Klasik burjuva devrimleri üzerine

(H. Fırat yoldaşın ilki Ekim ayı içinde verilen ve belirli aralıklarla devam etmekte olan 100. Yıl Konferansları’ndan belli bölümler yayınlamaya Ekim’in bu sayısıyla başlıyoruz. Konferans kayıtları gözden geçirilmiş ve ara başlıklar yayın vesilesiyle konulmuştur...)

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 15 Ocak 2018
  • 12:37

Tarih bilinci ve devrim

Çağ açan bir büyük toplumsal devrimin, Sosyalist Ekim Devrimi’nin 100. Yılı’ndayız. Partimizin Ekim Devrimi’nin 100. Yılı’nı partide kapsamlı bir ideolojik inceleme, eğitim ve mücadelenin vesilesi haline getirmek üzerine bir kararı var. Partiye ilk olarak klasik burjuva devrimlerine ilişkin bir inceleme ve eğitim programı sunulmuştu. Bunu bir geçiş dönemi oluşturan 19. yüzyıl devrimlerine 1848 Devrimleri ve Paris Komünü’ne ilişkin ikinci bir program izledi. 100. Yıldönümü ile birlikte ise artık inceleme konuları dosdoğru Ekim Devrimi eksenli olacak ve bu önümüzdeki bütün bir yıla yayılacak. Bunu, 2018 Kasım’ında 100. Yılını kutlayacağımız Alman Devrimi, 2019’da ise 70. Yılı vesile edilerek Çin Devrimi izleyecek. İlki ekseninde Ekim Devrimi’nin açtığı çığır içinde gerçekleşen ilk büyük devrimler dalgası, ikincisi ekseninde ise bu aynı çığır içinde gelişen 20. yüzyılın sömürge ve yarı-sömürge devrimleri ele alınacak.

Bütün bu çaba devrimin sorunları üzerine yeni bir düzeyde çalışmak anlamına geliyor. Yeni bir düzeyde diyorum, zira bütün bu konuları yenilgiyi izleyen ayrışma döneminde özel bir tarzda incelemelere konu etmiştik. Bu bizim için ideolojik kimliğimizin bir ilk oluşum süreciydi. Devrimin temel sorunları konusunda açıklığa kavuşmak, bu konuda geçmiş sol harekete hâkim anlayışla hesaplaşmak, böylece onunla araya çizilmesi gereken sınırları çizmek çabasıydı.

Öte yanda, bizim çıkışımız, tam olarak Ekim Devrimi’nin 70. Yılı’na denk geliyordu. Ve bu, Gorbaçovcu ideolojik cereyanının zirvede olduğu bir dönemdi. O günlerde dünya ölçüsünde Sovyetler Birliği’nde olup bitenler özel bir ilgi konusuydu. Gündemde Perestroyka ve Glasnost olarak tanımlanan politikalar vardı. Bu sürecin çok geçmeden, Doğu Avrupa’da büyük bir sarsıntıya ve çözülmeye, ardından da Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılmasına vardığını biliyoruz.

Bu sarsıcı gelişmeler o günlerde dünya ölçüsünde sosyalizmin geride bıraktığı tarihsel dönem üzerine değerlendirme ve tartışmaların önünü açtı. Bunun temel önemde bir boyutu da tüm kapsamıyla proletarya devriminin sorunlarıydı. Buna kendi cephemizden Ekim Devrimi’nin teorik ve tarihsel mirasını savunmak üzere biz de katıldık. Bu eleştirel bir inceleme çabasıydı. Geçmiş tarihsel mirası kuru kuruya savunmuyor, eleştirel bir bakış açısıyla hareket ediyor ve tarihsel bir çerçevede tüm yaşananları anlama ve anlamlandırmaya çalışıyorduk. Bu çaba içinde ulaştığımız sonuçlar, partinin ideolojik birikiminde özel bir yer tutmakta ve en özlü bir biçimde programımızda da yer almaktadır. Programımızın teorik bölümünün dördüncü ara başlığı “Sosyalizm Deneyimi” üzerinedir. Burada “sosyalizmin sorunları” üzerinden ulaştığımız temel sonuçların özlü bir sunumu yer almaktadır.

