Asgari Ücret Tespit Komisyonu ilk toplantısını 2 Aralık’ta, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığında gerçekleştirdi. İkinci toplantının 10 Aralık’ta Türk-İş’te, üçüncü toplantının 17 Aralık’ta TİSK’te, ay sonundaki nihai toplantının da yine Bakanlıkta yapılacağı ve burada son kararın açıklanacağı belirtiliyor.
Sermaye basını ve onun dilinden konuşanlar her zamanki gibi 15 kişiden oluşan komisyonda 3 kesimi (devlet, kapitalistler ve işçiler) temsilen beşer kişinin yer aldığını vurguluyorlar. Ölçüyü çok kaçırmamak için yer yer devletin de patronlardan yana tutum aldığı söylenebiliyor. Oysa bu bile bir perdeleme dilidir. Mevcut düzende devlet bizzat sermayenin, yani kapitalistler sınıfının devletidir. Öyle ki kapitalist sınıfın genel çıkarlarını tek tek kapitalistlerden çok daha ileride bir sınıf aklıyla kollar. Dolayısıyla sermaye devleti kapitalistlerden yana tutum almanın ötesinde, her platformda ve her koşulda bizzat burjuvaziyi temsil eder.
Güya işçi sınıfını temsil eden sendikal bürokrasinin gerçekte hangi sınıfın uzantısı ve temsilcisi olduğunu hala görmeyenlerin ise onun niteliğine, misyonuna, bugüne kadarki pratiğine bakması yeterlidir. İşçi sınıfının en temel kitlesel örgütlenme araçları olan sendikaların başına çöreklenmiş sendikal bürokrasi şebekesi, hemen her yerde burjuvazinin bir parçasıdır. Misyonu sınıfın tarihsel mücadele aracı olan sendikaları felç etmek, işçi sınıfını düzen adına denetim ve kontrol altında tutmaktır. İşçi sınıfının tabandan mücadelesiyle sendikalar bu ihanet ağından temizlenmediği sürece, sendikal bürokrasi her durumda ve koşulda sermaye sınıfının hizmetçisi ve temsilcisi olarak ihanete devam edecektir.
Bu şebekenin pratiğine gelince, çok uzağa gitmeye de gerek yok. Güya işçiyi temsil heyetinin başındaki Türk-İş Başkanı Ergün Atalay’ın geçen yaz açık kalan mikrofon sayesinde patlak veren rezaleti orta yerde duruyor. Kamuda çalışan 200 bin işçinin Toplu İş Sözleşmesi’nin, başında Atalay’ın olduğu Türk-İş yönetimi tarafından nasıl satıldığı, yine bugün aynı masada buluştuğu Çalışma Bakanı’yla sohbetinden yansımıştı.
Ekonomik krizin damga vurduğu, bir başka deyişle işsizliğin resmi istatistiklere göre dahi %14 oranı ve 4 milyon 650 bin kişiyle tarihi rekor kırdığı, geniş tanımlı işsizliğin 7 milyon 400 bine dayandığı, %25’lerdeki enflasyon karşısında ücretlerin ve alım gücünün eridiği, emekçilerin en temel ihtiyaç maddelerini satın alamaz hale geldiği son bir buçuk yıl, işçi sınıfı ve emekçilerin hanesine en çok da sendikal bürokrasi sayesinde kayıp olarak yazıldı. Bu yılın önemli sözleşmelerinden TÜPRAŞ işyeri sözleşmesi; yaklaşık 5,5 milyon kamu emekçisi ve emeklisinin toplu sözleşmesi; 90 bin işçiyi doğrudan, sektörün genişliğinden kaynaklı milyonlarcasını dolaylı ilgilendiren tekstil sözleşmesi hep de sendikal bürokrasinin maharetiyle ve YHK eliyle sefalet sözleşmeleri olarak bağıtlandılar. Krizin etkileri altında bunalan işçi ve emekçi bölükleri, en çok da sendikal bürokrasinin geçmişten bugüne kadar yaratığı çaresizlik ruh haliyle bu önemli süreçlerde hareketsiz kalabildiler.
