Yeni anayasa tartışmaları üzerine

İşçi sınıfı ve emekçi kitleler her koşulda kazanılmış temel hak ve özgürlüklerini kararlıca savunmak zorundadır. Ancak, kapitalist düzenin içinden geçtiğimiz sürece özgü krizlerini aşma çabasının ürünü olacak bir anayasaya hiçbir şekilde umut bağlamaması önem taşımaktadır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 12 Mayıs 2024
  • 16:30

Komünistlerin, yerel seçim süreci boyunca yürüttükleri devrimci sınıf faaliyetinin temel vurgularından biri şu idi: “Yerel seçimlere değil ardından gelecek kapsamlı yıkım sürecine hazırlanmak gerekiyor.” Toplum yaşamında esaslı bir değişimin ancak işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist düzenin bütünlüklü saldırıları karşısında bağımsız, birleşik, kitlesel bir mücadele geliştirmesiyle mümkün olacağı dile getirilmişti. Devrimci seçim çalışmasını da bu yaklaşıma uygun bir şekilde örgütlediler.

Seçimlerin ardından yapılan değerlendirmelerde ise, gerici-faşist iktidarın önümüzdeki dönemde hayata geçireceği saldırıları dört başlık altında özetlediler: Ekonomik ve mali krizin faturasının emekçilere ödetilmesi, toplumda biriken hoşnutsuzluğu baskılamak için zorbalığın şiddetlendirilmesi, Kürt halkının bölgesel kazanımlarını hedefleyen savaş ve saldırganlık politikalarının derinleştirilmesi… Dördüncü başlık ise şöyle özetlenmişti:

“Dinci-faşist iktidarın seçimler sonrası için hazırlandığı dördüncü bir önemli saldırı adımı, bugüne kadarki siyasal kazanımlarına anayasal düzeyde hukuksal bir biçim vermek üzere düşünülen “yeni anayasa”dır. Bu hazırlık doğal olarak dinci-gerici esasların kamusal ve toplumsal yaşama yeni bir düzeyde dayatılmasına yönelik bir dizi adımın önünü açmak niyet ve hesabını da içermektedir. 

Yaşadığı seçim yenilgisi dinci faşist iktidarı bu saldırıların hiçbirinden alıkoymayacaktır. Ama genel seçimlerdeki başarıyı bir yerel seçim başarısıyla pekiştirme ve tüm bu saldırılara buradan alınan politik-moral güçle girişme hesabı halen boşa çıkmış durumdadır. Bu da iktidarın tüm saldırı alanlarında işinin her bakımdan daha zor olacağı anlamına gelmektedir. (Yerel seçimler ve sonrası, Ekim, Sayı:333, Nisan 2014)

Bugün toplumun temel gündemi ekonomik/sosyal yıkıma eşlik eden demokratik hak ve özgürlüklerin gasp edilmesidir. Derinleşen yoksulluk ve sefalet, hali hazırda uygulanan ekonomik-sosyal yıkım saldırılarının sonuçlarını güncel bir şekilde ortaya koyuyor. Seçimlerin hemen ardından gündeme getirilen Van Belediyesi’ne kayyım atama girişimi, Taksim 1 Mayıs’ının yasaklanması, ardından girişilen gözaltı ve tutuklama saldırıları ise baskı ve zorbalık uygulamalarının somut örneklerini oluşturuyor. Bu saldırı furyası halen devam ediyor. Sınır ötesi operasyon tartışmaları, bu kapsamda gündeme getirilecek milliyetçi-şoven propaganda için zemin hazırlanması, emperyalist merkezlerle yapılan pazarlıklar, Irak yönetiminin suç ortaklığına zorlanması gibi çabalar savaş histerisinin boyutu hakkında fikir veriyor. Nihayet uzun bir süredir tartışılan ve “yerli-milli” diye parlatılmaya çalışılan anayasa tartışmaları da başlamış durumda. Meclis Başkanı bu kapsamda mecliste grubu bulunan partilere ziyaretler gerçekleştiriyor. Öte yandan sermaye medyası bir bütün olarak “yeni anayasa” tartışmalarını gündemde tutuyor. Bu bağlamda meclis aritmetiği üzerinden hesaplamalar, anayasa metninin içeriği, partilerin tutumları ve siyasal yaklaşımlar tartışılıyor.

