Türk-Ermeni ulusal sorunu üzerine tezler

Türk işçi ve emekçileri üzerinde Ermeni-karşıtı Türk ulusalcılığı ve şovenizminin önemli bir etkisinin bulunduğu, bu ulusalcılık ve şovenizmin Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen bölücülük demagojisiyle daha da beslendiği gözönüne alındığında böyle bir istemin ileri sürülmesi, Türk gerici egemen sınıflarının ekmeğine yağ sürmekten ve Türk işçi ve emekçileri üzerindeki zaten zayıf olan devrimci ve komünist etkiyi daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 24 Nisan 2021
  • 16:40

Giriş ve bir eleştiri

Ermeni jenosidinin 90. yıldönümünü yaşadığımız bugünlerde, ülkemiz toprakları üzerinde 90 yıl önce yaşanan trajedinin unutulmak bir yana, onun etrafındaki ideolojik ve siyasal savaşımın adeta daha da yoğunlaşarak sürmesine tanık olmaktayız. Bunun, dünya ve özellikle bölgedeki gelişmelerle çok yakından ilişkili olduğu ve asla bu gelişmelerle ilişkisi gözardı edilerek, kendi kendine yeterli bir sorun olarak ele alınamayacağı açıktır. Bu yazıda Ermeni jenosidi sorununa genelde nasıl yaklaşılması ve bu sorunun günümüz siyasal konjonktürü içinde nasıl ele alınması gerektiği üzerinde durulacak.

Önce bir eleştiri: Bu konunun ele alınması, çoğunluğu öncelikle Ermeni sorunu konusunda kendiliğindenci ve dolayısıyla objektif olarak sosyal-şoven bir konumda bulunan Türk ulusundan sosyalistlere ve devrimcilere düşerdi. Lenin şöyle diyordu: “Sorunu derinliğine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları ‘ayrılma özgürlüğü' üzerinde ısrar ederlerken, ezilen ulusların sosyal-demokratlarının ‘birleşme özgürlüğü' üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.” (“Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti”, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s.199)

Kürt halkının hedef olduğu baskı ve beyaz terör ve onun talepleri konusunda duyarlılık eksikliğini -haklı olarak- büyüteç altına yatıran ve Türk şovenizminin bu alandaki etkilerini ele almada hayli titiz olan Türkiye devrimci hareketi, bazı istisnalar bir yana bırakılırsa Türk ulusal bilincinin ve devletinin oluşumunda kritik bir rol oynamış bulunan Ermeni soykırımı ve Ermeni sorunu konusunda, bir çeşit sessizliğe gömülmüş durumdadır. Egemen sınıfların gündeme getirdiği -gerekli ya da gereksiz- hemen hemen tüm sorunlara tepki vermekte gecikmediği ya da dikkatini çok daha az önemli konulara yoğunlaştırdığı dikkate alındığında Türkiye devrimci hareketinin bu tavrı daha da dikkat çekicidir. Faşist demagojinin temel gündem maddelerinden biri olan bu konuda demokratik tepki verme görevi her nedense, “İkinci Cumhuriyetçi”lere, burjuva liberallerine vb. bırakılmış gibidir.