Bugün kuşkusuz çok daha ileri bir noktadayız. Çıkışımız Ekim Devrimi’nin 70. Yılı’na denk geliyordu, şimdiyse 100. Yılı’ndayız. Bugün aradan geçen otuz yılın, yıkılış dönemi üzerinden ele alınırsa yirmi beş yılın ek birikimine sahibiz. Bu birikim üzerinden bütün bu konuları yeniden ve yeni bir düzeyde inceleyeceğiz. Bunun partinin ideolojik düzeyini belirgin biçimde yükselteceği inancındayız. İdeolojik düzey ile mücadele kapasitesi arasında dolaysız bir bağ bulunduğuna göre, bu çaba partimizin mücadele kapasitesine de yeni bir düzey kazandıracaktır.

Burjuva devrimlerinden, bu zincirin ilk önemli halkalarından olan İngiliz Devrimi’nden alıyoruz ve 20. yüzyılın bütün bir devrimci sürecine bağlıyoruz. Yaklaşık dörtyüz yıllık bir tarihsel dönem içinde, burjuva devrimleri, proletarya devrimleri, halk devrimleri ve milli kurtuluş devrimlerinin zengin tarihsel verileri üzerinden yürütülecek bir düşünsel çaba bu. Bu, modern tarihin alabildiğine zengin devrimler laboratuvarı üzerinden devrimin her türlü sorununu ele alabilmek olanağı demektir.

Bizler akademisyen değil devrimciyiz. Devrimci bir parti için teorik çabanın esası devrimin sorunlarıdır. Aslolan devrimin temel sorunları konusunda açıklığa kavuşmaktır. Bugünün siyasal yaşamında karşılaştığımız her türden sorun var bunun içerisinde. Genel planda çağın niteliği, toplumsal sınıflar, sınıf mücadeleleri, sınıf hegemonyası ya da öncülüğü, devrimci parti, sınıfsal/siyasal ittifaklar, devrimci iktidar mücadelesi, devlet vb. konular var. Strateji, taktikler, strateji-taktik bütünlüğü, ulusal sorun, köylü sorunu, savaş, barış ve militarizm sorunları var. Özetle devrimle doğrudan ya da dolaylı olarak bağlantılı her türden konu ya da sorun...

Klasik burjuva devrimlerinden 20. yüzyıla uzan geniş tarihsel dönem, devrime ilişkin her türden teorik incelemenin alabildiğine zengin ve aynı ölçüde verimli bir zeminidir. Sonuçta devrimci teori, tarihsel hareketin bilimsel yönteme dayalı soyutlanmasıdır. Aslolan tarihsel hareketin kendisidir. Sorunlar tarihin içindedir, hareket tarihin kendisidir. Teori ise bundan süzülen, soyutlanan ve sistemleştirilen düşünsel ürünlerden meydana gelir. Ve dolayısıyla biz devrimin sorunlarını, kendi içinde soyut ve genel teorik kalıplardan öte, sınıf mücadeleleri ve devrimler tarihi üzerinden incelemek ve anlamak olanağı bulacağız.

Bugüne kadar Marks, Engels ve Lenin’in eserleri üzerinden burjuva devrimleriyle ilgili bir dizi gerçeği muhakkak ki öğrendik. Ama bunlar daha çok süzülüp soyutlanmış genel teorik sonuçlardı. Burjuva devrimlerinin karakteri, kapsamı, niteliği, öncülüğü vb. açılardan… Oysa biz partinin önüne, tam da Ekim Devrimi’nin 100. Yılını konu alan eğitim programı üzerinden, klasik burjuva devrimleri inceleme planı koyduk.

