Merkez Bankası, 23 Kasım günü skandal bir açıklamaya imza atarak, “bankanın kur seviyesine ilişkin bir taahhüdü olmadığını, sadece oynaklığa müdahale ettiğini” beyan etti. Ancak söz konusu günde dolar kuru 13.50 liraya kadar yükselmişti. Eylül ayı başında MB Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun “çekirdek enflasyonu” işaret etmesinden başlayarak, dolar 8.30 liradan çıkışa geçmiş, oynaklık aşırı derecede artmıştı. Hatırlayalım Naci Ağbal’ın Mart 2021’de görevden alınmasının ardından başkanlık koltuğuna oturan, “faiz sebep enflasyon netice” tezinin savunucularından Kavcıoğlu, enflasyonun üzerinde faiz verecekleri teminatını sürekli yineleyerek o tarihe kadar liranın aşırı değer kaybını önlemişti. Birdenbire çekirdek enflasyona gönderme yapması ise, faizleri indireceklerinin emaresi sayılmış, bir anlamda baraj kapıları açılmış, döviz artışının önündeki tüm engeller kalkmıştı.
Nitekim eylülden başlayarak üç ay arka arkaya 100, 200, 100 puanlık indirimlerle MB 1 haftalık repo faizi yüzde 15’e kadar çekilmiş, böylelikle mevduat faizlerinin resmi rakamlara göre bile yüzde 20 civarında seyreden enflasyonun iyice altında kalacağı anlaşılmıştı. Artık tasarruf sahiplerinin dövize yönelmesi önünde hiçbir engel kalmamıştı. Belki bundan daha önemlisi, başta Tayyip Erdoğan ve AKP sözcülerinin liranın değer kaybından rahatsızlık duymadıklarını, böylece ihracatın artarak cari fazlaya geçilmesini umduklarını beyan etmeleri, kura müdahale edilmeyeceğinin güvencesi sayılmış, bu da döviz spekülasyonunu körüklemişti.
TCMB’nin oynaklık vurgusu yanlış mı?
Bir paranın değer kaybından öte, tahteravalli gibi bir aşağı bir yukarı savrulması gerçekten daha tehlikelidir. MB geçmişte sürekli bu vurguyu yapar, oynaklığı azaltma doğrultusunda gerekli operasyonlara da girişirdi. Çünkü oynaklık koşullarında belirsizlik artar, geleceği görmek zorlaşır, ekonomideki aktörlerin karar alması imkânsızlaşır. Yatırımlar ise zaten durur. Tam da bugünlerde yaşanana benzer biçimde, ticarette fiyatlandırma güçleştiği için kimse malını elinden çıkarmak istemez. Tedarik zincirleri tıkanır. Böyle çalkantılı süreçlerde döviz spekülasyonu marifetiyle büyük vurgunlar vuranlar çıktığı gibi, keskin zararlara uğrayanlar, iflasa sürüklenenlere de rastlanır.
1994, 2001, 2018 döviz krizlerinde TL’nin aşırı değer kaybının ardından, başlangıç noktasına gelmezse dahi zararlarının önemli bir kısmını hep telafi ettiğine tanık olduk. Bu aşırı savrulmalar literatürde “overshooting” diye adlandırılıyor. Genellikle de trene son vagondan atlayan amatörlerin cezalandırılmasıyla sonuçlanıyor. İşte bu nedenlerle MB’nin aşırı oynaklığa izin vermemesi gerekiyor.
Ama ne gezer! Salı günkü açıklama sonrası liranın hızlı iniş çıkışları devam etti ve bir müdahale yapıldığına dair hiçbir işaret göremedik. Burada iki olasılık akla geliyor. Ya MB iyice aciz, çabaları sonuç vermiyor, ya da beyanlarının aksine kılını kıpırdatmıyor, kamuoyunu yanıltıyor. Takdir edersiniz ki ikisi de birbirinden vahim durumlara işaret ediyor. Öncelikle sade yurttaşlarımızın bu dönemde dövizden uzak durmalarında yarar var. Ortalıkta “milli para” ne kadar değer yitirirse ülkenin o kadar yararına olacağı, Çin benzeri dünyaya parmak ısırtan bir kalkışa geçeceğimiz yolunda zırva metinler dolaşıyor. Daha da vahimi Saray’ın bu tezlere itibar ettiği, buradan bir çıkış umduğu anlaşılıyor. Ama ortada ekonominin bünyesini bozan bir durumla karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği var. Adeta hepimizin geleceğini tehlikeye atan bir kumar oynanıyor. O nedenle bilinçli yurttaşımızın bu kadere rıza göstermeyip sokaklarda, sosyal medyada tepkilerini dile getirmeleri, itirazlarını yükseltmeleri çok doğru ve anlamlı.
