanlardı, yarının ne getireceği belli değildi, para yoktu ve herkes en yakınını bile koruyup doyurmakta zorlanmaya başlamıştı. İnsanlar çekirdek ailesine sıkı sıkıya tutunuyordu.
Uzadıkça uzayan savaş; evleri, sokakları, okulları, iş yerlerini, fabrikaları; velhasıl geleceği kurmak için zorunlu her şeyi de hızla öğütüyordu. Canını kurtarmak için kaçmaya başlayanlara daha iyi bir hayat ümidine sarılanlar ve tek derdi iş bulmak olanlar da katılmaya başladı.
Göçmen sayısı katlanarak arttıkça Suriye’de kalan çekirdek aileler de parçalandı. Evler boşaldı, gençlerden çok orta yaşlılar ve yaşlılar görünür oldu sokaklarda.
Neredeyse herkesin evi, ölenlerin, göçüp giden evlatların ve torunların fotoğrafları ile dolu bir fotoğraf köşesi var artık.
Kimsenin kimseyle ilgilenecek, komşusunu kollayıp başkaları için endişelenecek, başkalarını merak edecek hali de yok hevesi de…
İnsanlar artık bitişikteki komşularını sadece güvenliğine tehdit olur mu endişesiyle merak ediyor.
Kimsin sen komşu?
Eski ezberler üzerinden yazılan “devrimci ÖSO” güzellemelerine bakmayın siz. Silahlı gruplar içinde, “Benim bu devletle kapanmamış hesabım var ve tek yol silah” diyen ve cihatçı olmayan çok az Suriyeli vardı. İlk haftalardan itibaren El Kaide’nin Suriye kolu olan Nusra Cephesi dahil cihatçılar sahadaydı ve askeri kazanımların tamamı onların eseriydi.
Cihatçılar cihatçı olmayanları eritirken Suriye devleti de hem cepheyi küçültmek hem de aileleri ile birlikte düşünüldüğünde sayıları on binlere ulaşan bir kitleyi karşısına alamayacağı için af üstüne af çıkardı.
BM, Rusya, İran, Fransa, Türkiye dahil çeşitli ülkelerin ara buluculuğu ile yürütülen uzlaşma süreçlerinin koordinasyonu için Şam’da bir Uzlaşma Bakanlığı da kuruldu.
Her uzlaşmadan sonra afla geri dönüş veya ülke dışına ya da İdlip’e nakil şartlarından birini seçiyordu silahlı grupların mensupları.
Binlercesi affı seçti, göstermelik bir sorgulamadan sonra yaşadıkları yerlerde kalmaya devam ettiler. Bir kısmı “Devlet karşıtı eylemlere girişmemek ve bulundukları yeri radikal örgütlere karşı korumak” şartıyla silah desteği de aldı.
Şimdilerde “birlikte yaşam” denildiğinde Suriye dışındakilerin aklına aynı senaryo geliyor; komşu komşuyla savaştı, bir arada yaşayamazlar! Ancak yaşıyorlar. Şimdiye kadar kitlesel, bir mahallenin diğerine hücum ettiği gerginlikler olmadı.
Bu, birbirlerini affettikleri anlamına gelmiyor ancak herkes savaş yorgunu, herkes yıkımın altında kaldı ve herkes kimliğini, amacını daha ilk aylarda yitirmiş olan bir savaşın içinde savrulup kayboldu.
İki taraf komşu olmayı istemese de aynı hastaneye gitmek, çocuklarını aynı okullara göndermek, aynı iş yerlerinde çalışmak zorundalar. Çünkü herkes yaşamak zorunda!
Eski düşmanların ortak dertleri!
Savaş geriye ruh hali harap milyonlar da bıraktı. Kimsenin kimseye sabrı da yok tahammülü de… Basit hırsızlık ve gasp girişimlerinin çoluk çocuk bir ailenin katliyle sonuçlandığı olaylar herkesi korkutmaya yetiyor.
Yeni suç örgütleri türedi. Öksüz ve yetim çocuklardan oluşan çeteleri konuşuyor insanlar. Fidye için insan kaçıran, organ ve fuhuş için kadın ticareti yapan örgütler herkesi huzursuz ediyor.
Kitlesel yer değiştirmelerden dolayı kimsenin kimseyi tanımadığı şehirlerde insanlar yan komşusundan tedirgin!
Dünün can düşmanları dahil herkesi ezen en büyük sorun ise ekonomik kriz…
Amina Şaban, Sanatçılar Sendikasından aylık maaş alıyormuş. “Ne kadar alıyordu acaba?” diye düşündüm. Bugünlerde kara borsada 100 dolar 400 bin lira civarında. Ortalama memur maaşı 60-70 bin… Bir emekli sanatçıya sendika aylık 30 bin veriyor mudur acaba? 30 bin liraya 1 kilo pirinç, bir kutu çay, bir kilo domates ancak alınıyor bugünlerde…
İnsanlar demokrasiyi, seçimi, muhalefeti filan değil yaptırımları ve ekonominin dibe vuruşunu konuşuyor.
Cihatçılarla hürriyet, yaptırımlarla demokrasi
Bugünlerde herkes “Arap Baharı niye Arap kışına döndü?” diye soruyor.
Ayaklanma süreci her ülkede farklı gelişti ancak Suriye’deki en başından prematüre bir devrim girişimiydi.
İlk haftalardan itibaren onlarca ülkeden cihatçı Suriye’ye akmaya başlamıştı. Askeri, finansal, siyasi ve medya destekleri yıllarca sürecek bir savaşı harlamaya yetecek kadar cömertçeydi.