Oysa bu sorun, önüne Türkiye işçi sınıfını ve emekçilerini devrimci bilinçle donatma ve onların savaşımını geliştirme görevini koyan/ koyması gereken bu hareketi ve onun bileşenlerini doğrudan ilgilendirmektedir; yani sadece büyük bir felaket yaşamış olan ezilen bir ulusla ya da ondan geride kalan bir toplulukla enternasyonalist dayanışma içinde olmanın çok daha ötesinde bir anlam taşımaktadır. Taşımaktadır, çünkü Türk egemen sınıfları ve askeri kliği hem kendileri adeta bir Ermeni düşmanlığı (ve kısmen bir Rum düşmanlığı) ile yoğrulmuş ve hem de ezilen sınıfları da onyıllardır bu temelde “eğitmiş” ve onları da bir ölçüde kendilerinin suç ortağı kılmışlardır. Öyle ki, Ermeni halkının büyük bir bölümünün yokedildiği ya da yurtlarını terketmek zorunda kaldığı 1915-16 olaylarının üzerinden 90 yıl geçtiği halde egemen sınıfların sürdürmekten vazgeçmediği Ermeni düşmanlığı söylemi, Türk işçi ve emekçilerinin görece geri kesimlerini hala etkisi altında bulundurmaktadır. Dolayısıyla, bu alanda verilecek ve verilmesi gereken savaşım, Türk işçi ve emekçilerinin egemen sınıfların ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtarılması bakımından son derece büyük bir önem taşımaktadır. (Bunu söylerken elbette, önce Türk işçi ve emekçilerini enternasyonalist propagandayla eğitmek ve sonra onları sınıf savaşımına çekmek gerektiğini söylemek istemiyorum; hatta tam tersine, işçi ve emekçilerin dinsel önyargıların etkilerinden kurtulma sorununda olduğu gibi, şovenist önyargılardan kurtulmanın yolu da, öncelikle işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin siyasal gericiliğe ve kapitalizme karşı savaşıma çekilmesinden geçmektedir. Ama bu elbette, işçi sınıfının devrimci öncüsünün, sınıfın ileri kesimlerini -ve ülkemiz örneğinde kendisini de- enternasyonalizm ruhuyla eğitmesiyle elele gitmek zorundadır.)

İttihat ve Terakki ruhunun hortlaması

Özellikle revizyonist/ sosyal-emperyalist blokun çöküşünün ardından “Adriyatik'ten Çin Seddine kadar uzanan Türk dünyası” sloganını atan Türk egemen sınıfları, geleneksel Kemalist dış politika çizgisinden uzaklaşarak -bu kez ABD'nin şemsiyesi altında- geçmişte kurmuş oldukları Pantürkizm hayallerini canlandırmaya koyulmuşlardı. Ama onlar çok geçmeden, ne ekonomik ve ne de siyasal güçlerinin, daha doğru dürüst tanımadıkları ‘Türk dünyası'nda ciddi bir nüfuz sahibi olmaya yeteceğini ve bu geniş bölgede ABD emperyalizminin bir yamağı işlevini görmekten ileriye gidemeyeceklerini anlayacaklardı. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı devletinin çöküş sürecini hızlandıran Kayzer Almanyası-Osmanlı İmparatorluğu bağlaşması, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Kızıl Ordu'sunun Alman ordusuna ağır darbeler indirmesi ve emperyalistlerarası çelişmeler yüzünden yaşama geçirilemeyen Hitler Almanya'sı-Türkiye bağlaşması projesi ve 1991 sonrası yeniden su yüzüne çıkan emperyal ihtiraslar, Türk gericiliğinin İttihat ve Terakki ruhundan yakasını bir türlü kurtaramadığını gösteriyor. Buna, özellikle Tek Parti iktidarı (1923-1950) döneminden farklı olarak, Türk egemen sınıflarının Osmanlı/ İttihat ve Terakki gericiliğinin mirasını daha fazla sahiplenmesi eşlik ediyor. Onların Ocak 1991'de ABD ve bağlaşıklarının Irak'a saldırısıyla patlak veren İkinci Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında Güney Kürdistan'ın Türkiye ile federatif bir ilişkiye girmesi düşüncesiyle oynamaya başlamaları, Türk dünyasındaki nüfuzlarını arttırmak amacıyla Ocak 1992'de Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı'nı (TİKA) kurmaları, Temmuz 1996'da Enver Paşa'nın naaşını Tacikistan'dan getirmeleri, 26 Aralık 2004'de, Enver Paşa'nın 90.000 dolayında Osmanlı askerinin Allahüekber Dağı'nda donarak ölmesine yolaçan ve Ermeni jenosidinin arkaplanını oluşturan Sarıkamış seferinin 90. yıldönümünü anmaya koyulmaları; bu yeni yaklaşımın hemen akla gelen dışavurumlarından sadece birkaçıdır. Bu noktaya gelmiş olan Türk gericilerinin, Ermeni jenosidini kabul etmek şöyle dursun, geçmişte savundukları “karşılıklı çatışma” gerici-şoven tezinden de geriye giderek olayı “Ermeni ayaklanması” ve devletin bu “ayaklanmaya karşı kendini savunması” olarak tanımlamaya başlamalarında şaşılacak bir yan olmamalıdır. Oysa, İttihat ve Terakki kliğinin ağır suçunu ikiyüzlü bir biçimde de olsa kabul eden ve onun yayılmacı-maceracı siyasetini eleştirmiş olan Mustafa Kemal, TBMM'nde 24 Nisan 1920 günü yaptığı konuşmada, İngilizler'in Ermeniler'e karşı yapılan katliamların hala sürmekte olduğu yolundaki savını yanıtlarken şöyle diyordu:

