Türkiye’nin en büyük toplu pazarlıkları yaz sıcağında sürüyor. 3,5 milyona yakın kamu görevlisini ve 2,5 milyon memur emeklisini kapsayan toplu sözleşme görüşmelerinde hükümetin bugün (12 Ağustos 2021) teklif vermesi bekleniyor. Yaklaşık 650-700 bin kamu işçisini kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmeleri ise bu yazı yazılırken sonuçlandı. 7 milyona yakın kamu çalışanını, emekliyi ve onların ailelerini ilgilendiren toplu pazarlıklar özel sektördeki diğer toplu pazarlıklar ve ücret seviyeleri için de yol gösterici olacak. Bu nedenle adeta Türkiye’nin toplu pazarlığı söz konusu.
Devasa bir çalışan kitlesini ve onların ailelerini ilgilendiren bu toplu pazarlıkların gerçek ve özgür bir toplu pazarlık süreci olmadığını, grev hakkını içermediğini dolayısıyla sendikaların masaya baştan elleri kolları bağlı oturduklarını not ederek başlayalım. Bugün sizlere Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın (SBB) resmi verilerini esas alarak memurların, memur emeklilerinin, kamu işçilerinin ve işçi emeklilerinin ücret, maaş ve aylıklarının son 20 yılda (Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri döneminde) nasıl eridiğini, emekçilerin nasıl yoksullaştıklarını ve ülkenin büyümesinden giderek nasıl daha az pay aldıklarını anlatacağım.
İktidarın yarattığı enflasyon algısı
Çalışanların gelirlerinin artıp artmadığı sık sık enflasyon esas alınarak ölçülür. Ücretler ve maaşlar enflasyon kadar ve enflasyonun biraz üzerinde artarsa ne ala! Alım gücü korunmuş kabul edilir. Nitekim yeni Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Prof. Dr. Vedat Bilgin de kamu kesimi toplu pazarlıklarıyla ilgili yaptığı değerlendirmede “çalışanı enflasyona ezdirmeyeceğiz” dedi. Ancak deneyimli bir sosyal politikacı olarak Vedat Hoca da gayet iyi bilir ki enflasyon, çalışanların yaşam ve geçim koşullarını ölçmek için yeterli bir ölçüt değil.
Öncelikle enflasyon hesaplaması konusunda büyük tartışmalar ve inandırıcılık sorunu var. TÜİK tarafından hesaplanan tüketici enflasyonuna dönük olarak gerek kamuoyunda gerekse bilim dünyasında büyük eleştiriler var. Enflasyon ölçümüne özellikle ücret, maaş ve emekli aylıklarına yapılacak zamlar öncesinde çeşitli yollarla müdahale edildiği ve enflasyonun düşük çıkarılmaya çalışıldığı biliniyor. Bu nedenle resmi enflasyonun güvenilir bir ölçüt olmadığı ve ücretleri enflasyona endekslemenin yeterli olmayacağı sır değil.
Öte yandan bir an için enflasyonun doğru ölçüldüğünü kabul etsek bile, ücretleri enflasyona endekslemek çalışanların ve emeklilerin refahı için yeterli değil. Asıl önemli olan çalışanların ülke ekonomisindeki büyümeden, toplumsal zenginlik artışından pay alıp alamadıklarıdır. Ülkenin reel olarak enflasyonun çok üzerinde büyüdüğü durumlarda emekçiler bundan pay alamıyorsa bölüşüm ilişkileri kötüleşiyor, gelir eşitsizliği artıyor demektir.
Bu nedenle sendikalar resmi enflasyon endekslemesine hapsolmadan çalışanların gelirlerinin kişi başına gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) artışı ile paralel olup olmadığına odaklanmalıdır. Eğer ücretler ve maaşlar ile emekli aylık ve gelirleri kişi başına milli gelir artışından daha az artıyorsa sınıfsal eşitsizlik artırıyor demektir. Dikkati her daim buraya vermek gerekiyor. Sadece enflasyona bakmak, enflasyona paralel gelir artışına hapsolmak işçilerin, emekçilerin, emeklilerin göreli olarak yoksullaşması demektir. Bu ise sonuçta büyüme ile artan toplumsal zenginliğin varlıklı sınıflara akmasına seyirci kalmak olur.
20 yılda toplu yoksullaşma
Şimdi ülkemizdeki kişi başına ekonomik büyüme ölçütünü esas alarak kamu işçilerinin, memurlarının ve emeklilerin 20 yıl boyunca nereden nereye geldiklerine bakalım. Bu yazıda dört çalışan grubunun durumunu (ortalama memur maaşını, kamu işçisi ücretini, işçi emekli aylığını ve memur emekli aylığını) ele alacağız. Tüm veriler Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’na (SBB) ait. SBB bu dört çalışan ve emekli kategorisinin ücret, maaş ve aylıklarının 2002 ile 2021 yılı temmuz ayı arasında nasıl değiştiğine dair verileri yayımladı. Bu verilere ve ortalamalara çeşitli itirazlar var ve sendikalar bu ortalamaların daha düşük olduğunu belirtiyor. Ancak resmi verileri esas alarak hesabımıza devam edelim. Ücret ve maaşların giydirilmiş olduğunu, ortalama olduğunu ve yan ödemeleri içerdiğini vurgulayalım. SBB verilerine göre 2002-2021 arasındaki 20 yılda çalışan ve emekli ücret ve aylıkları şöyle değişmiş:
Ortalama memur maaşı 578 TL’den 5.088 TL’ye (artış %875)
Ortalama kamu işçisi ücreti 1.012 TL’den 7065 TL’ye (artış %698)
Ortalama işçi emekli aylığı 276 TL’den 2.599 TL’ye (artış %942)
Ortalama memur emekli aylığı 502 TL’den 3.569 TL’y e (artış %711)
Bu artışlar nominal (parasal) ve tek başına hiçbir şey ifade etmez. Bu artışların anlamlı olup olmadığı iki ölçüte göre anlaşılabilir birincisi enflasyon diğeri ise kişi başına gayrisafi Yurtiçi hasıla (GSYH) artışı. Yukarıda enflasyon ölçütünün yetersiz olduğunu vurgulamıştık. O halde asıl karşılaştırma kişi başına GSYH artışı ile yapılmalı.