***

AKP-MHP koalisyonunun başlattığı son tartışmalar, iktidarın yarattığı ve toplumun farklı kesimlerine ağır bedeller ödeten çok yönlü krizler denklemine kendi cephesinden bir çözüm arayışı olarak görülüyor. Ancak anayasa ve içeriği Cumhuriyet tarihi boyunca sık sık tartışılan gündemlerden biri olmuştur. 1921 ve 1924 Anayasası, Osmanlının yıkıntıları arasında savaşı kazanmış genç burjuvazinin kapitalist düzen kurma çabalarına hukuksal çerçeve çizme ihtiyacının ürünü olarak gündeme gelmiştir. Ardından gelen 1961 Anayasası sistemin o dönemki ihtiyaçlarına göre hazırlanmıştı. Ancak konjonktürün de etkisiyle belli demokratik haklar da içeren 61 Anayasası 12 Mart 1971 askeri darbesi ile törpülendi, 1980’de 12 Eylül faşist cuntası tarafından ortadan kaldırıldı. Faşist cuntanın hazırladığı 1982 anayasası ise ülkenin kapitalist gelişim sürecine uygun adımların atılabilmesi açısından, ordunun “darbe” ile gündeme getirdiği hukuk normlarının, yine askeri cunta tarafından yaratılan koşulların yasal bir çerçevede ifadesi olmuştu.

Özellikle 1980 askeri faşist darbesi ile yürürlüğe giren anayasa o günden beri “demokrasi, özgürlük, temel insan hakları” gibi konular ekseninde sık sık tartışılmıştır. AKP hükümet olduğu ilk andan itibaren bu tartışmaları gündemde tutmaya özel bir gayret göstermiş, ülke ve dünya konjonktürüne uygun bir içeriğe büründürmüş, ama aynı zamanda kendi gerici-siyasal rejimini inşa etmenin bir paravanı ve istismar konusu haline getirmiştir. 2009-2017 referandumu ve anayasa değişiklikleri ile tek adam rejimine “yasal kılıf” uydurulmuştur. Yargı kurumunu bir aparat olarak kullanan saray rejimi, yıllardan beri anayasayı hiçe sayan bir politika izliyor. Saray rejiminin çıkarları söz konusu olduğunda anayasa yok hükmünde sayılıyor.

Burjuva siyasal güç odakları ve burjuva cumhuriyetin temel referans noktaları ile girdiği çatışma süreçlerinden başarıyla çıkarak devleti bir bütün olarak ele geçiren ve parti iktidarı konumuna yükselen saray gericiliğinin yarattığı rejim krizi, gelişen her siyasal sürecin ardından daha da derinleşiyor. Anayasa tartışmalarının yeninden başlatılması, sermaye rejiminin krizlerine çözüm bulma arayışının bir ürünüdür. Sermayenin hem iktidar hem muhalefet partilerinin bu konudaki kaygıları benzeşiyor.  

Dinci-ırkçı zihniyetini topluma dayatan AKP-MHP iktidarı tek adam rejiminin kazanımlarını korumak, kurduğu gerici rejimi yerleşik/kalıcı hale getirmek için anayasa tartışmalarını yeniden başlattı. Bu yolla iktidarı boyunca büyük bir pervasızlıkla topluma dayattığı ekonomik, sosyal, siyasal saldırıları birer “norm” haline getirme hesapları yapıyor.

Eğitim müfredatında değişiklikler, başörtüsü, aile tanımlaması vb. başlıklar üzerinden tartışmalar yapılsa da hedef çok daha geniştir. Dinci-ırkçı rejimin öncelikleri ile sermayenin yağma/talan düzeninin yeni dönem ihtiyaçlarına göre bir anayasa hedefleniyor.

Düzen muhalefeti ise uzun süreden beri “restorasyon” tartışmaları yürütüyor. Saray rejiminin düzenin temel kurumlarını kendine göre uydurması, bunların geniş kitleler nezdinde meşruiyetini yitirmesi gibi sorunların yüzeysel de olsa çözülmesi için çaba harcıyor. Saray rejiminin küstahlıklarını törpülemek, imajı yerlerde sürünen sisteme en azından makyaj yapmak istiyor. AKP’nin 31 Mart hezimetinin bunun için uygun siyasi iklimi oluşturduğunu var sayıyor.

Göründüğü kadarıyla reformist-liberal sol da sermayenin siyasi temsilcilerinin başlattığı anayasa tartışmalarına eklemlenmiş durumda. Ufku kapitalist düzeni, dolayısıyla düzenin anayasal çerçevesini aşmayan siyasal güçler, sermaye temsilcilerinin hazırlayacağı “demokratik anayasa” ile derinleşen sorunların çözülebileceğine bel bağlama eğilimindeler.