“Memleketimiz cümlemizce malumdur. Hangi kıtasında Ermeniler'e karşı katliam yapılmıştır? Harb-i Umumi'nin başlangıç safahatından bahsetmek istemem ve zaten İtilaf devletlerinin de bahsettikleri bittabi maziye aid fazahat (=geçmişe ait rezillik) değildir. Bugün memleketimizde bu gibi fecayiin icra edildiğini (=faciaların gerçekleştirildiğini) iddia ederek, bundan sarfınazar etmemizi talep ediyorlar.” Ama bundan İttihatçılarla Kemalistler arasında büyük bir mesafe olduğu sonucuna asla varılamaz. “Ermeni ve Rum iddialarına ve tehlikesine karşı” bir direniş olarak başlamış olan Kurtuluş Savaşını İttihatçı kadroların yardımıyla örgütlemiş olan Mustafa Kemal'in önderlik ettiği TBMM 8 Mayıs 1920'de “Tehcir suçundan tutuklu olanların serbest bırakılmaları” yönünde bir karar alacak, Kemalistler bu savaşı, katledilen ve yurdunu terketmek zorunda bırakılan Ermeni nüfusunun mallarına elkoyan Anadolu eşrafına dayanarak yürütecek ve “yeni” Türkiye'yi İttihat ve Terakki kadrolarıyla birlikte kuracaklardı.*

Günümüze dönersek...

Kıbrıs'ta, 20 Temmuz 1974'den bu yana sürdürdükleri işgalin yavaş yavaş sonuna yaklaşılması, Güney Kürdistan'da bir Kürt devletinin kurulmasının mutlaka önlenmesini öngören stratejik yaklaşımlarının -ABD'nin Irak'ı işgali nedeniyle- boşa çıkması, Ermeni jenosidinin dünya ölçeğinde giderek daha fazla tanınması, AB'ne üyelik hayallerinin bir kez daha rafa kalkmakta olması ve Ortadoğu'da ABD-Britanya-İsrail blokunun emperyalist savaşı tırmandırması; bölünme ve dağılma korkusunu bir türlü üzerinden atamamış olan Türk egemen sınıflarını ve özellikle askeri kliği köşeye sıkıştırmaktadır. Bu koşullar altında, siyasal miyopluk ve kabızlıkla sakatlanmış olan Türk gericiliği, kendi içindeki nüanslara rağmen hiçbir yeni açılım ortaya koyamamakta, bir kez daha Ermeni düşmanlığını körükleme, “Kürt tehlikesi” üzerine yaygara koparma, Rum ve Yunan düşmanlığını kaşıma biçimindeki geleneksel şovenizmine dönmekten başka bir yol bulamamaktadır.

