Türkiye tarihinin en vahşi organizasyonlarından biri olan Sivas katliamı, sermaye iktidarına ayna tutan sarsıcı olaylardan biridir. 2 Temmuz 1993’te tetikçi olarak kullanılan dinci-gerici odakların 21 yıldan beri Türkiye’yi yönetiyor olmaları bir tesadüf değil. Katliamı planlayan ve uygulanmasını izleyen devlet, orta çağ artığı ideolojiye dayanan dinci akımı başa getirme sürecinde, 2 Temmuz 93’ü önemli bir kilometre taşı olarak kullanmıştır.
Dinci-gerici akım 1994 seçimlerinde sıçrama yapmış, Saray rejiminin şefi Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştur. Bu adım, Madımak’ta insan yakan zihniyetin ülkeyi yönetme sürecinde önemli bir dönemeç olmuş, günümüzün “yeni Türkiye’si” o zaman inşa edilmeye başlanmıştı. 30 yıl sonra Sivas katliamı davasını zaman aşımına uğratmaları şaşırtıcı değil. Tayyip Erdoğan davadan bir hafta önce bu dosyadan önce idam, sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan tetikçilerden birini Cumhurbaşkanı yetkisini kullanarak affetmişti. Yani AKP şefi “zaman aşımı” mesajını önden vermiş, Sarayın aparatı olan yargı da “gereğini” yapmıştır.
Saray rejiminin bu pervasızlığına tepki gösterenlerin çoğunluğu, bunun “adaletsiz/hukuksuz” bir karar olduğunu dile getirmiş, AKP-MHP koalisyonunu yargıya müdahale ettiği için suçlamıştır. Bu eleştiriler elbette doğru ve haklıdır. Ancak mesele “hukuksuzluktan” ötedir. Burada rejim, bizzat faili olduğu bir insanlık suçunu “zamanaşımı” kılıfına uydurarak aklamaya çalışıyor. Çünkü 30 yıl önce tetikçi olanlar bugün sistemin efendileri oldukları için, insanlığa karşı işlenen bu suçun hem planlama hem uygulama bakımından failleridir.
***
Vurgulamak gerekiyor ki, 2 Temmuz’un tetikçilerini koruyan sadece AKP-MHP rejimi değildir. 2 Temmuz 1993’ten 28 Şubat Muhtırası süreci başlayana kadar geçen sürede katilleri “eski Türkiye” korumuştu. Aslında suç da suçlular da ortada idi. Zira her şey kameralar önünde cereyan etmişti. Şeriatçı güruhları kimlerin örgütlediği, harekete geçirdiği, onları kışkırtan bildirinin emniyetin fotokopi makinesinde çoğaltıldığı, atılacak sloganlar listesinin önden dağıtıldığı ve daha birçok ayrıntı ortada idi. Yakınlarını kaybedenlerin avukatları gerekli her delili mahkemeye sunmuştu. Ancak o dönem devrimcilere karşı bir “giyotin” gibi çalışan Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) oyalama taktiği uygulayarak katliamın tetikçilerini korumuştur. Aynı dönemde tetikçilerin bir kısmı yurtdışına kaçırılmış ya da kaçmalarına göz yumulmuştur. Bazıları ise aranmalarına rağmen Sivas’ta “olağan” yaşamlarına devam etmiştir.
Devletin tutumu nihayet 28 Şubat Kararları alındıktan sonra değişmeye başladı. O süreçte belli mahkumiyetler verildi. AKP başa geçtikten sonra ise katillerin bir kısmı affedilmişti. Kaçanlar için kırmızı bülten çıkarılmasına rağmen, devlet onları geri getirmek için çaba harcamadı. Görüldüğü üzere devletin karanlık dehlizlerinde o tetikçileri her zaman koruyanlar oldu. Sadece AKP değil, ondan önceki hükümetler de katliamın gerçek sorumlularının ortaya çıkarılmasına engel oldular. Zira, tetikçilerin bazılarını mahkum etmek zorunda kalsalar da esas faillerin peşine hiçbir zaman düşülmedi. Bu da tesadüf değil elbette. Çünkü esas suçluların devletin kritik mevkilerini işgal ettiği bilinse de bir “sır” olarak bırakıldı.
Bu arada devlet benzer katliamlar yapmaya devam etti: 1995 Gazi, 1999 Ulucanlar, 2000 Cezaevleri, ardından Roboski, Suruç, Ankara Gar’ı katliamları yine aynı güçler tarafından organize edildi. Diğer katliamların tetikçileri ve sorumluları da devlet/hükümetler tarafından korundu. Bu örnekler, devletin ihtiyaç duydukça pervasız bir şekilde toplu insan kıyımı yaptığını gösterdiği gibi, sorumluların da tetikçilerin de korunmasının ise bir “kural” olduğunu gösteriyor. Zira bu kokuşmuş sistem, “gerekli” gördükçe benzer kıyımlar yapacaktır. Dolayısıyla hem organizatörlere hem tetikçilere “devletin koruması altında olacaksınız” mesajı veriyorlar…
***
Saray rejimi yargılanan failleri koruyarak ya da kimilerini özel aflarla sokaklara salarak Sivas katliamını gündemden düşürmeye çalışsa da insanlığa karşı işlenen suçlar tarihin kaydına geçmiştir. Ne Saray rejimi ne de onun aparatı olan yargının kararlarıyla bu suçların üstü örtülemez. Bu ve benzer suçların hesabını ise elbette düzen yargısı sormayacaktır. Zira o yargı suçlu olan çarkın dişlilerinden biridir sadece. Bu suçların gerçek hesabı, işçi ve emekçiler devrimci parti önderliğinde düzene karşı direnişi yükselttiğinde sorulacaktır.