Bunun hakkı verilebildiği bir durumda, teorik sonuçlarını bildiğimiz konuları biz tarihsel hareket, tarihsel bilgi, devrimci bir tarih perspektifi üzerinden anlayabilecek duruma geleceğiz. Bu kavrayışımıza muhakkak ki bir derinlik kazandıracaktır. Formüller kendi başına çok genel, aynı ölçüde kuru ve kısırdır. Sahip olduğumuz teorik bakışaçısı eğer sağlam bir tarih bilinci ve birikimine dayanmıyorsa, kendi başına kuru ve yavan kalır, kavrayış derinliğini, dahası yaratıcı kavrayışı alabildiğine sınırlar. Teorik olarak süzülmüş genel sonuçlar tarihsel hareketin bütünlüğü ve zenginliği ışığında en iyi, en canlı, en tam biçimde anlaşılabilir. Devrimleri ve devrimin sorunlarını tarihsel bir çerçevede incelemenin önemli yöntemsel yararlarından biri budur.

Tanımladığımız tarihi dönem, modern zamanlara denk düşmektedir. Birkaç yüzyılı bulan kapitalist gelişme çağı ve onu son yüzyıl içinde izleyen proletarya devrimi çağı. Bu tarihi dönem üzerinden bir teorik ve tarihsel perspektifin kazanılması, bir devrimci için sınıf mücadelesine bakışta güçlü bir olanak anlamına gelecektir. Tarihsel ufkunuz geniş değilse, kısa dönemli sorunlar altında bunalıp ezilirsiniz. Kendi içinde teorik açıklık ne olursa olsun, bu güçlü bir tarih bilincine ve bilgisine dayanmıyorsa, orada hep bir zayıflık alanı var demektir. Kısa dönemlerin olumsuz gelişmeleri insanları sersemletir, giderek umutsuzluğa düşürür. Tarihi bilmek, bir tarihsel bilinç oluşturmak, devrimci siyasal mücadelede güçlü bir silah ve dolayısıyla soluk kazanmak anlamına gelir. Geçici olaylara ya da durumlara, birkaç onyıla, bir kuşağın ömrüyle ölçülebilir olaylara takılıp kalmama, daha geniş ve soluklu bakma olanağını sağlar. Bizim mücadelemiz gelecek kuşakların kaderine ilişkindir. Biz bugünleri değil yarınları kurtarmak üzere mücadele ediyoruz. Devrimci siyasal mücadelede insanlar enerjilerini, çabalarını, giderek de hayatlarını, geleceği kurtarmak üzere harcıyorlar.

Ama geniş bir tarih bilinciniz, tarihsel perspektifiniz varsa, bazen birkaç on yılı bulan gericilik dönemlerini yüreklilikle ve sükunetle göğüsleyebilirsiniz. 1980’lerden alırsanız son kırk yıl, üstelik dünya ölçüsünde, koyu bir gericilik dönemidir. Nitekim bu aynı zamanda devrim mücadelesinden kitlesel kaçışların, sosyalizm davasından kopuşların, yenilginin, yılgınlığın, reformizmin, tasfiyeciliğin alabildiğine güç kazandığı bir tarihsel dönemdir de. Bu, geçici olmaya mahkum özel bir tarihsel dönemi göğüsleyecek gücü gösterememenin bir sonucudur. Bir dönemin olaylarını, belli bir tarihsel evre içinde oluşmuş geçici bir durumu, herşeyin sonu sayanlar, onun ağırlığı altında ezilir ve tükenirler. Olan da budur.

1980’lerden başlayarak yaklaşık son 40 yılın bir gericilik dönemi olması, tarihsel gelişmenin büyük gerilemeleri de içeren diyalektik seyri üzerinden bakıldığında anlaşılması güç bir durum değil. Bunun altında ezilerek gelecek umutlarının yitirilmesi soluksuzluğun, tarih bilinci yoksunluğu ya da kısırlığının bir işaret olabilir ancak.