Tıpkı “Kürt tehlikesi” korkuluğu gibi Ermeni sorunu korkuluğu da daha çok ve esas olarak, ABD-Britanya-İsrail saldırgan bloku ve Türk egemen sınıflarının bu blokla daha yakın ve kölece bir ilişki içine girmesini isteyen fraksiyonu tarafından sallanmaktadır. Daha çok askeri klik içinde yuvalanmış olan ve MHP ve BBP gibi faşist partilerin yanısıra diğer burjuva partileri içindeki “milliyetçi” öğeler tarafından da desteklenen bu fraksiyon, “bayrak krizi” ve sonrasında da görüldüğü gibi sivil faşist bir kitle temeli yaratmayı, işçi ve emekçiler üzerindeki sömürü ve zulmü daha da arttıracak daha gerici sivil ya da askeri bir rejim kurmayı, Kürt halkına karşı daha şoven ve saldırgan bir politikayı yaşama geçirmeyi de hedefliyor. Lenin'in de söylemiş olduğu gibi iç politikada daha gerici bir konuma savrulma, dış politikada daha gerici bir konuma savrulmayla elele gidiyor. Bu konjonktürde, ABD-Britanya-İsrail saldırganlarının, özellikle Arap ve İslam halklarına karşı açtıkları savaşa boylu boyunca katılma konusunda bazı çekince ve kaygıları bulunan Türk egemen sınıfları, Ermeni diyasporasınının uzun yıllardır süregelen çabalarının da yardımıyla Ermeni jenosidinin dünya çapında giderek daha fazla kabul görmesinden ötürü, her yıl yaşadıkları 24 Nisan krizini bu yıl biraz daha şiddetli bir biçimde yaşadılar. Ve bölgemizdeki siyasal güç dengesi köklü bir biçimde ABD ve bağlaşıkları/uşakları aleyhine ve Ortadoğu'nun direnen halkları lehine değişmediği sürece de onlar bu krizi yaşamaya devam edeceklerdir.

Türk-Ermeni sorununun çözümü

Genelde ulusal sorunun ve özelde Türk-Ermeni ulusal sorununun gerçek ve sonal çözümü ancak proleter enternasyonalizmi temelinde ve Türkiye'deki çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin ve diğer sömürülen emekçilerin birliği ve faşizme, emperyalizme ve kapitalizme ortak savaşımı zemininde gerçekleştirilebilir.

Kuşkusuz bunun olması, Osmanlı-Türk egemen sınıflarının Ermeni halkına karşı 1915-16 yıllarında gerçekleştirmiş olduğu soykırımın üstünün örtülmesini ya da yadsınmasını değil, tam tersine açık bir biçimde kabulünü, özgürce tartışılmasını ve sorumlularının lanetlenmesini/mahkum edilmesini gerektirir. Bir kez daha yinelemek gerekirse, jenosidin kabulünü gerektiren tek, hatta en önemli faktör, asla Ermeni halkına karşı işlenmiş ağır bir suçtan ötürü özür dilenmesi ve böylelikle tarihsel bir haksızlığın bir ölçüde giderilmesi değildir; bu, aynı zamanda, daha doğrusu öncelikle Türk işçi ve sömürülen emekçilerinin kendi tarihleriyle yüzleşmeleri, Osmanlı-Türk egemen sınıflarının ideolojik-siyasal boyunduruğundan kurtulmaları ve devrimci ve anti-kapitalist bir siyasal bilinç edinmeleri için gereklidir. Türk ve Kürt halklarının da jenosid suçuna bir biçimde ve bir ölçüde bulaştırıldığı dikkate alındığında, bu uzun ve karmaşık sürecin, işçi sınıfının ve Kürt halkının öncü ve ileri güçleri tarafından başlatılmasını beklemek ve talep etmek hiç de yersiz olmayacaktır.

