Rusya uçağının 24 Kasım 2015’te düşürülmesini takip eden günlerde Erdoğan ve tayfası arasında “Uçağın düşürülmesi emrini ben verdim” yarışı başladı. Cumhurbaşkanı olan Erdoğan “Kimse bizden sınır güvenliğimizin ihlal edilmesine tepkisiz kalmamızı beklemesin” derken, dönemin başbakanı Davutoğlu 25 Kasım 2015’teki AKP grup toplantısında kendinden geçercesine “Emri bizzat ben verdim” diye çıkışıyordu. CHP, İstanbul Milletvekili İlhan Kesici aracılığıyla ilk tepkisini, “Rus uçağının düşürülmesi doğru karar” diye açıkladı.
Rusya’nın olası misillemesine karşı NATO’yu 5. Madde gereğince yardıma çağıran AKP iktidarı, bölgede büyük bir savaş kışkırtıcılığına girişti. Emperyalist efendileri, “Saldırıya uğramadınız” diyerek, Ankara’nın savaş kışkırtıcısı taleplerini geri çevirdiler. Böylece, arzulamadıkları bir savaşta yer almayacakları mesajını verdiler. Bunun üzerine başta Erdoğan ve partisi olmak üzere düzen cephesi bir bütün olarak tam bir ikiyüzlülükle U dönüşü yaptı.
Rusya’nın vize muafiyetini sınırlaması ve uyguladığı ticari ambargoya bağlı olarak müteahhitlik, turizm ve ticari ilişkiler durma noktasına geldi. Rusya ile yaşanan gerilim ve krizin ekonomik yükü iktidar için ağır olmuştu. “Emri ben verdim” diye yarışanların Rusya’nın uyguladığı ekonomik ambargo karşısında anında süngüleri düştü. Erdoğan Putin’e yaltaklanmaya başladı. 2016 yazında Putin’den özür dileyerek, Rusya’nın dayattığı tazminat ve ceza ödemelerini kabul ettiler. S-400 alımı, yaşanan bu krizin de etkisiyle o süreçte gündeme geldi. Eylül 2017’de Rusya ile S-400 anlaşması yapıldı. Maliyeti açıklanmadığı için tam olarak bilinmese de medyada 2,5 ile 4 milyar dolar gibi rakamlardan söz ediliyor.
Erdoğan, S-400 alımını içerde her zaman olduğu gibi burjuva muhalefetini de arkasına alarak, “ulusal güvenlik” sorunu olarak pazarlayabildi. Fakat Türk devletinin kölelik anlaşmalarıyla bağımlı olduğu ABD’yle ve NATO’nun diğer büyük emperyalist güçleriyle aralarında çıkması kaçınılmaz olan gerilimleri önleyemedi. AKP-MHP koalisyonunun başı Erdoğan sorunu sürüncemede bırakarak, S-400’ü Suriye ve Irak’ta Kürt halkına karşı gerçekleştireceği saldırıların pazarlık unsuru olarak elinde tutmayı sürdürdü. Aslında S-400’ün teslim edilmesinden sonra yaptığı “İnşallah S-400 meselesini de aklı selimle halledeceğiz” açıklamasıyla, “ulusal güvenlik” demagojisiyle alınan S-400’ün sarayın boynunda bir ağırlığa dönüştüğünü daha o zaman itiraf emişti. 2019 yılında teslim alınan, “ulusal güvenlik” için vazgeçilmez olduğu propagandası yapılan, 2,5-4 milyar dolar arası paraya mal olan S-400 halen hangarlarda bekletiliyor.
S-400 ile “isterseniz patates taşıyın”
Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov, gerici-faşist AKP-MHP blokunun S-400 meselesinde sürüklendiği utanç verici durumu, bir ironiyle gözler önüne seriyor: “Satış yaptık... Araç sizin. İster plaja gidin, ister patates taşıyın, isterseniz üstüne makineli tüfek monte edin savaşa katılın, onu garajda saklamak sizin doğal hakkınız.”
AKP şefi, başta ABD olmak üzere NATO’nun büyük emperyalist güçleriyle ilişkilerde büyük sorun olan S-400 meselesini, “Aptal olma” diye zılgıt yediği Trump sayesinde “aklı selimle halledeceği” beklentisi taşıyordu. S-400’ü CAATSA kapsamına alıp yaptırımlar uygulayan Trump, Erdoğan’ı tam bir çaresizlik girdabında bırakarak, kendisi de olaylı bir şekilde başkanlık koltuğundan ayrıldı.