Bu, partinin yaklaşımı konusunda fikir vermeyi amaçlayan kısa bir sunuştu. Öteki sol çevreler nasıl davranır, bilmiyoruz. Muhtemeldir ki Kasım ayı içerisinde toplantılar, kutlamalar, yayınlar yapılacaktır ve konu çok geçmeden geride kalacaktır. Biz parti olarak farklı bir değerlendirme ve tercih yapmış durumdayız. Büyük devrimin 100. Yılı’nı partide ideolojik çalışmayı yoğunlaştırmanın ve ideolojik düzeyi yükseltmenin bir vesilesi ve imkanı olarak değerlendirmiş, bu çerçevede bir planlama yapmış, bir yönelime girmiş durumdayız. Parti olarak yönelimimizi koruyacağız, planımızı uygulayacağız.

Klasik burjuva devrimleri

İnsanlık tarihinin bütünü açısından bakıldığında, burjuva devrimlerinin birbirini izleyen üç büyük dönemi var. Bunlardan ilki, batı ve orta Avrupa’da yaşanan klasik burjuva devrimleridir. Burjuva devrimlerinin bu ilk büyük sarsıntısı 16. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılın ikinci yarısına, daha somut olarak Paris Komünü’ne kadar sürdü.

İkinci büyük dalga, 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak Doğu Avrupa’da gündeme geldi. Birinci emperyalist dünya savaşının ardından büyük imparatorlukların dağılması, bir dizi yeni burjuva ulus devletin tarih sahnesine çıkmasıyla sonuçlandı. Bu zaman kesitine daha özgün bir durumu olan Latin Amerika da eklenebilir. Latin Amerika’da İspanyol sömürgeciliğine karşı ulusal bağımsızlık savaşları 19. yüzyıla dönülürken başladı, daha ilk iki on yılında büyük bir bölümüyle başarıya ulaştı. Yüzyılın bitiminde Küba’nın da bağımsızlığını kazanması ile noktalanmış oldu. Ama Doğu Avrupa’da olduğu gibi Latin Amerika ülkelerinde de devlet bağımsızlığının kazanılması henüz burjuva demokratik devrimler sürecinin sonu demek değildi. Geride kalan yalnızca eski tipte burjuva demokratik devrimler süreciydi. Ama bu üzerinde daha sonra duracağımız farklı bir konu.

Üçüncü büyük dalga, 20. yüzyılın başında, Ekim Devrimi sarsıntısının da sağladığı itilimle, Doğuda ve Güneyde, Asya’da ve Afrika’da yaşandı. Burjuva devrimlerinin daha çok ulusal kurtuluş mücadeleleri biçiminde kendini gösteren, ama bir dizi ülkede toprak devrimiyle de birleşen, üçüncü ve son büyük dalgasıydı bu. 20. yüzyılın ilk üç çeyreğine damgasını vurdu ve ‘70’li yılların ortasında Vietnam Devrimi’nin zaferiyle noktalandı.

Burada bizi konumuz bakımından ilgilendiren, Batı Avrupa’da gerçekleşen klasik burjuva devrimler dalgasıdır. Bu kapitalizmin başlangıç dönemidir ve Batı Avrupa da bu gelişmenin ana coğrafyasıdır. Klasik tipteki bu devrimler serisinin coğrafik olarak tek istisnası, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’dır. Zaman dilimi olarak bu döneme denk düşse de Latin Amerika ülkelerinin klasik sömürgeciliğe karşı ulusal bağımsızlık mücadeleleri, daha önce de ifade ettiğim gibi, gerçekte ikinci kategoriye uygun düşmektedirler.