Türk gericileri, gündeme gelebilecek bir özür dilemenin ardından tazminat ve toprak taleplerinin geleceğini ileri sürmekte, bununsa Türkiye'nin parçalanmasının yolunu açacağını yineleyip durmaktadırlar. Bazı milliyetçi Ermeni çevrelerinin ve Ermenistan'ın bu türden birtakım talepleri olduğu gibi Güney Kürdistan'da oluşan ABD-İsrail destekli Kürt devletinin de ilerde Türkiye'den bu tür taleplerde bulunabileceği söylenebilir. Ancak, Sevr sendromunun canlanmasına yolaçan gelişmelerin kökeni, Türk egemen sınıflarının yıllardır, onyıllardır izlediği Kürt halkına düşmanlık ve ABD emperyalizminin ve siyonist İsrail'in kuyruğunda gitme politikalarında yatmaktadır. Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorunlarını enternasyonalist ve tutarlı demokratik bir tarzda çözmeye girişecek, emperyalist-siyonist saldırganlığa cepheden tavır alacak, komşularının toprağına göz dikmekten kesinkes vazgeçmiş ve bölge işçi sınıfları ve halklarının yanında saf tutacak devrimci bir Türkiye'nin, bölünme korkusu kalmayacaktır. Bununsa bir devrim sorunu olduğu ve işçi ve emekçilerin kendi iktidarlarını kurmasından geçtiği söylenebilir ve söylenmelidir.

Mayıs 1998'de kaleme almış olduğum “Ermeni Sorunu Üzerine Eleştirel Notlar” adlı yazıda, “Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle birlikte ortadan kaldıracak bir çözüm”ü savunan bir yazarı eleştirirken şöyle diyordum:

“Soykırıma uğramış olan Ermeni halkı yeniden yaşama döndürülemeyeceğine göre, yazar arkadaşımızın ‘Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle birlikte ortadan kaldıracak bir çözüm'ü olsa olsa, ‘Batı Ermenistan' denen bölgenin Ermeniler'in yerleşimine açılması ve bu bölgede bir Ermeni devletinin kurulmasına olanak verilmesi olmalıdır. Türk işçi ve emekçileri üzerinde Ermeni-karşıtı Türk ulusalcılığı ve şovenizminin önemli bir etkisinin bulunduğu, bu ulusalcılık ve şovenizmin Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen bölücülük demagojisiyle daha da beslendiği gözönüne alındığında böyle bir istemin ileri sürülmesi, Türk gerici egemen sınıflarının ekmeğine yağ sürmekten ve Türk işçi ve emekçileri üzerindeki zaten zayıf olan devrimci ve komünist etkiyi daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramaz.

“Öte yandan, ‘Batı Ermenistan' denen bölgede, bugün esas olarak Kürt halkının yerleşik bulunduğu ve Kuzey Kürdistan'da bir ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü gözönüne alındığında, böyle bir çağrının bir başka açıdan da Türk gericiliğinin değirmenine su taşıyacağı bellidir. Böyle bir çağrı, egemen sınıflara, Kürt ve Ermeni halkları arasında bir gerilim yaratma fırsatı sunacak, Kürt halkının siyasal bakımdan daha geri kesimlerini Türk gericiliğinin demagojik propagandasının etkisine daha açık hale getirecek ve Kürt ulusal kurtuluş davasının tutarsız ve kararsız destekçilerini, daha geri bir noktaya çekilmeye özendirecektir. Türk Genelkurmayı'nın ve istihbarat servislerinin, Kürt ulusal hareketiyle Ermeniler'in sözümona Türkiye-karşıtı planları arasındaki bağlar üzerinde yıllardır psikolojik savaş yürütmekte olmaları bizlere bir şeyler anlatmalıdır. İşçilerin ve diğer sömürülen yığınların dikkatlerini toplumsal sorundan uzaklaştırmak ve ulusal soruna çekmek, hemen hemen her zaman bizim değil, burjuvazinin ve gericiliğin işine yarar. Tartıştığımız sorunda, bunun tam da böyle bir sonuç vereceğini kestirmek için herhalde, ilkokul diplomasına sahip olmak yeterli olmalıdır.

