Devlet, sermaye ve sermayenin işbirlikçisi sendika temsilcilerinden oluşan “muhteşem” bir koreografiye sahip “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” tiyatrosu sarayın ve Ruhbanın başı Erdoğan’ın ayağına giderek perdeyi kapattı.
Türk-İş ağası, “Son ana kadar resmi bir rakam telaffuz etmedik” dedi. “Biz 18 bin istedik, onlar 17 verdi” diyerek şerh koydu. Halinden “buna da şükür” anlaşılıyordu.
Perde kapandı. Oyun bitti. “Asgari yaşamın”, ölmemek için çalışmanın maliyeti 17 bin 2 Lira.
“Harca harca bitmez” türünden…
“Türkiye büyüyor” yani sermaye büyüyor. İşçi sınıfı yoksullaştıkça sermayedarlar sermayelerini büyütmeye devam ediyorlar. İşçinin yoksullaşmasına sermayenin-kapitalistin büyümesi eşlik ediyor. İşçi sınıfı yoksulluğun pençesine itilirken, sermayedarlar kendi aralarındaki çelişki ve didişmeye rağmen, işçiye karşı aynı cephede buluşuyorlar. Şirketler, holdingler birleşerek devasa kartellere dönüşüyor.
Karl Marks 1844 Felsefe Yazıları adlı eserinde şöyle der:
“Ücretler, kapitalist işçi arasındaki düşmanca boğuşma yoluyla belirlenir. Zaferi kazanan zorunlulukla (genellikle) kapitalist olur. İşçinin kapitalistsiz yaşayabileceğinden uzun yaşar kapitalist işçisiz. Kapitalistler arasında birleşme alışılmış bir şeydir ve etkilidir; işçilerin birleşmesi yasaktır ve kendileri için acı sonuçlar verir”
Aynı eserde devamında ise şunları vurgular:
“En aşağı ve tek gerekli ücret oranı, işçinin çalışması süresince hayatta kalmasını ve bunun dışında yalnızca ailesini geçindirmesini ve işçi soyunun ölüp tükenmemesini sağlamaya yetecek orandır. Normal ücret, Smith’e göre, ortak insanlığa verilebilecek en aşağı ücrettir yani, sığırlar gibi bir varoluşu sürdürebilecek kadar.”
İşçilere, birleşmenin yasak olduğu “yasayla belirlenmiş bir hak” olarak sunulması, sendikal özgürlüklerine ipotek konulması, işçilerin birleşmesine, kendileri için bir sınıf olabilmesine duyulan korkudandır.
İşçi sınıfına işbirlikçi sarı sendikalar dayatılarak örgütsüzlük ve dağınıklık yaratılır. Emekçilerin kendi gücüne güvenmede güvensizlik yaratılır. Kapitalistler ise kendi sendikalarını kurarak, örgütlülüklerini perçinleştirirler. Aralarındaki rekabet ve çelişkilere rağmen, emekçilerin isyanı karşısında din, devlet ve kapitalistler kol kola aynı cephede fotoğraf verirler.
Urfa’da Özak Tekstil işçilerine karşı sarı sendika, polis-jandarma, cami ve il müftüsünün birleşmesinde görüldüğü gibi. Bir tek fetva eksikti.
İşçilerin birleşmemesi için verilen uğraşının altında yatan gerçek neden, daha fazla kâr, daha fazla sömürüdür. Ve tabi ki, işçilere çalıştıkları sürece “soylarının tükenmemesini sağlayacak kadar” bir ücret “bahşedilecektir.”
“Devletimiz sağ olsun”, “kolluk güçlerimizin ayağına taş değmesin”, “bugüne şükür”
İşçiye karşı oluşturulan din-devlet-sermaye-sarı sendika koreografisi işçiden, “devletimiz sağ olsun”, “kolluk güçlerimizin ayağına taş değmesin”, “bugüne şükür” demesi ve “nankörlük” yapmaması istenir. “Ne de olsa boğazımızdan geçen lokmayı onlara (işverenlere) borçluyuz” algısına inanmamız ve iman etmemiz beklenir, istenir.