Partimize Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 100. Yılı vesilesiyle sunulan inceleme ve eğitim programının ilk bölümünde, klasik burjuva devrimleri kapsamında, dört devrimden söz edilmektedir. Bunlardan ikisi temel önemdedir. İlki İngiltere’de 1640 Devrimi, Cromwell’in adıyla da anılan büyük devrimdir. İkincisi, ilkini yaklaşık yüzelli yıl arayla izleyen Büyük Fransız Devrimi’dir. Klasik burjuva devrimlerinin en görkemlisi ve en kapsamlısı, modern zamanları en çok etkileyen ve belirleyen devrim bu ikincisidir. Arada, İngiliz Devrimi’ni önceleyen Hollanda Devrimi ve Fransız Devrimi’ni önceleyen Amerika Bağımsızlık Savaşı, ya da Amerikan Devrimi var.

Hollanda Devrimi temelde İspanya egemenliğine karşı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi sürecidir. 16. yüzyılın ikinci yarısında başlayarak belli aralıklarla süren ve kesin sonucuna ünlü 1648 Westfalya Antlaşması’yla ulaşan uzun bir mücadeledir bu. Bundan dolayıdır ki tarihçiler bu süreci “80 Yıl Savaşları” olarak da isimlendirirler. Sonuç Hollanda cumhuriyetinin kurulması ve kapitalist gelişmenin bu ülkede çok büyük bir itilim kazanmasıdır. Nitekim Hollanda, o zamanki adıyla Birleşik Eyaletler, hiç değilse bir yarım yüzyıl için Avrupa’nın iktisadi açıdan en güçlü ülkesi haline geldi. Ekonomide olduğu kadar siyasal ve kültürel alanda da en ileri gelişme düzeyini yakaladı.

Fransız Devrimi’ni önceleyen Amerikan Bağımsızlık Savaşı ise, esası bakımından kendini bulan Amerikan burjuvazisinin Büyük Britanya Krallığı’ndan kopmak, cumhuriyet biçimi içinde kendi coğrafyasına egemen olmak mücadelesidir. Toplumsal sarsıntıları içeren, alt sınıfların dikkate değer inisiyatifine sahne olan, önemli değişimlerin önünü açan bir devrimdir. Klasik burjuva devrimleri döneminin en temel belgelerinden olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Büyük Fransız Devrimi’nin ünlü İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin de ilham kaynağı olmuştur. Yeni burjuva çağının resmi ideolojik söylemini içeren bu temel belge, bağımsızlık savaşı biçiminde gelişen Amerikan Devrimi’nin klasik burjuva devrimleri tarihi içinde tuttuğu yere de bir göstergedir.

Toplumsal birikimler ve devrimler

Bu dört büyük tarihsel olay, bir arada bir politik devrimler serisi anlamına gelmektedir. Ama kapitalizm çağını açan olaylar politik devrimlerden ibaret olmadığı gibi onlarla da başlamış değil. Öncelikle sürecin başında çok büyük tarihi önemi, etki ve sonuçları olan Rönesans var. Bilimde ve felsefede, sanatta ve mimaride çok önemli atılımların gerçekleştiği bu tarihi olay, kapitalist gelişmenin düşünsel ve kültürel koşullarının oluşmasında çok özel bir yere sahiptir. Denebilir ki burjuva çağının şafağıdır. Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans’ın doğurmakta olduğu, gerçekte kapitalizmin gelişmesini kolaylaştıran düşünsel ve kültürel atmosferdir.

Doğum yeri İtalyan kent devletleri olan Rönesans’ı, çok geçmeden doğum yeri Almanya olan büyük Reformasyon hareketi izledi. Tarihsel etki ve sonuçları bakımından, Rönesans’ın başlattığı süreci kendi yönünden Reformasyon tamamladı. Kilisenin Katolik dünyasındaki egemenliği büyük bir sarsıntı geçirdi, bir dizi ülkede ya da bölgede yerini Protestanlığa, dinin burjuva gelişmeye uyarlanmış bu yeni yorumuna bıraktı. Büyük sınıf savaşlarının önünü açan ve 1525’te Thomas Münzer önderliğindeki ünlü Alman Köylü Savaşı’na hazırlayan Reformasyon, böylece gerçekte burjuva devrimleri serisinin ilkine de vesile olmuştur. İngiliz Devrimi’ni 120 yıl önceleyen ve hızla Almanya’nın dışına yayılan Reformasyon, yalnızca ideolojik ve kültürel cephede değil, kilisenin tekelindeki muazzam zenginliklerin ele geçirilmesi yoluyla iktisadi cephede de burjuva gelişmeye uygun koşulları hazırlamıştır.