“Üçüncüsü, yazar arkadaşımızı gerçekçi olmaya ve ona bugün Türkiye'de sözcüğün gerçek anlamında bir Ermeni sorununun bulunmadığını anlamaya çağırmamız gerekiyor. Kendisinin de dile getirdiği gibi, geçmişte yapılan soykırım, göçertme vb.nin sonucu olarak bugün Türkiye'de -büyük çoğunluğu metropollerde yaşayan- 50.000 dolayında Ermeni kalmıştır. Ne bu Ermeniler'de, ne de Ermeni diyasporasında ciddiye alınır bir ‘Batı Ermenistana dönüş' özlemi bulunmamaktadır. Yani bugün, nasıl ABD'nde edimsel olarak bir Kızılderili sorunu yoksa, Türkiye'de de edimsel olarak bir Ermeni sorunu yoktur. Bütün bu nedenlerden ötürü, bugün ‘Ermeniler için geçmiş tarihsel haksızlıkları tüm nedenleriyle ortadan kaldıracak bir çözüm' çağrısı, teoride saçma ve hatalı, pratikte ise gerici siyasal rol oynayacak bir çağrı olacaktır.

“Bunun böyle olması, geçmişte şu ya da bu halka karşı yapılan tarihsel haksızlıkları unutmamız, bu haksızlıklara karşı çıkmaktan vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmiyor elbet. Ancak biz, masabaşı devrimcileri ya da nostaljik ulusalcılar değilsek ve gerçekten devrim yapma gibi bir derdimiz varsa, ülkemizin ve toplumumuzun bilimsel bir sınıf analizinden yola çıkmak zorundayız. Devrimci politika, gerçek durumun bilimsel analizi zemini üzerinde yükselir. Artık olmayan ve hangi biçimde ve hangi nedenle olursa olsun tarihin gündeminden düşmüş sorunları yapay bir tarzda diriltmeye çalışarak devrimci politika yapılamaz. Osmanlı-Türk gericiliğinin Ermeni halkına ve Kürt ve Türk halkları da içinde olmak üzere diğer halklara karşı işlediği suçların ve cinayetlerin hesabının sorulması, bu topraklarda proleter devrimini zafere ulaştırmaktan geçer. O halde biz dikkat ve enerjimizi gerçek sorunlar ve onların çözümünü gerçekleştirebilecek güçler üzerinde, Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve onun bağlaşıkları ve onların demokrasi ve sosyalizm kavgası üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Ulusal sorunun çözümünün anahtarı, dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de proleter devriminin zaferinden ve proletaryanın diktatörlüğünün kurulmasında yatmaktadır.”

Ulusal soruna doğru yaklaşım

Bu koşullarda, öteden beri olduğu gibi, Türk gericiliğinin politikalarına basit bir reaksiyon vermekle yetinmek ve ulusal sorunda bir yandan sosyal-şovenizmin, bir yandan da nihilizmin etkisi altında politika yapmak; egemen sınıfların, askeri kliğin ve onların “sivil” faşist uzantılarının konumunu güçlendirecek, onların geniş işçi ve emekçi yığınlarının berrak bir nitelik taşımayan yurtsever duygu ve eğilimlerini sömürmesine ve şovenist-faşist kanallara akıtmalarına yardımcı olacaktır ve olmaktadır. Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin önemli bölümünü etkisi altına alan Kürt halkına ve ulusal hareketine yaslanarak ve onların kuyruğuna takılarak güç kazanma ve siyaset yapma çizgisi, özellikle PKK'nın teslimiyet yolunu tuttuğu ve Güney Kürdistan halkının KDP ve KYB gericiliği eliyle ABD emperyalizminin vurucu gücü haline getirildiği son yıllarda bu hareketten geriye kalan güçlerin Türk işçi ve emekçileriyle olan çok sınırlı bağlarının daha da zayıflamasına ve onların daha da marjinalleşmesine hizmet etmekten başka bir işe yaramamıştır. Her ne kadar Türk işçileri, Büyük-Rus işçilerinin o tarihte elde etmiş oldukları başarıları elde etmiş olmaktan uzak iseler de, burada, Lenin'in Aralık 1914'de kaleme aldığı “Büyük-Rus Ulusal Gururu Üzerine” başlıklı yazısında söylediği şu sözleri anımsamak gerekiyor:

“Ulusal gurur duygusu, bize, biz bilinçli Büyük-Rus proleterlerine yabancı bir duygu mudur? Elbette ki değildir! Biz, dilimizi ve yurdumuzu severiz; biz, yurdumuzun emekçi yığınlarını (yani yurdumuz nüfusunun onda-dokuzunu) demokratik ve sosyalist bilinç düzeyine yükseltmek için elimizden geleni yapıyoruz. Çarın kasapları, soylular ve kapitalistler elinde, güzel yurdumuzun uğradığı hakaretleri, zulüm ve aşağılamaları görmek ve duymak bizim için çok acıdır... Büyük-Rus işçi sınıfının, 1905'te yığınların güçlü devrimci partisini yaratmış olmasından ötürü; Büyük-Rus köylülüğünün demokrasiyi benimsemeye başlamasından, papazların ve büyük toprak sahiplerinin boyunduruğunu kırma işine girişmesinden ötürü, gurur duyuyoruz.” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 132-33)

Türk-Ermeni sorununun çözümü ve onun hala yaşamakta olan Türk işçi ve emekçilerini zehirleyen etkilerinin ortadan kaldırılması görevleri, sınıf savaşımının güncel görevleriyle sımsıkı bir ilişki içinde ele alınmadan ve proleter enternasyonalizmi ruhunu lafta değil, gerçekten kuşanmaksızın yerine getirilemez. Bu sorunun çözümü, bugün Ortadoğu ve dünya işçi sınıfı ve halklarınan merkezi görevinin yerine getirilmesinden, yani neo-faşist ABD-Britanya-İsrail blokuna ve onun kuyruğunda giden güçlere karşı, Arap ve İslam halkları başta gelmek üzere dünya işçi sınıfı ve halkların devrimci direnişinin örgütlenmesi ve yükseltilmesinden ve devrimci proletaryanın bu direnişe kendi ideolojik ve siyasal damgasını vurmasından geçmektedir. Buna herhalde, Türkiye işçi sınıfının devrimci öncüsünün, Kürt ulusal hareketi içindeki diri güçlerin ve tüm tutarlı demokratların; emperyalist savaşa, rejimin faşist bir kitle temeli oluşturma yolundaki girişimlerine, Türk gericiliğinin ABD'nin direktifleri doğrultusunda ve/ ya da kendi inisiyatifiyle Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar'da hegemonyasını yayma ve bu bölgelerdeki halkların içişlerine karışma çabalarına ve işçilerin ve diğer kent ve kır emekçilerinin sistemli bir biçimde soyulmasını öngören IMF destekli ekonomi politikalarına, işsizliğe ve yoksulluğa karşı geniş bir devrimci birleşik cephe oluşturma görevi eşlik edecektir ve etmelidir.

Diğer aktörler ve sonuç

Burjuvazinin hiçbir fraksiyonunun Türk-Ermeni ulusal sorununu tutarlı demokrasi ruhuyla çözemeyeceği saptaması, ezilen Ermeni ulusunun burjuva temsilcileri olan Ermenistan devleti ve Ermeni diyasporası için de geçerlidir. Ermeni diyasporası ve Ermenistan devleti, Türk gericiliğini esas olarak ABD ve AB emperyalistlerinin ve genel olarak emperyalistlerin denetimindeki uluslararası örgütlerin yardımıyla köşeye sıkıştırmaya çalışmakta, TARC (=Türk-Ermeni Uzlaştırma Komisyonu) örneğinde olduğu gibi rezilce uzlaşma yolları aramakta ve hatta Türk gericileriyle dolaylı ve/ya da gizli pazarlıklar sürdürmektedirler. Bu yol, ilkesel açıdan olduğu gibi taktiksel açıdan da yanlış ve sonuç vermemeye mahkum bir yoldur.