Suriye’deki tek partili sistem, kurumların demokratik esaslardan çok uzak olması, basın ve ifade özgürlüğünün olmaması, muhalefetin ve sivil toplum kuruluşlarının bulunmaması gibi şartlar yıllar sürecek vekalet savaşının hiçbir zorlukla karşılaşmadan hızla yayılmasını da sağladı.
Mesela Suriye’de “Bıçakla kesilecek kadar ağır bir hava” varken televizyon kanalları bol kahkahalı sabah programları, komedi dizileri filan yayımlıyordu. Suriyeliler de Suriye’yi cihatçılar da dahil silahlı grupların finansörlerinin televizyon kanallarından takip ediyordu.
On yıllardır tek partili sistemle muhalif hareketlerin önünü tıkayan anlayış “ülke bütünlüğünü savun da ne söylersen söyle” diye iç muhalif aramaya başladı.
On yıllardır her fırsatta susturulan ülke içindeki muhaliflerin Şam’da yaptıkları toplantılar devlet televizyonunda canlı yayımlanır oldu ancak artık çok geçti. Ne muhalefetin ve önleri açılan yeni hareketlerin teşkilatlanmasına uygun şartlar vardı ne de zaman…
“Özgür bir Suriye için savaştığını” uluslararası basına anlatan ama Arap bile olmayan figürler Suriye devriminin yüzleri oldu.
Suriye televizyonları bütün gün Suriye’deki cihatçıları anlatıyordu ancak özgür ve bağımsız medya olmayınca seslerini duyan olmadı. Zaten doğru düzgün İngilizce yayın yapan haber televizyonu, internet sitesi olmadığı gibi fikir beyan edecek düşünce kuruluşu veya uzman da bulmak çok zordu. Hâlâ çok zor!
Velhasıl Şam’dan değişim sözleri verildi, anayasa değişikliği yapıldı, kapıların açık olduğu defalarca duyuruldu ancak dinleyen yoktu. Sonuçta ABD’nin, Türkiye’nin, Suudi Arabistan’ın; velhasıl Suriye’ye Suriyeliler için müdahale ettiğini, milyonlarca doları sadece demokratik bir Suriye görmek için harcamaya hazır olduğunu söyleyenlerin Suriye’de değişime değil vekalet savaşına ihtiyacı vardı.
Devrim neden başarısız oldu?
Peki dış müdahale olmasaydı Suriye dahil Arap dünyasında gerçekten bir devrim olur muydu?
Bence olmazdı. Çünkü, iç dinamiklerin tek başına değişim/dönüşüm sağlayabilmesi devamlılık ister. On yıllardır çoğulcu parlamenter sistemlerden uzak ülkelerde isyan kültürünün bile şekillenmesi yıllar alabilir.
Bu nedenle, her ülke elinde ne varsa ayaklanma döneminde ona sarıldı. Mesela, Mısır’da Mübarek’i devirenlerin elinde sadece on yıllarca geçmişe uzanan kökleri, teşkilatlanma ağı, herkesin aşina olduğu söylemleri ile Müslüman Kardeşler vardı. Ancak Müslüman Kardeşler’in de merhum Devlet Başkanı Mursi’nin de demokrasi veya devrim çabası olmadığı gibi kurumsal dönüşümü sağlayacak vizyonu da yoktu.
Tunus, sivil toplum ve sendikal yapılanmaları ile bölgenin numunesi durumundaydı, hâlâ da öyle. Ancak Tunus’ta seküler kesim çok güçlü olmasına rağmen laik olan Zeynel Bin Ali devrildi yerine yine Müslüman Kardeşler’e yakın Gannuşi hükümeti kuruldu. Gannuşi hükümetinin de devrim yapmak gibi bir çabası yok ancak Tunus’taki seküler kesimin dengelemesi ile Mısır tecrübesinin tekrarlanmasının önüne geçilebiliyor.
Suriye’de dönüşümün şart olduğunu gösterilerin ilk birkaç haftasında sokağa inen her din ve mezhepten, her görüşten ve sosyoekonomik kesimden insan da söyledi, hâlâ söylüyor. Ancak yönetim koltuğuna oturmak parlak ve kitleleri heyecanlandıran söylemlerle değil devlet kurumlarının labirentlerinde kaybolmadan ülkeyi yönetebilecek yeterlilik, tecrübe ve birikim ile mümkün.
Devrim de toplumlar gibi yaşayan, olumlu ya da olumsuz onlarca sonuçla dönüşerek kendini yenileyen ve on yıllara yayılan bir süreç.
Arap Ayaklanması sadece bölgede değil dünyada bir milat oldu.
Peki, devrimi kim yapacak?
Büyük ihtimalle günümüzde binbir belirsizlik içinde kıvranan ve çıkış arayan yeni nesiller hem kendilerinin hem de ülkelerinin geleceklerini şekillendirecek.
‘Suriye devrimi’nden geriye evlerinde tek başına ölen yaşlı insanlar kaldı ancak dünyanın birçok ülkesine dağılmış olan mülteciler kendi diasporalarını kuracaklar. Yeni diller, yeni kültürler öğrenecekler. Bulundukları yerlerde öğrenim görüp farklı görüşlerle kendi kültürlerini harmanlayacaklar.
Değişim, savaşla büyüyen nesillerle beraber ve sancılı kırılmalarla, heyecanlı yükselişlerle kendi kendini tamamlayacak!
Evrensel / 22.03.21