Büyük iktisadi-toplumsal gelişmelerin önünü açan kültürel ve siyasal devrimlerin kendileri de iktisadi-toplumsal birikimlerin ürünüdürler. Rönesans ve Reformasyon gibi kültürel devrimler için olduğu kadar, İngiltere ve Fransa’daki büyük siyasal devrimler için de bu böyledir. Feodalizmin bağrında kapitalizmin üretici güçleri gelişti. Bu beraberinde kapitalizmin, yarının egemen sınıfını oluşturacak burjuva öğelerin gelişmesini getirdi. Bu gelişme kuşkusuz her toplumda farklı bir biçimde seyretti. Zaman dilimi yönünden olduğu kadar olayların seyri, kapsamı ve aldığı biçim bakımından da. Gelişme, tümünde değilse bile belli ülkelerde, belli bir noktaya dayandıktan sonra, eski düzenle devrimci bir hesaplaşmayı gündeme getirdi. Buna, iktisadi ve sınıfsal gelişme, zaman içinde eski düzenle siyasal hesaplaşmayı hazırladı da diyebiliriz. Klasik burjuva devrimlerinin esas nedeni, kapsamı ve işlevi bu oldu.

Burjuva devrimlerinin proletarya devrimlerinden temelde bir farklılığı var. Burjuva devrimlerini hazırlayan süreçte kapitalizmin yalnızca üretici güçleri değil, burjuva mülkiyet ilişkileri de eski toplumun, feodalizmin bağrında doğar ve gelişir. Bu mülkiyet ilişkilerinin temsilcisi olan sınıf, burjuvazi, bu ilişkilerin gelişmesi ölçüsünde, feodal toplumun bünyesinde önemli bir iktisadi-sınıfsal güç haline gelir. Öylesine ki, bir yerden sonra soylu sınıfın kendisi kadar monarşileri de mali bakımdan kendine bağımlı hale getirir.

Oysa proletarya devrimlerinde durum temelden farklıdır. Sosyalizmi olanaklı kılan üretici güçler ve zenginlik birikimi kapitalist toplumun bağrında oluşur ve gelişir. Ama ne sosyalizmin üretim ilişkileri, dolayısıyla ne de onun kurucusu olacak sınıfın iktisadi gücü, kapitalist toplumun bağrında meydana gelmez. Proletarya kendi devrimini yapana kadar, burjuva toplumunun bünyesinde, ücretli kölelik koşulları içerisinde, potansiyel bir durum olan üretimden gelen gücü sayılmazsa, iktisadi bakımdan tümüyle güçsüz bir ezilen sınıf olarak kalır. Bu koşulları değiştirmenin ilk koşulu politik iktidarın fethi, yani toplumsal devrimin siyasal zaferidir. Proletarya kendi devrimini yapıp iktidarı almadan, kendi iktisadi ilişkilerini yaratamaz, kendi toplumsal düzeninin temellerini atamaz, kollektif mülkiyete dayalı toplumsal ilişkileri kuramaz. Bu ancak burjuvazinin devrilmesinin, onun siyasal sınıf egemenliğinin yıkılmasının ardından olanaklı olabilir. Yeni toplumun, sosyalizmin inşası sürecinin önü böylece açılmış olur.