Yönetimi devralan Biden’ın “temel haklar, demokrasi ve insan haklarına öncelik verileceği”ne dair açıklamasına göre yeniden pozisyon belirlemeye yönelen AKP şefi ve şürekası, “adalet ve ekonomi reformları” söylemiyle yeni efendisine yaltaklanmakta vakit yitirmedi. Yaltaklanma, aynı zamanda, sırtında kambur olan “ulusal güvenlik” meselesine (S-400 sorununa) çözüm bulma arayışlarını da içeriyor. Ekonomik ve sosyal kriz içerisinde boğulan AKP-MHP rejimi, CAATSA uygulamalarının sertleştirilerek uzatılmasının Türkiye ekonomisi üzerinde şok etkisi yaratacağını “Papaz Brunson krizi”nden çok iyi biliyor.
Baskı artıkça atılan taklalar
S-400 alımı için Erdoğan, “Keyfî değil zorunluluk, millî güvenliğimizi garanti altına alıyoruz” demişti. Başyaveri Fuat Oktay, “Karar verilmiştir, Türkiye bir imza atarsa sözünü yerine getirir” diyerek, reisinin kararlılığını daha ilerileri taşıdı. Sarayın sözcüsü İbrahim Kalın, “Geri adım yok, aktive edeceğiz” diye kükrerken, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Böyle bir sistem kutuda tutmak için alınmaz, ciddi maliyeti var ama maliyetten öte bizim ihtiyacımız var” diyordu. NATO tedrisatından geçen Akar, “2020’nin Nisan ayında tam yetenek gerçekleşecek. Ne diyorsak o!” açıklamasıyla, kendince son noktayı koymuştu! Öyle ya, mesele “Keyfî değil, millî güvenliğimizi garanti altına alma sorunu”ydu.
Ne var ki kazın ayağı göründüğü gibi değildi. Emperyalist efendileri Erdoğan’ın içerde başka ülke dışında başka konuşup davrandığını çok iyi biliyorlardı. AKP iktidarına geri adım attırmanın yolunun da üzerindeki baskıyı artırarak, içerde “ülke bekası” olarak pazarlanan sarayın bekasının tehlikede olduğunu hissettirmekten geçtiğini de biliyorlardı. AKP şefinin “Bu can bu bedende oldukça dışarıya çıkamayacaklar” diyerek rehine tutuğu Papaz Brunson ve gazeteci Deniz Yücel’i bu yolla çekip almışlardı. Kasım 2010’da NATO’nun Türkiye’ye kuracağını açıkladığı füze kalkanı komutası konusunda “Kesinlikle bize verilmeli, aksi takdirde böyle bir şeyin kabulü mümkün değil” demesinin üzerinden daha bir hafta geçmişken, 22 Kasım 2010’da, “Buranın komuta sisteminin tamamıyla NATO’da olması gerektiğini söyledik ve bunu savunduk” diyerek gösterdiği kıvraklıktan da Erdoğan’ı iyi tanıyorlardı.
Büyük emperyalist güçlerden “özerk alanları daraltma” hamlesi
Şüphesiz AKP iktidarının kaygıları yalnızca CAATSA yaptırımlarından kaynaklanmıyor. Biden yönetimi Batı emperyalist bloku içerisinde yer alan güçlerle zedelenen ilişkileri onarmak ve daha yakın bir işbirliği politikası izleyeceğini yansıtıyor. Bu, ABD ile AB’nin, Türk sermaye devletine dair politikaları koordine etme kararını da içeriyor. Batılı emperyalistlerin, Doğu Akdeniz gerilimi, Libya, Suriye gibi kritik konularda eşgüdümlü hareket etmeye hazırlanmaları AKP-MHP iktidarı için pek de iç açıcı bir haber değil.
NATO tedrisatından geçen Akar, bunun ne anlama geldiğini gayet iyi bilmektedir. O yüzdendir ki, geçmişte tarih vererek yaptığı açıklamayı yutarak, “ulusal güvenlik” kamburu S-400’den kurtulmak için emperyalist devletlerin kapılarını aşındırmaya başladı. AKP-MHP faşist koalisyonunun “Millî güvenliğimizi garanti altına alıyoruz” diye propaganda ettiği S-400, Saray bekçilerinin dilinde de bir sorun olarak yer buldu. ABD ile S-400 sorununa çözüm bulmak için ortak çalışma grubu kurulacağı açıklamaları yapıldı. Fakat ABD’nin Ankara Büyükelçisinin, “S-400 meselesinde Türkiye’yle herhangi bir çalışma grubu kurmayacağız” terslemesiyle açığa düştüler. NATO yetiştirmesi Akar, sarayın bekası için bu kez de “ABD’nin teknik anlamda S-400 ve F-35’lerin uyumluluğu konusundaki kaygısını ele almaya hazırız. Ortak çalışma grubu teklifimiz halen masadadır” diyerek, “Girit formülü”nü ortaya attı.