Nereden bakılırsa bakılsın tümüyle sermaye cephesini temsil edenler, şimdi bir kez daha Türkiye koşullarında sözde en büyük toplu sözleşme görüşmelerinde poz veriyorlar. En büyük toplu sözleşmedir, çünkü asgari ücretten daha az alan 1,8 milyon, asgari ücretle çalışan 5 milyon, asgari ücrete yaklaşmış ortalama ücretle çalışan 3 milyon civarında işçi-emekçiyle birlikte toplam 10 milyon çalışanın (DİSK-AR’ın SGK ve TÜİK verilerinden çıkardığı rakam) yaşam koşullarını doğrudan belirlemektedir. “Sözde”dir, çünkü tümüyle sermaye temsilcilerinin bir orta oyunundan ibarettir. Ayrıca komisyonun her şeyi 2018 yazındaki bir KHK değişikliğiyle AKP şefi Erdoğan’ın iki dudağına bağlı hale getirilmiştir. İşçi sınıfı ve emekçiler sendikal bürokrasiyi aşan bir inisiyatifle güçlerini hissettirmedikleri, eylem ve talepleriyle sahneye çıkmadıkları sürece de asgari ücreti tespit görüşmeleri bir ortaoyunu olarak kalmaya devam edecektir.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun daha ilk toplantısından yansıyanlar da bu sefer nasıl bir mizansenle karşı karşıya olduğumuzu yeterli açıklıkta gösteriyor. İlkin Türk-İş bürokratları, artık kriz koşullarının işçi ve emekçilerde biriktirmiş olduğu öfke ve tepkiyi tek başına kendine çekmemek gayesiyle midir bilinmez, komisyon toplantısı öncesinde DİSK ve Hak-İş ağalarıyla ortak bir görüntü verdiler. Fakat Türk-İş Başkanı daha baştan tek kişinin yaşam maliyeti hesabıyla pazarlığı 2 bin 578 liradan başlatmış oldu. Bunu söyleyen zatın başkanlık ettiği Türk-İş rakamlarına göre bile açlık sınırı (4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda harcaması) 2.058,46 lira, yoksulluk sınırı (gıdanın yanı sıra giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık vb. ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer aylık harcamalar) 6.705,08 liradır. Buna bir de son 20 yılda asgari ücretin, milli gelirdeki artışla karşılaştırıldığında %21 oranında gerilediğini, asgari ücretlilerin ülkedeki zenginliğin %25’ini yarattıkları halde ancak %5 pay alabildiklerini eklemek gerek.
Sendikacıların rahatlığına güvenerek olsa gerek, AKP iktidarını temsilen masada oturan Bakan’a esip savurmak düştü. Açıklamasında, “Asgari ücretin sosyal ve ekonomik konjonktür ile uyumlu, kalkınmaya ve verimliliğe katkı verecek şekilde belirlenmesi önem arz etmekte. Temel meselemiz istihdamı korumak olmalı.” diyerek açık açık işsizlik sopasıyla gözdağı veren Çalışma Bakanı, meydan boş diye, asgari ücreti reel olarak nasıl katladıkları, nominal olarak arttırdıkları, çoğu Avrupa ülkesini bile geride bıraktıkları gibi yalanlar söylemekten de geri kalmadı.
Sahnede dosdoğru kendi adlarına bulunan sermaye kodamanı ise hem işsizlik sopasıyla korkutmaya devam etti, hem de asgari ücrete desteğin 200 lira olarak 2020’de de devam etmesini istedi. 200 lira dediği, işçilerden kesilen fonlardan ve vergilerden patronlara peşkeş çekilen miktarı oluşturuyor. Kendi ceplerinden çıkmayan Asgari Geçim İndirimi de eklenince mevcut net asgari ücretin 400 lirası, yine işçiden kesilen paranın sanki kapitalistlerden geliyormuş gibi işçiye verilen kısmını oluşturuyor.
İşçi ve emekçi kitleler, gözlerini artık iç bayan bu ortaoyunundan kurtarıp bir an önce harekete geçmezlerse, pes dedirten bu pervasızlığın ve pişkinliğin sonuna kadar süreceğinden kuşku duyulmamalıdır. Başta sendika bürokratları olmak üzere sahnedekilere repliklerini unutturabilecek, dolayısıyla sermayenin oyununu bozabilecek tek güç, başta asgari ücretle sefalete mahkum edilen milyonlarcası olmak üzere, işçi sınıfının taleplerini ve tepkisini hissettireceği şekilde harekete geçmesidir. Halkların dünyanın dört bir yanında sürmekte olan isyan dalgasındaki yerini almak, Türkiye işçi sınıfını ve emekçi kitlelerini kazanıma götürecek tek yoldur.