SBB resmi verilerine göre 2002 yılında 5.486 TL olan Kişi Başına GSYH 2021 yılında 66.516 TL olarak hedeflenmiş. Böylece 2002-2021 arası ülkemizin kişi başına geliri yüzde 1.212 artmış oluyor. Dikkat ediniz, bu kişi başına artış nüfus artışını da içeren bir artış. Kuşkusuz bu artış da nominal (parasal) bir artış. O nedenle gelirlerdeki nominal artış ile kişi başına milli gelirdeki artışı karşılaştırmak gerçek tabloyu, gelirin adil dağılıp dağılmadığını emekçilerin büyümeden pay alıp almadıklarını ortaya koyacak. Şimdi bu karşılaştırmayı yapalım. Kişi Başına GSYH artışını 100 kabul edersek ücretler, maaşlar ve aylıklar ne kadar arttı?
Gelir bölüşümüne odaklanmalı
Grafikte de görüldüğü gibi Kişi Başına GSYH (ekonomik büyüme) artışını 100 varsaydığımızda ortalama işçi emekli aylığı 77,7’de, ortalama memur maaşı 72,2’de, ortalama memur emekli aylığı 58,6’da ve kamu işçisi ücreti 57,6’da kalmış. Diğer bir ifadeyle işçilerin, memurların ve emeklilerin gelirleri son 20 yılda ülkedeki büyümeden zenginleşmeden yeterince pay alamamış. Kişi başına GSYH artışı ile karşılaştırıldığında ortalama olarak işçi emeklileri yüzde 22,3, memurlar yüzde 28, memur emeklileri yüzde 41 ve kamu işçileri yüzde 42 oranında geride kalmış.
Oysa gelir dağılımının 2002’deki düzeyde kalması için işçi, memur ve emeklilerin gelirlerindeki artışın kişi başına milli GSYH artışına paralel olması gerekiyordu. Demek ki emek gelirleri göreli olarak düşmüş ve emekçiler göreli olarak yoksullaşmış. Şimdi denecektir ki “olur mu öyle şey! çalışanların alım güçleri artıyor, ücret ve maaşlara enflasyon oranında ve üzerinde zam yapılıyor. Çalışanlar ve emekliler bu kadar yoksullaşsaydı buna itiraz ederlerdi.”
Fakat kazın ayağı öyle değil. Çalışanların ve emeklileri bireysel olarak enflasyon civarında zam almaları onların gelirlerini geçmişe göre bireysel olarak iyileştirmiş olabilir. Ayrıca yukarıda vurguladığımız gibi enflasyon hesaplaması da tartışmalıdır. Oysa emekçilerin gelir artışlarının kişi başına GSYH artışının altında kalması emekçileri toplumsal ve sınıfsal olarak yoksullaştırır ve gelir dağılımı bozar. Bunun bilincine emekçiler bireysel olarak ve kendiliğinden varamayabilir. Sendikaların görevi enflasyon endekslenmesine hapsolmadan bunu sağlamaktır. O nedenle bölüşüm ilişkilerine odaklanmak lazım. Bölüşüm ilişkilerine sadece enflasyon ölçütü ile bakılamaz.
Ülke ekonomisindeki büyümeden emekçiler yeterli pay alamadıklarında bu büyümeden varlıklı sınıf ve katmanlar, sermayedarlar çok daha büyük pay alıyor demektir. Son zamanlarda kamuoyuna yansıyan emek harcamadan elde edilen/çökülen acayip paralara, zengin yüzde 1 ile toplumun geri kalan yüzde 99’u arasındaki gelir ve servet uçurumunun artışına bu gözle bakmalı. Asıl mesele gelirin sınıfsal bölüşümü meselesidir. Bu bölüşüm son 20 yılda emekçiler aleyhine gelişti. Emekçiler milli gelirin altında ezildi!
Bu dönem toplu pazarlıklarda geçmiş yıllardan farklı olarak sendikalar arasında güç birliği gündeme geldi. Bu son derece önemlidir. Bu aynı zamanda ücretlerde ve maaşlarda yaşanan kayıpların ve aşınmanın da çok önemli bir göstergesidir. Güneş çarığı, çarık da ayağı sıkıyor. Bu nedenle sendikaların toplu pazarlık tekliflerinin önemli bir tırmanış gösterdiğini söylemek mümkün.
Bu tekliflerin ne kadarının gerçekleşeceği ayrı bir soru ve doğrudan mücadele kapasitesine ve iradesine bağlı. Ne memur toplu pazarlığında ne de kamu işçisi çerçeve protokolü sürecinde grev prosedürü yer veriliyor. Otoriter bir toplu pazarlık rejimi söz konusu. Bu otoriter toplu pazarlık rejimi içinde emekçilerin gelirleri artırmak sendikal irade ve mücadele gerektiriyor. Grev bir prosedür değil irade işidir. Yoksa sadece yakınma cümleleri kurmanın emekçilere faydası olmaz.
BirGün / 12.08.21