Burjuva gelişme sürecinde ise, tersine, burjuva mülkiyet ilişkileri bizzat feodalizmin bağrında gelişir, demiştim. Bu sayede sınıf olarak burjuvazi eski toplumun bünyesinde önemli bir sosyal ve iktisadi güç haline gelir. Bu konumuyla burjuvazi feodal düzenle, onun egemen sınıfı ve iktidarıyla, bir biçimde ve bir yere kadar uzlaşır ve bağdaşır da. Kurulu düzenle savaşa girmesi, gelişmesinin belli bir evresinden sonra gündeme gelir. Eski düzen burjuva gelişmenin önünde gitgide daha çok aşılması gereken bir engel haline geldiği ölçüde, burjuvazi ister istemez bir iktidar mücadelesi içerisine girer. İngiltere’de ve Fransa’da gerçekleşen iki büyük klasik burjuva devrimi örneğinde gördüğümüz budur.

Tarihin gelişme diyalektiği

Kapitalist gelişme ve dolayısıyla burjuva devrimi süreci, her bir toplumun ya da ülkenin kendi tarihi koşullarına göre değişebilir. Fakat toplam tarihi süreç olarak ele alındığında Rönesans, Reformasyon, coğrafi keşifler, bunu izleyen sömürgecilik, İngiliz Devrimi, Fransız Devrimi, bütün bunlar bir arada, genel etki ve sonuçlarıyla, dünya ölçüsünde kapitalist gelişmenin önünü açan önemli tarihi olaylardır. Harekete geçirdikleri süreçler, bunun genel etki ve sonuçları, gerçekleştikleri toplumların ötesindedir demek istiyorum.

Her bir ülkenin kendi somut tarihsel gelişim seyri yalnızca farklı değil, aynı zamanda çelişkilidir de. İtalya ve Almanya, bunun belirgin iki örneğidir. İlki kent devletleri üzerinden Rönesans’ın, ikincisiyse Reformasyon’un ana yurdudur. Bu, burjuva gelişme süreçlerinin ilk önemli sonuçlarını, öncelikle bu iki ülke üzerinden gösterdiği anlamına gelir. Oysa Batı ve Orta Avrupa’da bu süreci en son tamamlayan iki ülkedir de bunlar aynı zamanda. İtalya ve Almanya aşağı yukarı aynı tarihte, 1870’te ulusal birliklerini kurabildiler ve böylece burjuva devrimi süreçlerini tamamlayabildiler. Yani İtalya anayurdu olduğu Rönesans’tan neredeyse dört yüz, Almanya ise anayurdu olduğu Reformasyon’dan neredeyse üçyüz  elli yıl sonra!.. Bu ülkelerin tarihine daha yakından bakıldığında, bunun nedenlerini anlamakta bir güçlük çekilmez. Burada buna tarihsel gelişmenin çelişkili diyalektiğine dikkat çekmek için değinmiş oluyoruz.

15. ve kısmen 16. yüzyılda, ki bu kapitalizmin şafağı demektir, İtalya’nın Venedik, Cenova, Floransa, Milano gibi kentleri ya da kent devletlerinin, Avrupa düzeyinde kapitalist gelişmeye, ön birikimine de denebilir, önemli katkıları oldu. Bu kentler aynı zamanda Rönesans’ın da merkezi durumundaydılar. Kapitalizmin düşünsel, bilimsel, sanatsal önkoşullarını yaratan hareket buralardan doğup Avrupa çapında yaygınlaştı. Zanaatçılıkta, ticarette ve mali işlerde hayli ileri bir konumda idiler sözü edilen bu İtalyan kentleri. Reformasyon’u hemen önceleyen dönemde bankerleri ve zanaatlarıyla ünlü Augsburg ve Nürnberg gibi Alman kentleri de benzer bir durumda idiler. Nitekim Engels, dönemin Almanya’sını, Almanya’da sınıf savaşlarını ve 1525 Devrimi’ni ele aldığı Köylüler Savaşı üzerine eserine, “Alman sanaii, 14. ve 15. yüzyıllar içinde, güçlü bir atılım göstermişti” sözleriyle başlar.