Oysa milyonlarca işçi ve emekçinin yaşadığı temel sorunların, demokratik hak ve özgürlüklerin polis postallarıyla çiğnenmesinin, sosyal yıkımın dayatılmasının anayasa ile pek bir ilgisi yok. Tüm bunlar kurulu düzenin yarattığı sorunlardır. Nitekim kağıt üzerindeki anayasaya bakılırsa “Türkiye Cumhuriyeti Devleti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” Oysa herkes bilir ki bu devlet “ne demokratik ne laik ne sosyal”dir

Anayasalar, hakim toplum düzeninin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel niteliğine göre hazırlanır. Bu anlamıyla hâkim sınıfın bakışını, ihtiyaçlarını, karakterini taşır. Yine de egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcileri, çoğu zaman kendileri tarafından yazılan anayasayı ayaklar altına almakta sakınca görmezler. Örneğin yargıyı bir aparat gibi kullanan saray rejimi yıllardan beri ne Anayasa Mahkemesi (AYM) ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını tanıyor.

31 Mart seçimlerinde toplumun geniş kesimleri nezdinde meşruiyetini yitirişmiş bir rejimin anayasa tartışmaları başlatması kaba bir küstahlıktır. “Olağan” koşullarda böyle bir rejimin çekip gitmesi beklenirdi. Oysa AKP-MHP koalisyonu zorba zihniyetinden aldığı güçle üste çıkarak yeni anayasa dayatıyor. Göründüğü kadarıyla bu girişimin hedefine ulaşıp ulaşmaması düzen muhalefetinin, özellikle de CHP’nin alacağı tutuma bağlı olacak.

***

 İşçi sınıfı ve emekçi kitleler her koşulda kazanılmış temel hak ve özgürlüklerini kararlıca savunmak zorundadır. Ancak, kapitalist düzenin içinden geçtiğimiz sürece özgü krizlerini aşma çabasının ürünü olacak bir anayasaya hiçbir şekilde umut bağlamaması önem taşımaktadır. Çünkü hakları kazanmak gibi korumak da kağıt üzerindeki yasalardan önce, fiili/meşru mücadelenin sorunudur.   

Bir bütün olarak kapitalist düzenin temellerini hedefleyen devrimci sınıf mücadelesini güçlendirmeksizin, işçi sınıfının ve emekçilerin “anayasal” zeminde kazanabileceği bir hak kırıntısı yoktur. “Demokrasi”, “temel insan hak ve özgürlükleri” vb. başlıklar “yeni anayasa” üzerinden değil, güncel mücadele süreçleri bağlamında tartışıldığında bir anlam taşıyabilir. Zira bu düzenin sınırları içerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler lehine adımlar atılması ancak mücadelenin yaratacağı basınçla sağlanabilir.

Komünistlerin bu sürece dair temel değerlendirmeleri olası gelişmeler ve bunlara karşı alınacak devrim tutum hakkında net bir fikir vermektedir:

“Zira devleti ele geçirmiş ve topluma halen çok şey dayatmayı başarmış olsa da dinci-faşist koalisyon hala da kendi düzenini oturtabilmiş değildir. Seçim yoluyla ya da seçimleri boşa çıkarmanın bir yolunu bularak iktidarı elde tutmayı başarırsa eğer, kısa vadede toplumun üzerine yeni düzeyde bir karabasan gibi çökeceği de yeterince açıktır. Elbette bunun ağır ve ezici sonuçlarını herkesten çok işçi sınıfı ve emekçiler ile toplumsal muhalefet ve ilerici-devrimci hareket yaşayacaktır. Bütün bunlar dinci-faşist iktidarın hesaplarını boşa çıkarmanın devrimci açıdan çok özel önemini açıklıkla ortaya koymaktadır.

Fakat bütün sorun, bunun devrimci konum üzerinden nasıl yapılacağı, ya da daha somut olarak, devrimci hareketin kendi bu alandaki misyonunu nasıl yerine getireceğidir...

Devrimciler kendi rollerini kendi konumları üzerinden, kendi sınıfsal alanlarında, kendi yol ve yöntemleriyle, dolayısıyla kitlelerin bilincini, mücadelesini ve örgütlenmesini geliştirmeyi hedef alan bir çizgide oynamakla yükümlüdürler. İşçileri ve emekçileri kendi acil istemleri üzerinden fiili-meşru bir çizgide mücadeleye çekmek, bu mücadeleyi büyütmek ve elbette dinci-faşist iktidara karşı bir halk hareketi boyutlarına ulaştırmaya çalışmaktır onların görevi. Güçlerinden ve olanaklarından bağımsız olarak bu böyle olmalıdır. Sorun hiçbir biçimde neyin ne denli başarılabileceği değildir. Sorun devrimci konum üzerinden bağımsız devrimci bir çizgide hareket edebilmektir. İlkelere dayalı devrimci bir çizgi üzerinden mücadeleyi büyütebilmek, mücadele mevzilerini çoğaltabilmektir.” (Siyasal Durum ve Devrimci Sınıf Çizgisi)