Ahırdaki inek ve tıkır tıkır işleyen saatli bomba – Bahadır Özgür

AKP’nin dünya yıkılsa vazgeçmediği ‘beton ekonomisi’nin kamunun bağrına yerleştirdiği öyle bir saatli bomba var ki, her kur artışında geri sayımı hızlanıyor. Sadece 7 mega proje için kamu bankalarından çekilen kredi 10 milyar dolar civarında. Yani alındığı dönemde 25 milyar lirayı bulan yük bugün 70 milyar liraya dayandı. Üstüne bir de 17.2 milyar dolar, TL olarak 127 milyar lira da kamunun garanti verdiği özel borç bulunuyor. Kur böyle artarken, bu denli büyük bir borç dağı ne olacak?

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 18 Ağustos 2020
  • 09:32

“Ahıra bir inek daha bağlandı. Sütü bitene kadar sağılır, sonra sıra etine gelir!”

Hazine eski bürokratı Osman Tunaboylu, 2001 krizinin nedenlerini anlatırken kullanmıştı bu sözü. 1990-93 arası İsviçre’de Ekonomi Ticaret Baş Müşaviriyken finansçılardan duyarmış sık sık. Ne vakit bir ülke daha sermaye hareketlerini serbest bıraksa, “Ahıra yeni inek geldi” derlermiş. Fazlasıyla onur kırıcı elbette. Ama sıcak para akarken, kimse kendini aşağılanmış hissetmiyordu. Tunaboylu da buna işaret ediyordu zaten. “1994 krizine kadar her şey o kadar güzeldi ki. Dışarıdan gelen sıcak parayla borsa sürekli yükseliyor, kur düşük, faiz yüksek, herkes kazanıyor… Paramız konvertibil edildiğinde, dünya devleti oluyoruz sandık” diyordu. (*) Bürokrat nezaketini bir kenara bıraksa, devamını şöyle getirirdi muhtemelen: Meğer basbayağı ineğe dönmüşüz!

Piyasa ekonomisinin işleyişini ve krizlerin nasıl çözüme kavuşturulduğunu anlatan berrak bir anekdot bu aslında. Zira herkesin kaybettiği bir kriz ve herkesin birden kurtulduğu bir çözüm olamayacağına göre, maliyetle kâr, ayrı hanelere yazılır. Meş’um “kâr şirketlerin zarar kamunun” prensibinin titizlikle icra edilmesi mecburidir. Sermayenin lehine, emeğin aleyhine; şirketlerin lehine, halkın aleyhine; servet sahiplerinin lehine, ücretlilerin aleyhine aşılamadığı müddetçe kriz sürer çünkü.

Türkiye hızla buraya doğru ilerliyor işte. Halihazırda zamana yayılmış biçimde topluma parça parça kesilen faturanın nihai tutarı gittikçe kabarıyor. Süt tükeniyor, sıra ete geliyor yani. Ve kurulan mezbahada, tıpkı 1994 ve 2001 krizlerinde olduğu gibi kamu bankaları hayati bir rol üstleniyor.

***

Geçen hafta üç kamu bankası bilanço açıkladı. İktidar medyası aktif büyüklük ve karlılık artışlarını öne çıkarıp, ekonomide ‘şahlanmanın’ göstergesi olarak bilançoları gururla sayfalarına taşıdı. ‘Şahlanmanın’ ardında ucuz kredinin yattığı malum. Nitekim Ziraat Bankası’nın verdiği krediler ilk altı ayda yüzde 24.5 artarak 700 milyar liraya ulaştı. Halkbank’ta kredi artışı yüzde 30.8 ve hacim 522 milyar lira, Vakıfbank’ta ise yüzde 32 artışla 386 milyar liraya çıktı.

Peki bu ‘parlak’ bilançoların bedeli ne oldu ve kime ödetildi?

Düşük faiz, ekonomist Uğur Gürses’in tabiriyle, Merkez Bankası’nın ‘arka kapısına’ kamu bankaları üzerinden bağlanan ‘hortumla’ sağlandı ve 100 milyar doları bulan döviz rezervi eriyip gitti. Böylece belli seviyede tutulan kur sayesinde döviz borçlusu şirketlere döviz alma, düşük faizli TL kredileriyle de hem bunun finansmanını sağlama, hem de borç desenini yerli paraya kaydırma imkanı yaratıldı. Pandemide reel gelirleri düşen vatandaşa gelince; düşük faizli krediyle daha da borçlandırıldılar. Üstelik kendi dertleri yetmezmiş gibi bütün operasyon kamu kaynağıyla yürütüldüğü için kuru tutmanın maliyetini de üstlenmiş oldular. Üzerine bir de yeniden fırlayan kur ve faizin tahribatı biniyor şimdi.

Ne var ki kamu bankaları üzerinden zararın toplumsallaştırılması bununla sınırlı değil. Çok daha tehlikeli, bilançolarda açıkça görünmeyen bir saatli bomba tıkır tıkır geriye sayımını sürdürüyor. 2001’de batık bankaların maliyetini üstlenen toplum, bu krizde de bir avuç şirketin yarattığı borç dağını sırtlanmak zorunda kalacak gibi görünüyor.