Eski bir asker olan Türker Ertürk, Akar’ın “Girit Formülü”nden aylar önce, S-400 macerasını, alacağı seyri ve olası sonuçlarını şöyle değerlendiriyordu:
“S-400 gelince depoya kaldırdılar ama yeterli olmadı. Hani böyle bir silaha sahip olmak bizim için avantaj olacaktı? Normalde böyle bir silah envantere girince, ilk 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerinde Ankara’daki resmigeçitte yer alırdı. Ama almadı, aldırılmadı! Buna ilaveten en az bir ay içinde S-400’e fiili atış yaptırılır, dosta, düşmana ve halka silahın gücü gösterilirdi. Bu, caydırıcılığın da gereğiydi ama yapılmadı, çünkü depoya kaldırılmıştı ve unutturulmaya çalışılıyordu. Bu bile yetmedi! Beyaz Saray’da yapılan basın toplantısında Trump ‘Diğer konularda ilerleme sağlayabilmek için S-400 konusunu çözmemiz lazım’ dedi ve Türk-Amerikan ilişkilerindeki her şeyi S-400 kilidine bağladı. Haydi, çözün bakalım! ‘S-400’ü alırız ama hava savunma sistemimize entegre etmeyiz’ demek; ‘Parayı çöpe atarız, silahı da depoya koyarız’ demektir!”
Tükürdüğünü yalama ustası
Erdoğan ve sarayının bekasına çözüm bulmak için çırpınan Akar, Türk sermaye devletinin NATO’nun 68 yıllık bir üyesi ve ikinci büyük ordusuna sahip ülkesi olduğunu vurgulayıp, yapılan hizmetleri hatırlatarak efendilerinden insaf dileniyor: “Türkiye, NATO’nun güvenliğinin merkezinde yer almaktadır. Türkiye, NATO misyon, operasyon ve karargahlarına yaklaşık 3 bin personelle iştirak etmekte olup sıralamada ilk beş ülke arasındadır. Külfet paylaşımı bakımından da Gayri Safi Milli Hasıla’nın yaklaşık yüzde 2’lik oranıyla, ilk 8 ülke arasında yer almaktadır. Tatbikatların, kuvvet yapısı ve kadrolarına katkımız, salgına, bölgemizdeki tehdit ve risklerle meşguliyetimize rağmen kesintisiz bir şekilde sürmektedir. Son zamanlarda bazı NATO üyeleri tarafından, münferiden, ülkemize karşı müttefiklik ruhuyla bağdaşmayan tutum ve davranışlar sergilenmiş olsa da NATO makamlarıyla uyumlu ve ahenkli bir şekilde çalışmaya devam ediyoruz. NATO müttefikliğine önem veriyor ve eğitim, tatbikat, harekât ve terörle mücadelede sorumluluklarımızı layıkıyla yerine getiriyoruz.”
Bu yakarmaların AKP-Erdoğan iktidarının kıvranmalarına çare olması pek kolay değil. O kendisine layık görülen “havuç”larla yetinmek zorunda. En son Garê saldırısı ise, Türk sermaye devletine uzatılan başlıca “havuç”un ne olduğunu gösteriyor. Emekçilerin sofralarından gasp ettiklerini “külfet paylaşımı” adı altında NATO için harcadıklarını hatırlatan Hulusi Akar’ın, Garê’ye saldırının başlamasından on gün önce Alman hükümetiyle görüşmek üzere Berlin’de olması tesadüf olmasa gerek. Ayrıca, özellikle Irak üzerinde hava egemenliği olan ABD’nin rızası olmadan, hiçbir savaş uçağının Garê’yi bombalayamayacağı unutulmamalı. Dolayısıyla, ABD ve AB emperyalistlerinin Kürt halkının özgürlük mücadelesini gerektiğinde Türk sermaye devletine “havuç” olarak sunmaya devam edeceklerini de bir kez daha not etmek gerekiyor.
ABD emperyalizminin “baş hedef”i Çin’e karşı Batı blokunun büyük emperyalist güçleriyle daha yakın bir işbirliği içerisine girerek koordineli çalışma planı, bunun ne zaman ve hangi vesileyle çatlayacağından bağımsız olarak, AKP-Erdoğan iktidarını kara kara düşündürmektedir. AKP şefinin efendilerinin bastırması karşısında kuyruğunu kısıp “havuçla” yetinmesi ve “Kimse bizim tükürdüğümüzü yalamamızı beklemesin” sözlerini yutkunarak ‘tükürdüğünü yalaması’ artık bir zaman sorunudur.