Böylece, işçinin “metalaşması” ve kendine yabancılaşması sağlanır. Kapitalist çarkın bir dişlisine dönüştürülür adeta.
İşçi üç kuruşa çalışmaya, mesai yapmaya zorlanır. Buna paralel bir işsizler ordusu yaratılır.
İşçinin kendisine bir “alıcı”, bir “ekmek kapısı” bulması (işe girmesi) bir “nimettir” artık. Çalışmak zorunda olan, “ekmek kapısını, nimetini” bulan işçi, haklarından yoksun ve “ölmek için çok, yaşamak için az” bir ücretle işine dört elle sarılır. Kendisine ve hayata yabancılaşır.
Tek bir amacı vardır artık. Evine ekmek götürebilmek. Karnını doyurmak, hayatta kalabilmek ve ertesi gün tekrar işe gitmek.
İşini dışarda dolaşan “işsiz canavara” kaptırmamak için bunu yapmak zorunda olduğuna ‘ikna’ olmuştur artık.
Onun içinde her türlü ödünü vermeye “razı olmuştur.” Güvenebileceği bir birliktelik, örgütlülük (sendika-parti-örgüt) yoksa, kendi başına kalmış işçi “nimete ihanet olmaz” diyerek boyun eğmeyi kaderden bilir.
“Hepimiz aynı gemideyiz. İşveren kaybederse işçide kaybeder” denilerek daha fazla çalışmamız istenir ‘kaybetmemek’ için.
TİSK Başkanı Özgür Burak Akkol “Tüm paydaşlarımızın faydası için azami çaba gösterdik… Biz devlet-işçi-işveren ayrımına karşı olduğumuzu her fırsatta ifade ediyoruz” diyor.
Ne var ki işveren kazandığında, kârlarına kâr eklediğinde işçiler kazanmıyor.
Uzun sözün kısası, bize dayatılan “ölmek için çok, yaşamak için az” olan ücret, asgari ücrettir.
Milyonlarca insan asgari ücretlidir. Neredeyse nüfusun yarısını etkileyecek bir seviyededir. Asgari ücret artık genel ücrettir. Yani milyonlarca çalışan ve aileleri 17 bin iki TL ile ölümle kalım sınırında gidip gelmektedir.
Asgari ücret değil, temel ihtiyaçların karşılanabildiği bir ücret için mücadele edilmekle birlikte, kapitalist sistemde insanca yaşamak için bir ücretin mümkün olmadığının, olsa da geçici olacağının anlatılması ve bilince çıkarılması bir zorunluluktur.
“Dinci-faşist rejimin yarattığı boğucu politik atmosfer, temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleye çok özel bir önem kazandırmıştır. Gerçekte bu alandaki sorunlar, işçi hareketinin kendine özgü ihtiyaçları yönünden de yakıcı bir hal almıştır. Örgütlenebilmek ve direnebilmek, sendikalaşabilmek ve grev hakkını etkin biçimde kullanabilmek için bile işçiler, bu mücadele alanına geçmek, temel siyasal özgürlükler uğruna mücadele etmek zorundadırlar. Aynı şekilde parti de içinden geçmekte olduğumuz dönemin özgün koşullarını göz önünde bulundurarak, sınıf hareketine politik müdahalesinde temel hak ve özgürlükler uğruna mücadeleyi özel bir biçimde öne çıkarmak durumundadır.” (TKİP VII. Kongresi)
Asgari ücret üzerinden yürütülen kirli pazarlıklar insan onuruyla bağdaşmayan pazarlıklardır. Asgari Ücret Tespit Komisyonu da bu pazarlıklarda bir koreografi olmanın ötesinde hiçbir işleve sahip olmadığını döne döne göstermiştir. “Her şey emeğin olmalı” mücadelesinde kurtuluş işçinin kendi elindedir.