On beş yıl önce, New York’ta, arkasında anılardan silinmeyecek görüntüler, cevapsız sorular, komplo teorileri bırakan 11 Eylül saldırısı yarattığı şoka karşın, dünyayı değiştiren bir “olay” değildi. O dünyada çoktan başlamış, giderek hızlanan bir değişimin semptomuydu. Bu semptom hemen bir etkene dönüşerek değişimi daha da hızlandırdı.
Öncesi...
11 Eylül’ün bütün bileşenleri, 11 Eylül’den çok önce yerli yerine oturmuştu. Dünya ekonomisi 1970’lerden bu yana yapısal bir kriz yaşıyordu. ABD hegemonyası zayıflıyordu. 1970’lerin başında Vietnam yenilgisi, 1980’lerde, “Yükselen Japonya”algısı Amerikan egemen sınıflarında büyük bir kaygı yaratmıştı.
1973 Arap-İsrail savaşında Mısır’ın yaşadığı yenilgiyle, 1980’lerde başlayan ve küresel olarak yayılan neoliberal “küreselleşmenin” yıkıcı, ekonomik - kültürel etkileri, 1989’da Doğu Bloku’nun çöküşüyle birleşerek, Ortadoğu’da siyasal/ popülist İslamın yükselişini besliyordu. Filistin-İsrail sorunundaki çözümsüzlük, Afganistan’da tohumları atılan cihatçı radikalizm, 1. Körfez Savaşı’nın, “Kutsal topraklara” ABD üstlerini getirmesi, İslamcı terörizmin, intihar saldırıları pratiğinin ortaya çıkmasına yol açmıştı
Öte yandan, 1. Körfez Savaşı, ardından Kosova deneyimi, ABD yönetici elitleri arasında, “Belki ekonomik üstünlüğümüz, kültürel çekiciliğimiz geriliyor ama askerigücümüz hâlâ rakipsiz” varsayımından kalkarak yeni bir dış politika düşüncesini gündeme getiriyordu.
1997 mali krizi, ABD merkezli küreselleşmeyi ilk kez sarsarken bu çevrelerde ABD’nin aslında bir İmparatorluk olduğu, “realiteye bağlı olmadığı, bizzat realiteyiyaptığı” konuşuluyordu. Bu konuşmalara ek olarak, ABD güvenlik çevrelerinde“Büyük Ortadoğu” bölgesi kavramı ile yeni bir coğrafya tanımı şekilleniyordu. Bu, Kuzey Afrika’dan Afganistan’a uzanan, enerji ve insan kaynakları açısından son derecede zengin, Çin, Rusya gibi rakip bir süper gücün yükselmesini engellemek açısından büyük stratejik konuma sahip bir coğrafyaydı. İmparatorluk “realiteyi” bu coğrafyada yeniden yapmayı planlıyordu. Ancak ABD halkı ne imparatorluk durumunun ne de, yeni dış politika savlarının ayırdındaydı...
Ve sonrası...
Yukarıda değindiğim etkenlerin hepsi bir araya geldiğinde, 11 Eylül saldırısı ortaya çıktı. Bu saldırı, ABD halkının, terörist saldırılara, iç güvenlik konularına odaklanmasını, yeni dış politika yöneliminin kabul edilmesini kolaylaştırdı.
Gerek “QDR 2001” raporunda, gerekse, G8 grubuna sunulmak için hazırlanan“Greater Middle East Project” (2004) planında bu dış politikanın teknik bileşenlerinin, ayrıntılarını bulmak olanaklıdır. Ben kısaca üç noktaya değineceğim. Birincisi, Batı düşmanı (“terörist”) İslama karşı, Batı ile birlikte çalışacak bir ılımlı İslam arayışı. İkincisi, ABD’nin askeri potansiyelinin rakipsiz kinetik gücü sergilenerek, ABD’nin rakipsiz üstünlüğünün kanıtlanması. Üçüncüsü, bu ikisinin birlikteliği ile, Büyük Ortadoğu’da küresel kapitalizmin kullanımına, Batı işbirliğine açık, ABD vesayetinde,“demokratik rejimlerin” yaratılması.
Bundan sonrasını biliyoruz: Kısaca, “rejim değişikliği” Türkiye’den başladı. Şimdi karşımızda, “Yeni Türkiye”, darbe sonrası AKP OHAL’i var. ABD’nin askeri gücü, Afganistan ve Irak, Libya devletlerini yıktı ama hâlâ savaşmaya devam ediyor. Irak’ta Ebu Garib işkenceleri skandalı, Şii-Sünni düşmanlığının körüklenmesi, Sünni radikalizminin terörist eğilimleri ve Suriye’den Yemen’e bir seri vekâlet savaşları... Bu arada ABD, savaş harcamalarının mali yükü finansal krizin gelişini hızlandırdı, mali kriz de Çin’in yükselişini, ABD hegemonyasının gerilemesini.
Kapasitesini aşan askeri operasyonlarla, realite yaratmaya, hegemonya kurmaya çalışanlara da ayrıca duyurulur.
Cumhuriyet / 15.09.16