Buna rağmen bu ülkeler, Almanya ve İtalya, Batı ve Orta Avrupa’da burjuva devrimlerini en son tamamlayan ülkeler oldular. Tarihin diyalektiği öylesineydi ki, bu iki ülkedeki ilk büyük ilerlemeler çok geçmeden tıkandı ve bu ülkeler tarihsel açıdan geri konumlara düştüler. İktisadi gelişmenin ağırlık merkezi önce Hollanda’ya, ardından da İngiltere’ye kaydı. Bu bölgelerde gelişen kapitalizm hızla İtalyan kent devletlerini önemsizleştirip geri plana itti. Modern uyanışın asıl coğrafyası, Avrupa’da burjuva gelişmenin en son halkası durumuna düştü. İtalyan’ın ulusal birliği 1870’te, İngiliz Devrimi’nden ikiyüz otuz, Fransız Devrimi’nden neredeyse yüzyıl sonra ancak oluşabildi. Yine de bu, İtalyan kent devletlerinin kapitalizmin gelişme şafağında oynadıkları dikkate değer rolün tarihsel önemini azaltmaz.

Kendi burjuva devrimini ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında tamamlayabilmiş olan Almanya da kapitalizmin başlangıç döneminde, ticari kapitalizmin ve bankacılığın geliştiği önemli bir coğrafya konumundadır. Luther’in önderlik ettiği Reform Hareketi’nin bu ülkede patlak vermesi bu açıdan rastlantı da değildir. Ama Avrupa düzeyinde burjuva gelişmenin önünü kendi yönünden güçlü bir biçimde açan bu aynı hareket, Reformasyon, doğumunu bizzat borçlu olduğu ülkede birkaç yüzyılı bulan bir toplumsal gerilemenin de nedeni haline geldi. Daha sonra, 1525 Alman Köylü Devrimi’ni ele alırken, bu konu üzerinde biraz genişçe durmak olanağı bulacağız.

Aslında aynı konuda önümüzde bir başka örnek daha var. İspanya! İspanya 16. yüzyıl Avrupa’sının en güçlü devleti idi. İberya’daki egemenliğinin yanı sıra, ki bir ara Portekiz’i de kapsıyordu, bugünkü Belçika ve Hollanda, bir bölümüyle İtalya, onun egemenliği altındaydı. Kendisini aynı zamanda bir sömürge imparatorluğu haline getiren coğrafi keşiflerde çok önemli bir rol oynamıştı ve bunun Avrupa’da kapitalist gelişmeye apayrı bir ivme kazandırdığını biliyoruz. Yeni Dünya’dan yağmalanan altının, gümüşün Avrupa’ya bolca akması kıta çapında ticareti alabildiğine canlandırdı ve böylece üretici güçlerin gelişmesini hızlandırdı. Bu Avrupa’daki burjuva gelişmeye İspanya’nın özel tarihi katkısı sayılmalıdır.

Ama bu aynı İspanya yüzyıllar sonra, 1930’lar gibi hayli geç bir tarihte, hala da kendi burjuva devrimi sürecini tamamlamanın sancılarını yaşıyordu. Coğrafi keşiflerin muazzam sömürge imparatorluğu, onunla elde edilen muazzam boyutlardaki hazır zenginlik, bu ülkenin ayağına dolanmış, gerçekte onun toplumsal yıkımını hazırlamıştı.

Almanya, İspanya ve İtalya sözü edilen rolleri oynarken, İngiltere henüz ikinci planda bir ülkeydi. Bir ölçüde Fransa da. Ama tarihsel gelişme diyalektiğinin öne çıkarıp ileriye fırlattığı ülkeler bunlar oldular. Burjuva çağının en büyük devrimlerine bu ülkeler sahne oldular. Sonuçlarından da en iyi onlar yararlandılar.

(Devam edecek…)

(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı EKİM'in

Ocak 2018 tarihli 310. sayısından alınmıştır...)