Ne dünya halklarının baş düşmanı, celladı ve gardiyanı ABD emperyalistlerinin, ne de Afganistan'ın işgaline katılmış, Irak'ın işgalini -belirli rezervler koyarak da olsa- desteklemiş, ABD'nin kuyruğuna takılarak Lübnan'da iç savaşın alevlerinin yeniden tutuşturulması çabalarına katkıda bulunmuş, Suriye ve İran'a yönelik ABD-İsrail tehditlerine ikircimli bir tarzda da olsa onay vermiş, Haiti'nin ABD esinli bir darbe sonucu BM bayrağı altında askeri işgal altına sokulmasını desteklemiş olan, yani sadece uzak geçmişi değil, bugünü de ezilen halkların terörize edilmesi ve kanının oluk oluk akıtılmasıyla nitelenen AB emperyalistlerinin Ermeni halkının jenosidi konusunda döktükleri timsah gözyaşları kimseyi aldatmamalıdır. Onlar da Washington'daki ağabeyleri gibi Ermeni jenosidini, esas itibariyle kendi emperyalist çıkarlarını korumak için kullanmakta, bu halkın yaşamış olduğu felaketi Türk gericilerinden çeşitli ödünler koparmanın, onun üzerindeki hegemonyalarını güçlendirmenin ve Türkiye'yi AB kapısında bekletmenin bir aracı haline dönüştürmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

Yahudi jenosidine ilişkin çok sayıda belgesel, film ve haberle hemen hemen her gün adeta dolup taşan ABD ve Batı Avrupa yazılı medyasının ve TV kanallarının, 90. yıldönümü anılan Ermeni jenosidine ilişkin yayınlarının neredeyse hiç mesabesinde olması, ABD Başkanı George Bush'un 24 Nisan vesilesiyle yaptığı konuşmada jenosid sözcüğünü kullanmaması, sözümona Ermeni halkını savunan ve onun tarihsel acısını paylaşan ABD ve AB emperyalistlerinin tutumlarının ikiyüzlülüğünün ve umutlarını onlara bağlayan Ermeni burjuva milliyetçilerinin politikalarının bir kez daha iflas ettiğinin en taze kanıtlarındır. Son onyılların toplumsal pratiği, ABD ve AB emperyalistlerinin Ermeni ulusal sorununa ve Ermeni halkının çekmiş ve çekmekte olduğu acılara duyarlılığının, Filistin ulusal sorununa ve Filistin halkının çekmiş ve çekmekte olduğu acılara karşı sergilediği duyarlılıktan çok da fazla olmadığını ve olamayacağını fazlasıyla göstermiştir.

Tarihsel deneyimin de göstermiş olduğu gibi, burjuvazinin hiçbir fraksiyonu, çok kaba çizgilerle özetlediğim bu genel çerçeve içinde ele alınması gereken Ermeni sorununu, daha doğrusu Türk-Ermeni sorununu tutarlı demokratizm temelinde çözemez. Bütün ulusal sorunlar gibi Türk-Ermeni sorunu da milliyetçilikten yola çıkılarak çözülemez.

25-26 Nisan 2005

* Ermeni jenosidinin İttihat ve Terakki kliği eliyle ve onun iktidarı sırasında gerçekleştirilmesi, bu trajedinin tek sorumlusunun Enver-Talat-Cemal çetesi olduğu anlamına gelmemektedir. Aslında 1915-16 jenosidi, Osmanlı egemen sınıflarının ve İkinci Abdülhamit'in 1880'lerden bu yana uyguladığı Ermeni-düşmanı siyaset ve katliamların bir doruk noktası gibi ele alınmalıdır. Kürt aşiretlerinden oluşan Hamidiye Alayları'nın mucidi Abdülhamit bir kezinde şöyle demişti:

“Yunanistan ve Romanya'nın alınmasıyla Avrupa Türk devletinin ayaklarını kesmiştir. Bulgaristan, Sırbistan ve Mısır'ın kaybı bizden ellerimizi götürmüştür ve şimdi Ermeniler arasında propaganda ile bizim hayati önemi olan organlarımıza yanaşmak, hatta bağırsaklarımızı koparmak istemektedirler.” (Joan Haslip'ten aktaran Tamer Akçam, Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu, s.98)

(Yazarının kendi internet sitesinden alınan bu yazı Kızıl Bayrak’ın

14 Mayıs 2005/19 tarihli sayısında yayınlanmıştır...)