***

Prof. Dr. Uğur Emek otoyollardan hastanelere, nükleer santrale uzanan Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) projelerinin ekonomiye toplam yükünü 146 milyar dolar olarak hesaplıyor. Bu da 750 milyar dolarlık GSYİH’nin yüzde 19.5’i demek. Eğer kamunun yükümlülüğü yasalara uygun kayıt altına alınsa, iktidarın çok övündüğü ve dünya ortalaması ile kıyaslandığında yüzde 35.1 ile nispeten düşük kalan kamu borç stoku, yüzde 54.6’ya fırlayacak. Dolayısıyla kamunun borcu öyle risksiz filan değil. Mega projelerin finansman detaylarına bakıldığında tablo çok daha karanlık bir hâl alıyor.

Kamu bankalarının kimlere ne kadar kredi dağıttığını bilemiyoruz fakat, ulaşılabilir veriler bile topluma yıkılacak maliyet konusunda fikir veriyor. Dünya Bankası’nın raporlarından nereden kredi bulduklarını görebildiğimiz 7 projenin kamu bankalarına yükü şöyle:

Bu projelerin finansal kapanışı 2014 ve sonrası, çoğu 4 yılı ödemesiz, ortalama vadesi de 9-10 yıl. Yani taksit ödemeleri 2019 yılında başladı. Ödendi mi, yine bilemiyoruz. Mesela; İstanbul Havalimanı için borç yapılandırma girişimi vardı, ayrıca iki yıldır devlete ödemesi gereken KDV dahil 1 milyar euro’yu bulan kiranın da ertelendiği basında yer aldı.

Bugünkü kurdan 7 projenin kredi tutarı 70 milyar lira civarında. Sadece havalimanı için çekilen kredinin TL cinsinden tutarı 27.5 milyar lira. Oysa kredi anlaşması 2015 Ocak ayında imzalandığında bu miktar 9 milyar lirayı ancak buluyordu. Krediyi alan şirketlerin yaptıkları işe bakıldığında, döviz cinsinden gelirleri bulunmuyor. Şu yüksek kur düzeyinde döviz satın alıp kredilerini kapatacaklarını düşünen var mı öyleyse? Yazı için verilerin toplanmasıyla, yazılması arasında geçen sürede dahi kamunun üzerindeki kredi yükü 1 milyar liraya yakın artış gösterdi.

İktidarın kamu kaynaklarını heba etme pahasına kuru sabitleyip, faizleri reel olarak negatife çekmesinin bir nedeni de buydu. Zora düşen şirketlerin bir yandan döviz toplaması ve ucuz TL kredisiyle de finansman sağlamasıydı. Maliyetin topluma yıkıldığını tekrar hatırlatalım. Ne 1994’te ne de 2001’de şirketler kamuya yükledikleri faturayı ödemediler, şimdi de ödemeyecekler. Lakin mega projelerin kredi yükü bununla sınırlı kalsa iyi. Kamudan çekilen paraların yanında bir de kamunun garanti verdiği özel bankalardan alınmış krediler duruyor. Gelin bir de onlara bakalım.

Aşağıdaki tablo yıllara göre mega projelerde Borç Üstlenim Anlaşması dolayısıyla şirketlerin aldıkları kredilerin ne kadarının Hazine tarafından garanti edildiğini, ödenmediği zaman kamunun üstleneceği maliyeti gösteriyor. Miktarlar birikimli olarak seyrediyor.

Hazine Müsteşarlığı’nın raporlarına göre 2020 itibariyle KÖİ kapsamında toplam yatırım tutarı 21 milyar 364 milyon 762 bin 637 dolar olan projeler için çekilen kredilerin 17 milyar 200 milyon 669 dolarına devlet garantör oldu. Bugünkü kura da çevirelim: 159 milyar liralık yatırım için 127.2 milyar liralık kredi garantisi var ortada. İşin bir diğer çarpıcı tarafı da 2014’de proje tutarının yüzde 44.6’sı kadar kredi garantisi verilirken, krizin patlak verdiği 2018’den itibaren oran yüzde 80.6’ya fırlaması. İhaleleri alan şirketler neredeyse elini cebine atmamış, her 10 dolarlık yatırımın 8 dolarını da kamuya yıkmışlar demek. Bunu öderler mi peki?

***

Tunaboylu, ‘süt-et’ derken dış kaynaklara bağımlı bir ekonominin istediği kadar elindeki kur-faiz-enflasyon boncuklarıyla oynayıp dursun, sonucun değişmeyeceğini hatırlatıyordu. Alınmaca gücenmece yok; ‘sağılan-sağan’, ‘kesilen-kesen’ ilişkisi değişmediği, maliyet onu yaratanlara yıkılmadığı sürece krizler daima fatura topluma havale edilerek aşılır. Bunun iyilikle kötülükle ilgisi yoktur.

*Krizin Sözlü Tarihi, Hatice Aydoğdu-Nurhan Yönezer, Dipnot Yayınları.

Gazete Duvar / 18.08.20