Cari fazla verme hedefi gerçekçi mi?
Öncelikle bir ekonomide cari fazla vermek bir ülkenin tasarruflarından daha az yatırım yapması anlamını taşır. Birincisi, Çin gibi tasarruf oranı yüzde 45’lerde seyrettiği için daha az yatırım yapan veya Almanya gibi tasarrufları yüzde 27’de bulunsa da o ölçüde yatırım fırsatı bulunmayan ülkelerin cari fazla vermeleri doğal kabul edilebilir. Türkiye benzeri yüksek büyüme hızı hedefleyen, dolayısıyla yatırımlara ivme kazandırması beklenen, ancak tasarruf oranı Orta Vadeli Program’da yüzde 27 olarak tahmin edilen gelişmekte olan bir ülkenin cari fazla vermesi, büyüme ve kalkınma sevdasından vazgeçmesi anlamına gelir.
İkincisi, faizleri enflasyonun iyice altına çekmeye çalışan bir ekonomide tasarrufların caydırılması söz konusudur. Evet, bir ülke Türkiye’nin 60’ları, 70’leri gibi sürekli enflasyonun altında faiz oranları ile hızlı bir büyüme temposu yakalayabilir, sanayileşme yolunda aşama kaydedebilir. Gelgelelim sermaye akımlarının serbest olduğu bir ortamda insanların şimdi olduğu gibi dövize, altına, borsaya, kripto paralara yönelmesini engelleyemediğiniz koşullarda, böyle zorlamalar paranızın değer kaybıyla sonuçlanır.
Üçüncüsü, reel döviz kurunun düşmesiyle birlikte ihracatta ancak sınırlı bir artış sağlayabilirsiniz. Sattığınız eteğe, pantolona, buzdolabına kimse daha fazla dolar-euro ödemez. Aksine fiyat kırmanızı, aynı ürünü daha ucuza satmanızı isteyebilir. Dış ticaret istatistikleri tam da bu noktaya işaret ediyor; ihracat miktar endeksi hızla artarken, birim endeksi daha yavaş bir tempoda düşüyor. Türkiye daha az katma değerle mallarını yurtdışına satıyor ve ancak sınırlı bir döviz artışı sağlıyor.
Dördüncüsü, bu kurlarla yeni yatırım yapılması, kapasite yaratmak için gereken makine ve ekipmanın ithal edilmesi olanaksızdır. Sakız gibi ağızlarda sürekli çiğnenen, yüksek teknolojili, yüksek katma değerli üretim hedefi hayal olmaya mahkûmdur. Sadece ucuz işçiliğe dayalı, emek yoğun, düşük katma değerli üretimle bir miktar ihracat artışı gerçekleşebilir. Bu sektörler de işlenmiş gıda, mobilya, tekstil ve hazır giyim benzerleridir.
Beşincisi, AKP rejiminin yıllardır ülkeyi mahkûm ettiği yüksek cari açık-biriken dış yükümlülükler kısır döngüsü sonucu cari dengeyi sadece dış ticaret belirlemiyor. Bu yıl yurt dışına faiz, kar transferi, ücret ödemelerinin tutarı 11.2 milyar dolara ulaşıyor. Bu da ya dış borçları yapılandırma-erteleme gibi radikal bir adım atmaktan, ya da “makul” cari açıkları kabullenmekten başka seçenek bırakmıyor.
Faiz indirmek çözüm mü?
MB’nin politika faizlerini 3 kez indirmesi, muhtemelen de bu sürecin devam edecek olması, finansman maliyetini aşağı çekmeye tek başına yeterli değil. Önemli olan, fiilen uygulanan faizlerin gönül rızasıyla düşüp düşmediği.
Piyasada en düşük risk taşıdığı varsayılan, bu nedenle de en az maliyetle borçlanması beklenen Hazine’nin tahvillerinde bile faiz oranları yüzde 21’in üzerine sıçramış durumda. Eğer hükümetten baskı gelmese, bankaların yüzde 18 ile ticari kredi vermek yerine devlet iç borçlanma senetlerini alıp keyfine bakması beklenir. Piyasadaki çek ve senet vade farklarının da, MB faiz indirimiyle düşmek bir yana yüzde 20’nin üzerine sıçradığı biliniyor. Yani yüzde 15 faiz oranı gerçeklerle örtüşmüyor.
Ayrıca olayın bir de sınıfsal boyutu var. Şirketlere açılan kredilerin düşürülmesi, özellikle inşaat sektörünün ucuza fonlanması istenirken; daha çok düşük ve orta gelirlilerin başvurduğu ihtiyaç kredileri ve kredi kartı bakiyelerinde “makro ihtiyati” önlemler adı altında, aksine borçlanma zorlaştırılıyor. Bankaların temel fon kaynağı mevduat faizlerinin düşük tutulması isteği de, döviz ikamesini yani dolara, euroya dönmeyi teşvik ediyor. Şimdiden toplam mevduatlar içerisinde yabancı parayla olanların ağırlığı yüzde 60’a dayanmış durumda.
Enflasyonu tutana aşk olsun!
Enflasyona gelince; hatırlanırsa 2018 yazında tanık olduğumuz döviz krizinde Üretici Fiyat Endeksinin (ÜFE) yüzde 50’ye dayanması birkaç ay gecikmeli biçimde tüketici fiyatlarını yüzde 20 bandının üzerine çekmiş, yıl içinde tekrar tek haneli rakamlara dönülmüştü. Ancak o dönemde MB’nın faizleri yüzde 24’e yükseltmesiyle kurların geri çekildiğini görmüştük. Ne var ki bu kez kurlarda bir sakinleşme görülmediği, MB bu yönde adımlar atmadığı gibi, ekonomi yönetimi de bu durumdan şikâyetçi görünmüyor.
Ayrıca dünyada zaten bir enflasyon dalgası yaşanıyor, özellikle gıda, enerji ve navlun fiyatları yüksek seyrediyor. TL’nin şu ana kadar ki değer kaybının önümüzdeki 3-6 ay içerisinde geçirgenlik etkisiyle enflasyonu 8-10 puan yukarı çekmesi beklenmeli. Böylelikle zaten inandırıcılığı kalmayan TUİK’in resmi enflasyon rakamları dahi yüzde 30’un üzerine çıkar. Halkın da canı daha fazla yanmasın diye zorunlu ihtiyaç ve gıda maddelerini etiketleri değişmeden kredi kartlarına abanarak çok miktarda satın alma refleksi göstereceğini düşünüyorum. Bu da haliyle talep enflasyonu yaratacak, cirolarda yapay bir sıçrama meydana getirecek. Buna karşın, aynen pandeminin ilk zamanlarında olduğu gibi başta lokanta ve kafeler, spor ve kuaför salonları gibi hizmet sektöründe talebin aniden kesilmesine tanık olacağız. Bu kez 2020’den farklı olarak dayanıklı tüketim mallarında da çok hızlı talep düşüşleri gerçekleşecek. Sade yurttaş en büyük darbeyi ise elektrik ve doğal gaz faturalarından yiyecek. Sonunda en büyük zararı, alım gücü giderek zayıflayan, yaşam standartları gerileyen halk görecek.
Bir de madalyonun öteki yüzü var. Gerçek kişilerin şu anda sırf bankacılık sistemi içerisindeki mevduatları 145 milyar dolar. Demek ki eylülden bu yana, doların TL karşısında 4 lira değerlenmesi göz önüne alınırsa bu kesimin serveti tam 580 milyar lira artmış durumda. Yani Erdoğan, bir yandan döviz tutanlara yönelik “terörist”e varan ifadeler kullanırken, bir yandan da uyguladığı yanlış politikalar dolarcıların servetine servet katıyor. Zaten en kötü dönemlerde bile ekonomide talebin tam düşmemesi, döviz vurguncusu kesimlerin “zenginleşiyorum” hissiyle harcamalarını artırmalarından kaynaklanıyor.
Türkiye’nin çoklu krizi
Türkiye’de sadece ekonomik bir kriz yaşanmıyor. Başkanlık sisteminin işlememesiyle, artan baskı ve tehditlerle kendini gösteren siyasi bir krizden de geçiyoruz. En son Kavala duruşmasında görüldüğü gibi hukuk sistemi de meşruiyetini kaybetmiş, adalet hissi tamamen kaybolmuş durumda. Farklı toplum kesimleri arasında iletişimin koptuğu, ortak yurttaşlık bilincinin kaybolduğu toplumsal bir krizle de karşı karşıyayız. O nedenle sadece uygun bir ekonomik programla, asgari ücretin yükseltilmesiyle düze çıkamayız. Bu ülkenin toptan bir yenilenmeye ihtiyacı bulunduğunu düşünüp, sadece ekonomik taleplerle yetinmeyen, topyekün bir mücadeleden, köklü bir değişim talebinden başka çare görünmüyor.
Zaten bir rejimin sözcüleri “porsiyonları küçült, eti azalt, domatesi mevsiminde yersin, soğan ekmeğe talim ederiz” demeye başlamışsa, onlar bile kendilerinden umudu kesmişler, verecek bir vaatleri kalmamış, yolun sonuna gelmişler demektir.
BirGün / 30.11.21